Cehennemin Seslenişi
Taha Çağlaroğlu'nun yazısı...
Cehennem, içten içe sanki şöyle sesleniyordu inançsız günahkârlara:
Kendince eğlenceler düzenledin. Dur durak bilmeden eğlence evine çevirdin girebildiğin her mekânı. Sana kapısını sıkı sıkıya kapatanlar da oldu. Sinirine en çok dokunanlar da işte bunlardı. Kapısını sıkıca kapatanları sesinle sarsmaya, rahatsız etmeye çalıştın.
Bütün bunlar seni tatmin etmedi. İbrahim’i (a.s.) yakmaya çalışan ateşi azdırmak için avurtlarını patlatırcasına üfledin. Darağacına goncalar gönderdin. Taif’in bir şeyden habersiz çocuklarını örgütleyip o’nu (a.s.m.) taşlattın. Ona (a.s.m.) taşlar değdikçe hunharca gülüyordun içten içe.
Sürgün evleri hazırlattın. Oyunlarını bozanları buralara gönderdin. ‘Özgürlük mücadelesinin tavizsiz öncüleri’ni hapsettin. Korkutmaya ve yıldırmaya çalıştın. Ekmek sepetlerine düşman oldun. Emekçilerin kahırlı terlerini soğuttukça soğuttun. Fikirlerin yiğit mücadelesini çekemedin, oyun içinde oyun plânladın.
Sanatın gizli düşmanı olduğun hâlde, sanatsever göründün. Sessizce ölen kahramanları anmadın, şehir dervişlerini dışladın. ‘Anaların üşümelerine, çok sesli ölümlere, karanfilli kavgalara, kırkikindi yağmurlarına, boynu bükük bir resme, elif gibi yapayalnızlara’ kulak vermedin.
Çiçek sevenleri, gül yetiştiren adamları horladın. Seni sevmeyen kitapları yaktın. Sonsuzluğa adanmış ışıkları söndürmeye çalıştın. Bir gün olsun aydınlık kitap almadın. Çocuğumu, kurduğun sokaklarına çağırdın. Babamın kitap okumasından işkillendin. Anladım ki, cehennem sana boşuna öfkelenmiyor.
Satanizme yol verdin, deccaldan medet umdun. Hafiyelerini yalancı cennetlerde ağırladın.
Hatırın ince gülünü kopardın. Gökyüzünün ihtişamını dizelerle, denizin güzelliklerini çıplak deniz analarıyla örtmeye çalıştın. Anlamsız ve amaçsız kof gürültülerle, teneke tamtamlarıyla yok etmeye heveslendin kâinatın müzikal âhengini.
Dışı şeker içi zehir, parıltılı, allı pullu, aldatıcı cazibedâr, yeni görünümlü fakat çok eski bir yaşam biçimini dikte etmeye çalıştın. Ölümün hakikatini unutup, ölümü tatlı bir rüya gibi algıladın. İnanmış bir genci tanka bağlayıp sürükledin. Bilâl’in göğsüne kızgın taşlar koydun.
Günün birinde karşında ölümü buldun. Bir kitabın sonundaki “Zulüm, sonsuz değildir” yazısıyla karşılaştın. Felekten gece çalmaya kalkmış; fakat yakalanmıştın... “Kovulmuşlar için İstanbul’u olan aktar”lar vardı. Ömür dakikaları, karşına tekrar gelmek için hazırlanıyordu. Tekrar yardıma çağırdın dostlarını ve medet umdun ‘tanrılar’ından. Şehrâyinler düzenledin. Kaleler diktin semaya doğru ve baktın ‘Yaratıcı’ var mı diye günlerce. Toprağa bakınca hiçlik günlerinde boğuldun. Yokluk vadilerinde kayboldun. Şuara sûresiyle alay etmenin ne demek olduğunu ölünce öğrendin. Artık ne tatil koylarının yararı vardı sana, ne de kabir kapısına kadar yanında olan dostlarının ve yoldaşlarının.
Ölüm gelmiş, yakalamıştı seni. Bundan böyle Hz. Âişe’ye iftira atamayacaktın, inananlara dil uzatamayacaktın. Firavunların önünde eğilemeyecek, kadınları ‘masalara meze’ yapamayacaktın. Tesadüf rüzgârı her nedense sana katkıda bulunamayacak, çevrendeki alkışlar seni yücelere kanatlandıramayacaktı. Cenazenin başındasın.
Sen cenazenin başındasın ve bir sinema şeridinin başlangıcındasın. İşte haksız yere tokatladığın çocuğun, meslekten attığın elemanın, saçlarından tutup sürüklediğin öğrencin, kemerinle dövdüğün annen...
“Yeter, yeter!” diyorsun. Her fotoğraf karesi bir bir geliyor gözünün önüne. Kaçış yok, gözlerini kapatsan. Çaresizsin, susturmaya çalışsan bilincini.
Sen, sen, sen diyor bu mazi yüzleri. Ve içerilerden geliyor sesleri...