Cemil Meriç, Said Nursi ve Risale-i Nur’un dili

Cemil Meriç, Said Nursi ve Risale-i Nur’un dili

İslam Yaşar, Risale-i Nur'un sadeleştirilme tartışmalarına Cemil Meriç'in bakışını yansıttı

Risale Haber-Haber Merkezi

Bediüzzaman Said Nursi'nin romanını yazan İslam Yaşar, Risale-i Nur'un sadeleştirilme tartışmalarına Cemil Meriç'in bakışını yansıttı.

İşte Yaşar'ın "Cemil Meriç, Said Nursî ve Risale-i Nur’un dili" başlıklı yazısı:

“Said Nursî: Deccal’lere meydan okuyan imanın remzi.”

Cemil Meriç, ancak hayatının ileri yaşlarında tanıyabildiği Said Nursî’yi böyle tarif etti. Onu, deccal karşısında imanın remzi, işareti; mü’minin duruşunu temsil eden asil bir sembol olarak gördüğü için de, soruldukça hep o tarafını nazara verdi.
Altmışlı yıllara kadar onunla aynı zaman içinde yaşadığı halde, zıt bir dünya görüşü taşıdığından olsa gerek, adını duymamış, duymuşsa da dikkat etmemiş, mücadelesinden haberdar olmamış, eserlerini okumamıştı.

Bediüzzaman Said Nursî’den ilk defa, kendisini ziyarete gelen Sedat Yenigün adlı üniversiteli bir genç bahsetti. Sedat, anlattıklarını Cemil Meriç’in ilgi ile dinlediğini görünce yanında getirdiği Gençlik Rehberi’ni çıkardı ve bazı bahisler okumaya başladı.
Duyduğu her cümle, onun idrakini hareketlendirdi, her bahis hislerini hayretler içinde bıraktı. Doğu ve Batı medeniyetinin temelini teşkil eden binlerce kitap okumuş, makale yazmış, eser vermiş bir mütefekkir, ilk defa bir şahsı ve eserlerini geç tanımaktan duyduğu bedbahtlığı ifade ediyordu:
“Bediüzzaman’ı ve eserlerini on yıl evvel tanımamanın bedbahtlığı içindeyim.”

O zamana kadar hiçbir aydından, mütefekkirden veya sıfatlı, rütbeli kişiden duymadıkları bu samimî itiraf, Nurcuları harekete geçirmeye yetti. Haftanın muayyen günlerinde Cemil Bey’in evine gidip ona Risâle-i Nur’dan parçalar okumayı kendilerine vazife addettiler.
Bir süre bu vazifeyi Sedat Yenigün yaptı. O anarşistler tarafından şehit edilince vazifeyi Muhsin Demirel, Mehmed Paksu, Necmeddin Şahiner, Rüştü Onduk gibi Nur Talebesi gençler devam ettirdiler.

Onlar okudukça Cemil Beyin hayret hisleri eksilmedi, arttı. Said Nursî’nin hayatı ile düşünceleri arasında hiçbir tenakuzun olmadığını, hayatına nasıl başladı ise eserlerine öyle aksettirdiğini, nasıl yazdı ise ölünceye kadar da öyle yaşadığını anlayınca hayret hisleri hayranlık halini aldı.
Fakat onun hayran kalmaya değil bilmeye, öğrenmeye ihtiyacı vardı. Kendisini sık sık ziyaret eden Nurcuların, Said Nursî’yi nasıl tanıdığına dair sorularına verdiği cevap da bu hissinin samimî ifadesi idi.
“Cevabım bir günahın itirafına benzeyecek. Esefle arz edeyim ki, Bediüzzaman gibi Türk insanının şuuraltına işlemiş ve kalabalıkların ruh dünyasını yoğurmuş, uğrunda büyük fedakârlıklara katlanmış, bir kelime ile çağımızın ma’şer-i vicdanında büyük akisler uyandırmış bir fikir ve dâvâ adamını bütün cepheleriyle tanımıyorum. Bediüzzaman benim için sisler arkasındadır. Bu yalnız benim değil bütün aydınların ortak günahı.” (N. Şahiner. Aydınlar Kanuşuyor. YAY. İstanbul 1977, s: 58)

Cemil Meriç, kendisini de, aydınları da bu vebalden kurtarmak için ciddî bir araştırmanın içine girdi. Said Nursî hakkında yazılan fazla eser olmadığı için Nur Talebesi gençlerin yanına daha sık gelmelerini ve Bediüzzaman’dan bahsedip risâle okumalarını bekledi.
Bu görüşmelerde ve risâle okuma fasıllarında bazı tartışmalar yaşanmış olmalı ki, zaman zaman ‘Nurcular sıkıntılarımı arttırıyor. Hoş göründükleri de yok ya’ (Jurnal 2. s: 313) şeklinde serzenişlerde bulundu ise de hep daha sık gelmelerini bekledi ve yollarını gözledi.
Nur Talebeleri de bazen birkaç kişi halinde, bazen münferiden onun ziyaretine geldiler. Onların anlattıklarından ve okudukları risâlelerden anladığı kadarının bile, Said Nursî’ye karşı duyduğu hayranlığı teyit etmeye yettiğini gördü.

Kendisi de çeşitli baskılara, zulümlere uğradığından, o hayranlık hissinde, Bediüzzaman’ın dâvâsı için maruz kaldığı her zulme, her kahra, her cefaya, her eziyete göğüs gererek mücadele eden büyük bir dâvâ adamı olduğunu bilmesinin de tesiri vardı.
Onun için kendisine sorulan bir soruya “Yakın tarihimiz, çeşitli felâketler ve musîbetlerle uyuşan geniş halk tabakalarına Hakkın ve İslâmî şuurun sesini haykıran tek bir mücahid tanımıştır: Bediüzzaman Said Nursî” (Nurculuk Nedir 17) dedi.

Bu bir iddia idi. Sözü burada bırakmanın kendisine yakışmayacağını, muhataplarını da ikna etmeyeceğini düşünerek iddiasını isbat etmek maksadıyla kanaatinin dayandığı temelleri sıraladı.   
“Söndürülmek istenen mukaddes ateş, onun güçlü nefesi ile meşaleleşir. Anadolu insanının gönlünde bir remiz olur. Said Nursî: Deccal’lere meydan okuyan imanın remzi. Karanlıkta bırakılan nesiller, Nur Risâlelerini heceleyerek şuurlanırlar. Said Nursî’nin kuvveti yalnız hafızasından, yalnız bilgisinden, yalnız büyük cedel kabiliyetinden gelmiyor. Cesarete susayan insanımız, an’anevî irfanının bu pervasız temsilcisinde, asırlardır aradığı ihlâsı, feragati, bir dâvâ uğruna nefsini feda etmek celâdetini de buldu.” (Age, s. 12)

Bu sözler ona millet ekseriyetinin de hayran olduğunun ifadesiydi. Said Nursî’nin, Türk insanına kendi sesi ile seslenmesi, kendi değerlerini hatırlatması, kendi iklimini ifşa etmesi, millet ekseriyetinin onu sevmesini ve nesillerin hafızasında taht kurmasını sağlamıştı.
Bu sayede kalabalıkları şuurlandırmış, millete hakikî benliğini kazandırmış, tarihî mefahirlerini hatırlatmış, hali maziye bağlamış ve yazdığı Risâle-i Nur Külliyatı adlı Kur’ân tefsiri ile zihinlerde çıkarılmak istenen ‘iman anarşisine’ son vermişti. 

Milleti ve din kardeşleri için bunları yapan Said Nursî, aynı zamanda cihanşümul bir dünya görüşünün yayıcısı idi. Bu yönü ile kendisini belli bir kültür seviyesinin üzerinde gören münevverlerin de onu kabullenmesi, sahiplenmesi ve saygı duyması gerekirdi.
Bu gerçeği “Said Nursî, bir dünya görüşünün yayıcısıdır. Bu dünya görüşüne katılsın katılmasın, her namuslu insanın vazifesi; bu toprağın bağrından fışkıran, selâbet, metanet, ciddiyet ve samimiyetini asırların ihtimamından geçirerek isbat etmiş bulunan İslâmî düşünceleri tamim ve neşretmektir” (Aydınlar Konuşuyor, s: 59) diye ifade eden Cemil Bey, aydın çevrelerde bu medenî anlayışı göremediği için üzüldü.

Onun nazarında bu tavır ‘tenkidin yerini cebre terk etme’ acziyetinin ifadesi idi. Böyle tavırlar, ‘yekpare, kesif, ağaçları birbirine kaynaşmış bir havariler ormanı’ olan Nurculara pek bir şey kaybettirmezdi. Onlar fert ve cemaat olarak mutlu bir şekilde ‘adalarında hayatlarına devam ederlerdi’.
Bazı çevreler onların inançlarına inançla, fikirlerine fikirle mukabele edemedikleri için onları yok farz ediyorlar ve yapılan zulme ses çıkarmıyorlardı. Nurcuları yok farz etme gafletinden kurtulmanın yolu, onlar hakkında resmî iddialara dayanarak hüküm vermekten ziyade Said Nursî’yi daha iyi tanımaktan geçiyordu. O da ancak eserlerini dikkatle okumakla mümkündü.

Cemil Meriç, aydın çevrelerde göremediği tanıma hamlesini kendisi yaparak ‘Risâle-i Nur’a muhabbet ve tecessüsle eğildi.’ Üslûbunu biraz ‘kusurlu’ bulmakla birlikte, benzerine pek rastlanmayan düşüncelerle dolu bir hazine olduğunu fark etti ve ‘büyük bir hürmetle, muhabbetle, can kulağı ile dinledi.’
“Bediüzzaman ve eserleri, bütün Cumhuriyet nesilleri gibi bizim de hakikate kapalı gözlerimizi açtı ve uyandırdı. Hakikatin çok cepheli olduğunu bir kere daha anlamış oldum. Bu hakikati ancak Bediüzzaman gibi müstesna zâtlar söyleyebilir. Biz ancak hakikati sevebiliriz. Tasvip ve takdir edebilirsek bize ne mutlu.” (Nurculuk Nedir s: 14)

Kendisi bu sözlerle ifade ettiği mutluluğu yaşamıştı, ama aydınların o hazineye alâkasızlığı ‘tam bir yüz karası’ idi. Cemil Bey, bu mesele üzerinde düşündükçe Risâle-i Nur’un yaptığı tarihî bir mukavemeti müşahede etti.
Resmî ideolojinin eli ile icra edilen teceddüt dalgası karşısında İslâm’ın, imanın, dilin ve insanlığın mukavemeti idi bu. Tanzimat hareketinden sonra karşısına çıkan her değeri yıkan yenileşme hareketi, ‘ilk defa tahkikî imanın kalesi olan Nurların önünde gerilemişti.’
Buna rağmen bazı çevrelerin, Risâle-i Nur’un etrafında kenetlenerek cemaat kuvveti kazanan Nurcuları, ‘değersiz insanların, gerçek değerlere karşı duyduğu kin’ olarak gördüğü baskılarla, zulümlerle sindirmeye çalışmaları karşısında sessiz kalmadı.
“Said Nursî’nin risâlelerini okumak için toplanan üç beş vatandaşın tevkifi, tabiî hukuk bakımından hamakatle kaynaşan bir cinayettir. Ahlâksızlığın, bencilliğin, kayıtsızlığın ferman ferma olduğu bir ülkede bir kitabı, ahlâktan, insanlıktan bahseden bir kitabı okuyanlar ancak takdire lâyıktır.” (Jurnal 1 s: 62)

Yanına gelenlerle yaptığı sohbetlerde ve seyrek de olsa gittiği muhabbet meclislerinde yeri geldikçe bu gibi ifadelerle Nurculara reva görülen muamelenin hukuka aykırı olduğunu ve insanlığa sığmadığını anlatmaya çalıştı.
Bu hususta muhatap olduğu aydın zümreye mensup kişiler, akademisyenler ve bürokratlar sessiz kalınca canı sıkıldı. Resmî ideoloji mensupları, onlara yapılan zulümlerin benzerlerini, bir zamanlar kendisine de yaptıkları için Nurcuları çok daha iyi anlıyordu. İçinde bulunduğu bu hissin tesiriyle sitem oklarını yine zulme sessiz kalan aydınlara çevirdi.
“Her aydınlığı yangın sanıp söndürmeye koşan zavallı insanlarım, karanlığa o kadar alışmışsınız ki, yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi. Aydın gölgesinden korkuyor. Kafası ile düşünen adamın tutunabileceği dal yok” (A.g.e. s: 79) diyerek yangınla aydınlığın farkını göstermeye çalıştı.

Haddizatında, bu hususta konuştuğu insanların çoğunun kendisi gibi düşündüğünden emindi. Lâkin kimi imkân peşinde koştuğu, kimi unvan derdine düştüğü, gücü elinde bulunduranlar da onları hak edenlere değil emirlerini yerine getirenlere verdikleri için sessiz kalıyorlardı.
Onlar yalnız Nurculara veya diğer milliyetçi, muhafazakâr çevrelere karşı o tavrı takınmıyorlardı. Aralarında, üniversitede profesörlük unvanını alabilmek için sosyalizm hakkında yazdığı kitabı yayınlatmayanlar bile vardı.

Çevresindeki insanların arasında milliyetçileri, mukaddesatçıları irticacı olarak değerlendirip yapılanları haklı görenler de yok değildi. Hatta en yakın dostlarından bazıları, o camianın çıkardığı dergilere yazı verdiği için onları küçümseyip kendisini suçlayan bir tavır içine girmişlerdi.
Kimi o camiaya mensup insanları tanımadığından, kimi de onların savunduğu dünya görüşüne karşı olduğu için yapıyordu o hareketleri. İlmî ve fikrî haysiyete sahip olanlarsa, anlatıldığı zaman dinleyip kanaatini değiştirebilecek olgunlukta görünüyorlardı.
Bu kanaat, Cemil Beyi cesaretlendirdi. Müfrit Marksistlere, aşırı solculara, katı Kemalistlere değilse bile, zaman zaman ziyaretine gelen mutedil akademisyenlere her vesile ile Said Nursî’den bahsetti.

Onlardan biri de Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Şerif Mardin’di. O, uzun zamandır tanıdığı, ilmî vukufiyetinden emin olduğu ve medenî cesaretine güvendiği haysiyetli bir ilim adamı idi.
“Yakın düşünce tarihimizle yakından alâkadarsınız. Meselâ Bediüzzaman’ın hayatı ve eserleriyle neden uğraşmıyorsunuz?” dedi bir seferinde.
“Doğru” diyerek hak verdi o da. (Nurculuk Nedir. s: 15)

Bu tavsiye yepyeni bir çalışma sahası açtı Şerif Mardin’in önüne. İlk olarak Risâle-i Nur Külliyatını inceledi. Ardından Said Nursî’nin hayatını anlatan eserleri okudu, yetiştirdiği talebeleri ile görüştü.
Yıllarca bazı Nur Talebelerinin refakatinde ülkenin ve dünyanın değişik yerlerinde faaliyet gösteren Nur medreselerine giderek cemaatin hizmetlerini ve hareketin işleyişini takip etti.
‘Modern Türkiye’de din ve toplumsal değişim’ meselesini işlediği ve önce Amerika’da İngilizce olarak neşredilen, bilâhare Türkçeye çevrilip İstanbul’da yayınlanan Bediüzzaman Said Nursî Olayı adlı eserini yazdı.

Eserin önsözünde “Eğer Cemil Meriç bir din âlimi kimliğiyle yaptığı katkılar konusunda dikkatimi çekmemiş olsaydı, Said Nursî’yi bir araştırma alanı olarak seçmezdim. Bana açıp, paylaşmama izin verdiği görüşleri için Meriç’e hep minnettar kalacağım” diyerek Cemil Meriç’e teşekkür etti. (Şerif Mardin. Bediüzzaman Said Nursî Olayı. İletişim. İstanbul 1992 s: 8)

Cemil Meriç gibi Şerif Mardin’in ilgisi de sadece Bediüzzaman Said Nursî’nin hayatının seyrine münhasır kalmadı. Eserinde Bediüzzaman’ın biyografisinin yanı sıra Nur Hareketinin işleyişini ve gelişmesini de sosyolojik açıdan incelediği ilmî değerlendirmelerde bulundu.
Yaptığı çalışmalar, görüşmeler ve seyahatler sırasında Risâle-i Nur Külliyatını gözden geçirmiş, bazı bahisleri okumuş veya iştirak ettiği derslerde dinlemişti. Fakat o bunlarla iktifa etmedi. Risâle-i Nur’u bir defa daha okuyarak muhtevası ile birlikte diline, üslûbuna, belâgatine, i’cazına da âşinâ oldu ve bazı yönlerine sosyolojik yorumlar getirdi.

Meselâ; o, Cemil Beyin biraz ‘kusurlu’ bulduğu üslûbun, sadece Said Nursî’nin devraldığı mirastan değil, ‘belli bir mantık sırası izleyen eğitim geleneğinde görülene kıyasla, semboller ve mecazların, tanımlanması mümkün olmayan anlamlarla daha fazla yükselmesinden ve dinleyicilerin de buna hazır olmalarından’ ileri geldiğini söyledi.
“Said Nursî’nin büyülü üslûbunun, kendisine taraftar kazanılmasında halen önemli bir rol oynadığını göstermektedir. Said Nursî’nin kıvraklığının, sarsıcı üslûbunun ve gramer kurallarına aykırı cümlelerinin çekici etkisinin kavranılması, devletin finanse ettiği ehl-i sünnet Müslüman elit kuruluşu olan İlâhiyat Fakültesi’nden mezun olanlar için güçtür. İmâlı ve yüzeysel tarzda örtük nitelikler de taşısa, Bilge’nin üslûbu, yeni izleyicilerin kazanılmasında inkâr edilmez bir güç oluşturmuştur.” (A.g.e. s: 280)

Said Nursî’nin üslûbunun ve Risâle-i Nur’un dilinin insanlar üzerindeki tesirini bu sözlerle ifade eden Şerif Mardin, bu tesirin, ‘on dokuzuncu yüzyılın elektrik ve termodinamiği ile ilgili konuşma tarzı, yani kavramlaştırma tarzının Risâle-i Nur’un diline girmesinden, Türkçe cümlelerine özel bir âhenk veren Arapçalaşmış zengin kelime haznesinden ve Kur’ân’ın üslûbunu çağrıştıran yönler bulunmasından’ (A.g.e. s: 280) ileri geldiğini ifade eden kendine has ilmî tesbitler yaptı. 

Şerif Mardin gibi pek çok ilim, fikir, düşünce adamı, akademisyen, bürokrat üzerinde müsbet tesirler husûle getiren Cemil Meriç, Said Nursî’nin üslûbuna, Risâle-i Nur’un diline, Nur Hareketinin teşekkülüne ve fiilî işleyişine de hususî bir ilgi gösterdi.
Kendisine Risâle-i Nur ilk okunduğu zaman belki de okuyanların tarz ve telâffuzlarından ileri gelen hissî bir yaklaşımla Said Nursî’nin üslûbuna âşinâ olmakta biraz zorlanmıştı.
Okuma fasılları devam ettikçe “Bediüzzaman ister istemez feyz aldığı medresenin girift ve çarpık ifade tarzından kurtulamıyor” (Aydınlar Konuşuyor. 58) diyerek ifade ettiği o kanaati değişti. “Risâle-i Nur’da üslûp ile mânâ tam bir âhenk halindedir. Denizin suyunda tuzla su nasıl kaynaşmışsa, Nur eserlerinde de mânâ ile üslûp o şekilde kaynaşmıştır” (Nurculuk Nedir s: 18) gibi ifadelerle kanaatlerini alenen tashih etmekten çekinmedi.

Cemil Meriç’in, Said Nursî’yi tanımaya çalıştığı, Risâle-i Nur’la ciddî mânâda meşgul olduğu ve kanaatlerini açık yüreklilikle, merdâne ifade ettiği günlerde, bazı çevreler Risâle-i Nur’un dili üzerinde bazı istifhamlar uyandırma gayreti içine girmişlerdi.
Bediüzzaman’ın rahle-i tedrisinde yetişen ve hizmetinde bulunan talebeleri o teşebbüslere birlikte neşrettikleri lâhika mektupları ile cevap vermeye çalıştılarsa da camianın dışındaki insanlar üzerinde fazla tesirli olamadılar.
Bunun üzerine Nur Hareketinin naşir-i efkârı olan ve o günlerde Yeni Nesil adı ile yayınlanan Yeni Asya gazetesinin muhabirleri, meselenin mütehassısı olan aydınların görüşlerini sordular. Lâkin her vesile ile her sahada konuşan pek çok kişi kanaatini beyan etmekten çekindi.

Bu hususta en güçlü ses yine Cemil Meriç’ten geldi. Necmeddin Şahiner’in, Risâle-i Nur’un dili hakkında sorduğu sorulara ‘her eserin kendi dili ile doğduğunu, milletimize Rabbanî bir iltifat olan Risâle-i Nur’un dilinin Kur’ânî, İslâmî bir lisan olduğunu, Risâle-i Nur’un kelimeleri ile oynamaya kimsenin hakkının olmadığını’ ifade etti.
O da biliyordu söylediği sözlerin ona muhalif çevreleri rahatsız edeceğini. Muhataplarının, Risâle-i Nur üzerinde yapılacak tahlil ve tefsir çalışmalarına karşı olduğu zehabına kapılmalarına fırsat vermemek için de sözlerini biraz daha netleştirdi:
“Bediüzzaman Said Nursî’nin eserlerini, ancak Said Nursî kabiliyetinde ve İslâmî kelime hazinesini onun kadar iyi bilen birisi nihayet tevil ve tefsire kalkışabilir. Bunu da ne kadar yapabileceği, yaptıktan sonra belli olur.” (Nurculuk Nedir s: 17)

Tarihî cihetini, ‘Büyük bir imparatorluğun son sözleri’ diye tavsif ettiği Risâle-i Nur’u Türk dilinin temel eserlerinden biri olarak kabul eden Cemil Meriç’e göre o eserlerin Türkçe telif edilmesi, millet için olduğu kadar dil ve düşünce dünyası için de büyük bir kazançtı.
Nitekim dili tahrip edilerek inancı, mânevî değerleri ve mazisi ile bağlarından koparılıp ‘bir toz yığını’ hâline getirilmek istenen millet, resmî baskılara, fiilî zorluklara ve maddî sıkıntılara göğüs gererek Nurları sahiplenmişti.

Ekseriyeti kırlarda, köylerde yaşayan ve işlerinin çokluğundan düşünmeye bile vakit bulamayan insanların, küçük risâleler halinde ellerine geçen Nurları iştiyakla okumaları, anlamaları, yakın çevreleri ile birlikte dersler yapmaları Risâle-i Nur’un dilinin, günlük konuşma dilleri ile inançlarını imtizaç ettirmesinden ileri geliyordu.
Cemil Meriç, bizzat yaşayanlardan görerek ve görüşerek müşahede ettiği bu hakikati “Risâle-i Nurları okumadan ne Türk dili öğrenilebilir, ne de Türk düşüncesi. Risâle-i Nurlar bizim millî hazinemizdir” (Nurculuk Nedir s: 13) gibi sözleri ile dile getirdi.

Bu arada, resmî mercilerden destek alan ve onların talimatıyla hareket eden bazı kişilerin hedefinden saptırmaya çalıştığı bir gerçeğe daha işaret etti. O da Risâle-i Nur’un etrafında kenetlenen insanların teşekkül ettirdiği cemaat ve onun ismi altında faaliyet gösteren cihanşümul hareketti.
Said Nursî’nin, ‘küfrün hücumlarının bir şeye yaramadığını anlayarak kendi kendine pişman olmasını sağlayan’ imanî eserler vermesinin yanında güçlü bir cemaat teşekkül ettirmesi de onun dikkatini çeken hususlardan biriydi.
Hâl-i hazırda da, gelecekte de Nur Hareketine makul bir nazarla bakmak isteyen insanların, ancak onun başarabileceği bu gerçeği de görmesini sağlamak maksadıyla Bediüzzaman’ın Nurları telif etme gayretini, Nur Talebelerinin o sıfatı alma mücadelelerini ve cemiyet içindeki yerlerini nazara vermek istedi.
“Ülkemizin yüzüstü bırakılan insanları, onun Nur Risâlelerini okuyarak İslâmiyetin ne kadar aydınlık, ne kadar muhteşem, ne derece şerefli bir inanç manzumesi olduğunu idrak ettiler. Zilletleri izzete tahavvül etti. Mukaddes iman ateşini söndürmemek için bütün çile ve işkencelere katlandı. Sonunda dünyadan ebediyete muzaffer olarak intikal etti. Bediüzzaman ışığı vatan sathına en çok yayılan gür bir meş’aledir. İslâm’ın bayrağını zinde bir imanla gelecek nesillere devretmek için hiçbir fedakârlıktan çekinmeyen Nur Talebeleri hem sayı, hem ihlâs bakımından önde olmak vasfını muhafaza etmektedir.” (Nurculuk Nedir s: 17 )

Cemil Meriç bu ve benzeri sözleri; Said Nursî, Risâle-i Nur, Nurculuk hakkında kimsenin konuşmaya cesaret edemediği, konuşanların istihbaratın sıkı takibine, tacizine maruz kaldığı, kendini aydın diye adlandıran karanlık çevreler tarafından horlandığı, dışlandığı bir zamanda söyledi.
Gazetelerde, dergilerde yayınlanan o sözleri bir mensubiyet hissiyle veya yeni çevre edinme maksadıyla da söylemedi. Her mütefekkirin göstermesi gereken medenî cesareti gösterip yapması icap eden ilmî hareketi yaptı ve düşünceye saygı duymasının, dâvâsının mücadelesini veren insanlara hürmet etmesinin iktizası olarak ifade etti.

Çünkü ‘Said dağ başında va’z eden bir mürşit. O konuştukça laikliğin kartondan setleri yıkıldı birer birer’ dediği Said Nursî de, ‘Nurculuk bir terkiptir. Kısır ve yapma bir üniversiteye karşı medresenin, küfre karşı imanın, Batıya karşı Doğunun isyanı’ (C. Meriç’in Dünyası s: 140) diye tarif ettiği Nur Talebeleri de o saygıyı ve hürmeti hak eden dürüst, mert, fedakâr, ihlâslı insanlardı.

Böylece Cemil Meriç, düşünceye saygının tezahürü olan bu gibi sözleri ve cesur hareketleri ile bir mütefekkirin, haklının yanında yer alıp mazlûmu müdafaa ettiği nisbette her düşünce sahibi tarafından sayılıp sevilebileceğini gösteren güzel bir örnek oldu.

Yeni Asya