Cemaat ve hükümet neden çarpışır?

"Bidayetlerde herkesten sual olunduğu gibi, Dîvan-ı Harbde bana da sual ettiler:
"Sen de Şeriat istemişsin?"

Dedim:"Şeriatın bir hakîkatine bin rûhum olsa feda etmeye hazırım!

Zîra, Şeriat sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilalcilerin isteyişi gibi değil!"
Dil –aslında- nedir?

Dil dediğimizde, çok karmaşık bir yapı arz eden kavram ve ilişkiler ile bunlara ait göstergeleri kuşatan genel bir ifadeden bahsediyoruz demektir. Her bir olay, her bir ilişki, her bir enstantane, her bir unsur dil ile inşa edilmektedir. Dil dediğimiz şey; niyet, nazar, fikir, program, genotip, kimya ve fizik gibi tüm özel ve tümel yapıların bir “şey” olarak görünür ve anlamlı olmalarının en temel şartıdır. Her şey, esasındadilin kategorik bir formuna tekabül eder.

“Esma ül Hüsna”, sınırsız kudretin varlıkları dokuduğu sonsuz dil yapılarıdır. Külli esmadan/ilahi dil örgüsünden “şüyu” eden her bir “şey” kategorik olarak dilin katmanlarında harmanlanmaya başlar; varoluşun/dilin sonsuz hallerini gören gözlere gösterir. Kudret -ya da bilinen en yakın bilimsel tabirle enerji- bu dil örgülerini yoğurup kıvama getirir. Dil, Zat-ı İlahinin maverasıdır.

Dilin kategorize edilmesi ve ortalama bir terminolojinin oluşturulması doğru iletim/iletişim için gereklidir. Bir terim, bir sözge birliği olmadıkça ne sosyolojik ne de biyolojik bir şey/ortam oluşmaz. Oluşum sürecinde dil çatallaşır, yeni dil örgüleri meydana gelir. İnsan, bilinen en gelişmiş dil yetisine sahip olarak bilinçli bir şekilde yeni diller üretebilen en önemli yaratıktır. “Âdem’e bütün isimleri öğretti” ayetinde, insana“dile özgü karakterin bilgisi”nin verildiği anlatılır. Dolayısıyla dilin özünü, yani yaratımın genetiğini anlayan varlık “halife olan insan”dır.

Herhangi bir yönden aynı dil ailesine mensup olan varlıkların kendi aralarında iletişim halinde bulundukları farazi bir etkileşim ortamı bulunur. Canlılar âlemi, insanlar âlemi, Türkiye, filanca sülale, kas dokusu, kan dolaşımı, iş dünyası, vs. gibi sınırları tam belli olmamakla beraber aralarında bir ya da birçok bağ bulunan toplulukların özel iletişim ve etkileşimleri vardır. Siyaset ve ekonominin dili, bürokrasi ve hukukun dili, cemaat ve cemiyetlerin dili, basının dili, sanatın dili… gibi, konu ve içerik yönünden birbiri içine kolayca giren bu olay ufuklarında devamlı bir çatışma ve uzlaşma hali devinimdedir.

Cemaatin dili, Hükümetin dili

Bediüzzaman’ın, kendi hizmet anlayışını anlatırken kullandığı çok dikkat çekici metaforları vardır. Bu metafor/mecazlardan birisi de “nur-topuz” karşılaştırmasıdır. Bu mecazda “nur” garazsız, sırf lillâh için yapılan ve hiçbir dünya menfaatine değişilmeyecek olan “İman ve Kuran hizmeti” anlatılır. Bu hizmette Kur’anın emirlerinin ve imanın esaslarının kamuya anlatılması, gösterilmesi, iletilmesi esastır. Ana prensip “insanlara bir nur göstermek”tir. Bu hizmette en kritik nokta mesajı olabildiğince açık, incitmeyecek tarzda, menfaat ve tarafgirlik hissi uyandırmaktan olabildiğince kaçınarak vermektir.“Hizmet” bir “iş”değildir; hizmet, insanın kendi nefsiyle yaptığı mücadelenin yine kendisi ve çevresinde uyandırdığı “müspet” tesirdir. Hiçbir “araç” bu etkileşimin gerçekleşmesinde “amaç” durumuna gelmemelidir. Hizmetin odağında “ihlas”, “uhuvvet”, “dua” gibi tamamen manevi/dikey kavramlar vardır.

İman ve Kuran hizmeti yapanların herhangi bir güç odağına ya da bir erke yanaşmak, devleti ve siyaseti dönüştürmek için kadrolaşma içerisine girmek, bürokrasiyi kullanmak, umumi emniyeti bozacak ve masum insanların haklarına halel getirecek gösteri, kalkışma, protesto ve isyan hareketlerinde bulunmak gibi davranışlara yönelmeleri, hizmetin dilinin değiştiğinin, hizmet-dışı alanlarda gezinilmeye başlandığının habercisidir.  Hizmet, artık “topuz” mecazının ifade ettiği alana ayak basmıştır denilebilir.

Said Nursi, vefatından önce talebelerine verdiği son derste şöyle seslenir:

Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir, menfi hareket tarzı değildir; rıza-yı ilahiyyeye göre sırf hizmet-i imaniyyeyi yapmaktır, vazife-yi ilahiyeye karışmamaktır. Bizler, asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.”

Barla Lahikasında Müsbet Hareket’in çerçevesi çizilir. Burada Müsbet Hareket Fikri:

a)Adalet’in olabildiğince ortaya konulması, tebarüz ettirilmesi namına haksızlığa, zulme, tarafgirliğe, kin ve adavete sebep olacak her türlü menfi, yıkıcı, kırıcı hareket ve düşünceden kaçınmak;

b)En büyük düşman olan nefs-i emmarenin hilesinden; cin, ins ve şeytanların ayartmalarından emin olmak için; herkesin karanlığa, köşe-yi nisyana çekildiği vakitte, âlem-i İslam mühmel kalmamak için, nurlu hakikatlerin iblağına çalışmak ve bu iştiyakla hareket etmek;

c)Allah için muhabbet etmek olarak ortaya konulur.

Müsbet Hareket, dâhilde böyle bir muhtevaya sahipken, harice çıkıldığında daireye yeni unsurların eklendiğini görürüz: İnsaniyetin tefessüh etmemiş unsurlarıyla, bilhassa Hıristiyanların muvahhit dindar ruhanileriyle, dinsizliğe karşı ortak bir kelimede anlaşarak mücadele etmek gerektiği çeşitli vesilelerle Bediüzzaman tarafından serdedilmiştir.

Bediüzzaman İman ve Kuran Hizmetinin esasını Müsbet Hareket kavramıyla ifade etmektedir. Hizmetin bu eksende devam etmesi, gerek yaşanılan muhitte gerek ülke de gerekse insanlık âleminde dönüşümü meyve verecek; bu dönüşüm insanın ilgili olduğu tüm yatay alanları –siyaset, hukuk, ekonomi, ticaret, eğitim vs.- müspet şekilde değiştirecektir.

“Nur-Topuz” yaklaşımına göre cemaat ve tarikatların hareket tarzı siyasi cereyanlardan farklı olmalıdır. “Siyasi cereyanlar” olarak ifade edilen kapsamı oluşturan unsurlara örnek olarak siyasi partiler, oda ve meslek kuruluşları, kamu bürokrasisi ile ideolojik fraksiyonlar sayılabilir. Bunların karakteristik özellikleri arasında dönüştürme, zorlama, ele geçirme, çoğalma, taraftar toplama, büyüme eksenli hareket etme gibi hususlar hemen göze çarpar.

Kavram ve ilke olarak ne cemaatte ne de tarikat yolunda yukarıda belirtilen özellikler bulunmaz, bulunmamalıdır. Bunların hedefinde “ihlası ve rıza-yı ilahiyi kazanmak ve ahireti hayr eylemek” vardır; ahiret ise “zorla, aldatmayla, göz boyamakla, taraftar toplamayla, sayısal güçleri elde etmekle…” kazanılmaz. Bu yapılar “birey” olarak doğru yola ulaşmak ve birbirine dua ile kardeş olmak üzerine müessestir. Bu özün önüne ticari ve siyasi unsurlar, garaz ve kin, tarafgirlik ve fanatiklik, rekabet ve çekememezlik girmeye başladığında artık ne bir cemaatten ne de bir tarikattan bahsedilemeyecek bir duruma gelinmiş; yapı artık “ticarileşmiş, politikleşmiş, siyasileşmiş, ideolojik bir hal almış”tır denilebilir. Siyaset ve bürokrasinin dili yatay ilişkiler ağına taalluk eder; tamamen dünyevi alana hitap eder, hükmüve etkileri dünya ile sınırlıdır. İnsan için baki kalan, içinde bulunulmuş olunan kurumlar değil, yaşanılmış düşünceler ve niyetlerdir.

Farklı dil yapılarına ve argümanlara sahip, kabaca “Cemaat ve Siyaset” olarak adlandırabileceğimiz iki yapının birbirleriyle olan münasebetleri çoğunlukla iki taraf açısından farklı sonuçlar doğurur. Siyasetin gündelik olaylardan oldukça etkilenmesi, düne ait olanların kolayca unutulduğu bir zemin olması, yalan, iftira ve manipülasyonun sıkça rastlanılan olaylardan sayılması halkı siyasete karşı esnek ve tedbirli olmaya alıştırmıştır. Fakat cemaatin halk nazarındaki konumu siyasetin konumundan çok daha hassas bir durum arz eder. Cemaat ve tarikat adeta halkın güvenini emanet ettiği bir sosyal barınak konumundadır. Siyaset ne kadar ayrıştırıcı, fişleyici, kışkırtıcı bir dil yapısına sahipse; cemaatin dili o kadar birleştirici, kusur örtücü ve teskin edici bir yapıda olmalıdır.

Said Nursi ile ilgili hiçbir hatırada, hiçbir metinde, hiçbir anekdotta, hiçbir araştırmada “sayısal üstünlüğe ve maddi varlıklar”a dayanmak namına bir hususa rastlanılmaz. Bediüzzaman’ın; çoğunluk elde edilmesi, kitlelere yön verilmesi, maddi gücün elde edilmesi, bürokraside taban oluşturulması, siyasette söz sahibi olunması gibi “politik dil”e özgü söylem ve hedeflere itibar etmediğinebütün bir yaşam öyküsü, bıraktığı hatırat ve en büyük Tarihçe-i Hayatı olan Risale-i Nur şahittir.

Politik alanın din dilini kullanmasının yine yatay alanlara hitap edebildiğini; aynı cümleyi söyleseler dahi kast ve niyetin politik dilde ayrı din dilinde ayrı olduğunu göstermesi bakımından Bediüzzaman’ın 31 Mart Vakası sonrasında Divan-ı Harb’te yargılandığı süreçte yaşadıkları iyi bir örnek olarak zikredilebilir. Kendisini “şeriatın hadimi” olarak kabul eden bir devletin (Osmanlı) mahkemesinde, ruhunu şeriattan alan devletin kanunları ile dindar bir mahkeme reisinin bir İslamâlimini “Sen de şeriat istemişsin?” sorusuyla suçladığına şahit olmaktayız. Neresinden bakılsa gariplikler ve çelişkilerle dolu bu durum fazlasıyla anlamlı bir konuyu bize gösterir: Dil açısından şeriatı istemek din bilgininden duyulacak normal bir söz iken; politik dil açısından “şeriat istemek” “İslam şeriatı”nı istemek manasına gelmez. İktidar bunu “siyasi iradenin yaptıklarını istememek” manasında algılamaktadır. İstemek olumlu bir eylem iken, konjonktür ile bağlantı kurulduğundu karşıtlığı, isyanı, olumsuzluğu, istememeyi ifade etmektedir. Kullanılan dilin, aynı kelimeler kullanılsa da farklı şeyler ifade ettiğine “Fakat ihtilalcilerin isteyişi gibi değil” denilerek işaret edilir.

Konu ile ilgili olarak günümüzden bir alıntı yaptığımızda “Yolsuzluk yapanları isteriz” diyen tarafın talebinin siyasal iktidar tarafından “hükümeti istemeyiz” olarak anlaşıldığını görmekteyiz. Bir tarafın talebinin ve öbür tarafın algısının derinliklerinde yatan asıl saikın ne olduğu da, konunun taraflarından birisi olmamakla birlikte asıl mağduriyeti yaşayan ve üçüncü taraf olan geniş halk kesimleri tarafından da ayrıca sorgulanmaktadır. Şeriat isteyenlerin talebi nasıl masum bir talebin ötesinde, yapılanları ve yapanları istemeyiz içeren bir muhalefet ve kalkışma olarak algılandıysa; “yolsuzluğun cezalandırılması” talebinin siyasal erk tarafından da böyle bir zıtlaşma olarak algılandığını görmekteyiz. Burada hangi tarafın haklı olduğu tartışmasından öte, ortaya konulması gereken daha önemli hususlar var: İktidar/siyaset ve cemaat/hareket olarak kümelenebilecek iki yapının “kullanmaları gereken dil nedir, bu dili kullanıyorlar mı, mevcut durumun bu hale gelişinde kullanılan dilin katkısı nedir”  sorularının cevaplanması gerekmektedir.

Emirdağ Lahikası’nda, cemaat ve tarikat dilini konuşanlarla siyaset dilini kullananlar arasında çok önemli farklar bulunduğu anlatılır: “Ehl-i hakikat, hakikat ve marifetullahı bulmak için, kesret dairelerini unutmaya çalışıyorlar—ta kalb dağılmasın ve lüzumlu ve kıymetli şeye sarf etmek lâzım gelen merakı, zevki, şevki, lüzumsuz fani şeylerde telef olmasın. Hatta bu ehemmiyetli sırdandır ki, din düsturlarının bir hadimi olmak cihetinde güneş gibi imanlar taşıyan bir kısım Sahabeler ve onlara benzeyen mücahidînden, Selef-i Salihînden başka, siyasetçi, ekserce tam müttaki dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar, müttaki olanlar, siyasetçi olmazlar. Yani, maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebeî hükmüne geçer. Hakikî dindar ise, “Bütün kâinatın en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir” diye, siyasete, aşk-ı merak ile değil, ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakikate âlet etmeye—eğer mümkünse—çalışabilir. Yoksa bakî elmasları kırılacak adi şişelere âlet yapar”. Bu paragrafta Bediüzzaman “kesret daireleri, maksad-ı aslî siyaseti, aşk-ı merak, dine ve hakikate alet etmek, baki elmaslar, kırılacak adi şişeler” gibi kavramlarla cemaat ve siyaset dilinin bazı argümanlarını ortaya koymaktadır.

İktidar dindar ve salih kişilerden oluşsa da, kullandığı enstrümanlar farklı olmadığından, insanların kalplerine değil ellerine göre davranmaları gerektiğinden, çoğunlukla ruhsat dairesinde, mevcut kanunlar çerçevesinde ve bulundukları konumu korumak üzere hareket etmek durumundadır. Kullandığı dil ve dayandığı kavramlar, ne kadar dine atıfta bulunsa da, iktidardan beklenen dünyevi hayatı düzenlemektir. Siyasetten insanların kalplerini düzenlemesini bekleyemezsiniz. Siyaset insanların inançlarına göre yaşamalarını kolaylaştıracak çareler bulma konumudur.  Bu anlamda sosyal bir hizmet ifa etmektedir. Siyaset, cami yapılmasını sağlayabilen, fakat camiye gidecek insan kaynağını üretemeyen bir özellik gösterir. Zorla, maddi teşvikle, siyasal baskılarla insanları camilere doldurabilirsiniz; bu iktidarın yapabileceği bir durumdur. Fakat zorlamayla camiye götürülen insanların orada yapacakları şeyin ibadet olması iktidarın elinde değildir. Bu alan, cemaat ve tarikat dediğimiz yapıların tüm kavramlarını bina ettikleri ve hizmetin ana hedefi olan “maneviyat” kısmına dâhildir. İktidar cami, cemevi, dini hayata özgürlük kavramları etrafında dönme kabiliyetine sahipken; cemaat ve tarikat ihlas, sadakat, samimiyet konusunda insanları teşvik için vardır.

İki kurum kendi alanları dışında da söz sahibi olmak istediklerinde, farklı dil alanlarına girmek durumunda kalacaklardır. İktidarın söylemleri ile cemaatin söylemlerinin aynılaşması demek kim kimin alanına girmeye çalışıyorsa onun aleyhinde tezahür edecek bir takım sonuçlar görülecektir. İktidar, cemaat ve tarikatın alanına girmeye çabaladığında elindeki maddi güçten başka bir enstrümanı olmadığını görecek, ancak şekil itibarıyla dine temas edebilen bir takım icraatlar gerçekleştirebilecektir.

Cemaatin iktidarın alanına tevessül etmesi, diğerinden daha vahim sonuçlar doğuracaktır. Dinin kudsiyyeti üzerine müesses bir yapı olması lazım gelen bir birliktelik, iktidarla uyumlu çalıştığı sürece ayakta kalabilecek, popülerliğini koruyabilecektir. İktidarın nimetlerinden faydalanmanın en kolay yolunun cemaate mensup olmak, en azından böyle görünmek olduğu kanaatinin yaygınlaşması, cemaatin görünüşte giderek büyüdüğünü ve güç sahibi olduğunu gösterse de, cemaat keyfiyetinin zayıflamasına, maneviyat ekseninden kaymasına, maddi ve siyasi gücü fazla olanların etkisine girmesine; dolayısıyla bir cemaat ya da tarikat olmaktan bir kulüp, bir cemiyet, siyasal bir ekole ya da gayr-i resmi bir bürokratik erke dönüşmesine yol açacaktır. Yeterince büyümüş ve siyasete entegre olmuş bir cemaat; artık iktidar alternatifi olmaya namzettir demektir. Tam bu noktada kırılmalar, sarsıntılar, çeşitli iktidar kurumları tarafından dışlanmalar baş gösterecek ve cemaatin çeşitli fraksiyonlara bölünme faslı başlayacaktır. Bölünme ve ayrışma kaçınılmazdır. Kimisi ortodokslaşacak ve siyasetten, ticaretten, bürokrasiden ayrılmak gerektiğini –muhafazakârlaşmayı-; kimisi daha da siyasallaşmak gerektiğini savunacaktır. Bu süreçte önemli bir miktarda kopuşlar da görülecektir. Hizmetin yükünü çeken büyük yığınlar ise fedakârlıklarının yönetici kesimin dünyalığına dönüştüğüne şahit olacaktır.

Bu süreç öncesinde, süreç yaşanırken ve süreç sonrasında başka bir durum daha yaşandığı gözlemlenecektir. Bu dönemde “suskunluk sarmalı”na mahkûm kalmış geniş kitleler bulacağızdır. Suskunluk sarmalı Elisabeth Neumann tarafından kavramlaştırılan bir siyaset bilimi teorisidir. Teoriye göre bir kişi savunduğu fikrin, toplumda popüler olan, genel geçer kabul edilen görüşlere uygun olmadığını gördükçe, toplumdan dışlanma korkusu yaşar vedavranışlarında ve konuşmalarında kendini kısıtlar; fikrini dürüstçe, özgürce, çekincesiz söylemekten çekinir. Aynı kişi düşünce yapısına yakın bir görüşün halk nezdinde kabul görmeye başladığını düşünmeye başladığında, bu kez fikrini daha yüksek sesle dile getirmeye ve ön plana çıkmaya başlar. Sarmalın en kritik şekli iktidarın belirli bir cemaat ya da tarikata belirgin şekilde yakın durması halidir. Her halükarda geniş kitlelerin bir kısmı için bu, sarmalın bir tarafı olmaya yol açacaktır. Bu teorinin bize gösterdiği bir başka husus da, bir kesimin özellikle iktidar canibinden çok destek bulmasıyla, o kesimin iktidarın sahip olduğu tipik özellikleri eklektik bir şekilde üzerine oturtmaya çabalamasını netice vermesidir. Sahip olmadığı dil ve dünyaya sahip olmaya çalışmanın sonucu “sahip olunmayan şeyin elden alınması”dır. Hükümet ve cemaat çarpışıyorsa, birileri sahip olmadığı şeye sahip olmaya çalışıyor demektir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
17 Yorum