Colin Turner: Risale-i Nur ile hayatımızda büyük bir bomba patladı
Durham Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Colin P. Turner ile yapılan röportaj
İçine doğduğunuz sosyal şartlar ve kişiliğinizin şekillenmesinde etkisi olan insanlarla başlasak…
İngiltere’nin endüstriyel merkezinde, Birmingham şehrinde, ellili yılların ortalarında işçi sınıfı bir ailede doğdum. Yedi yaşına kadar ailem ve geniş ailemin birkaç üyesiyle birlikte büyük bir evde yaşadım. O zamanlar hayat huzurluydu. Şehrin ‘yeşil kuşağa’ dayanan bir dış mahallesinde yaşıyorduk: geniş bahçemiz yerel Katolik ilahiyat okuluna ait bir çiftliğin sınırındaydı, bu yüzden birçok yönden kırsalda büyümek gibiydi. Annemle babam hayatlarının çoğunda yarı vasıflı fabrika işçileriydi ve kardeşlerim olmadığı için o ilk yıllarda farklı teyzeler ve amcalar bana baktılar. Ama ben yedi yaşındayken geniş aile büyük evi bırakıp daha küçük dairelere taşınmaya karar verdi. Böylece, ailem ve ben, Birmingham’ın farklı bir bölgesindeki, onsekiz yaşında okulu bitirene kadar kalacağım iki yatak odalı küçük bir daireye taşındık.
Onbir yaşındayken, Birmingham’ın diğer tarafındaki özel bir erkek okuluna gitmek için burs kazandım. Bu, her gün uzun bir otobüs yolculuğu yapmak demekti ve aynı zamanda çoğu mahallî karma okula gitme durumundaki tüm ortaokul arkadaşlarıma veda etmem anlamına gelecekti. Bu yüzden burs kazandığım özel okulu babamı hayal kırıklığına uğratma pahasına reddettim ve çoğu arkadaşımla birlikte mahallî karma okula gitmeye karar verdim. (Daha sonraları, gerekli olduğunu fark ettiğim bir karardı; çünkü müstakbel eşimle o okulda tanışacaktım!)
KOMÜNİZMİN CEVAPLAYAMADIĞI SORULAR BEDİÜZZAMAN’IN BAHSETTİĞİ SORULARDI
Babam ondört yaşında çalışmak için okulu bırakmış ve daha sonra donanmaya katılmış biriydi. Son derece zeki ve yetenekli bir adamdı, temelde kendi kendini yetiştirmişti ve benim okulda başarılı olmam için çok hevesliydi. Hem o, hem de annem odamı—ve hayatımı—bir numaralı zevkim olan kitaplarla doldurdu. Okuldan sonra hepimizin oyun oynadığı sokaklarda çok sayıda arkadaşım varken benim asıl tutkum okumaktı. Sonuç olarak okulda da çok başarılıydım.
Gençlik yıllarım büyük ölçüde isyan yıllarıydı. Sosyal adalet benim için çok önemliydi, ama o zaman hayatımı yaşayacağım mutlak bir kritere inancım olmadığından sola yöneldim ve onüç yaşında Büyük Britanya Komünist Partisine katıldım. Ancak komünizm, beni her zaman rahatsız eden büyük varoluşsal soruları cevaplayamadı. Bugün anlıyorum ki, bu sorular Bediüzzaman’ın bahsettiği sorulardı: Ben kimim ve neyim, nereliyim? Burada ne yapıyorum? Öldüğümde nereye gideceğim? Gelişim yıllarımda metafizik meselelerle boğuştum ve onaltı yaşında daha sonra eşim olacak kızla tanıştığımda teolojiye olan ilgim daha da arttı. O, diğer birkaç arkadaşımla birlikte Allah’a inanıyordu. Ben ise inanmıyordum. Bu yüzden arkadaşlarımın Allah’a neredeyse sebepsiz yere inanmaları beni oldukça rahatsız etti. Bana her zaman tartışma, münazara ve buna-şuna-diğerine neden inandığıma dair sebepler getirmem öğretilmişti. Çevremdeki insanlar mantıklı ya da rasyonel olarak ispatlanabilir kanıtlar hakkında endişelenmiyor gibiydiler ve bu yüzden, kalbim sevgi dolu bir Allah’a inanmanın kesinliğini isterken aklım çevremdeki arkadaşların araştırmadan ziyade öykünme şeklindeki inancında tatmin bulamadı. Kısacası gelişim yıllarım, herşeydeki yerimi anlamak için yoğun bir arzuyla birlikte, isyan ve muhalefet yıllarıydı.
İRAN İSLAM DEVRİMİNE YAKINDAN TANIK OLDUM
Peki bir akademisyen olarak mesleğinizi nasıl seçtiniz? Ve neden?
Liseyi bitirdiğimde, onsekizinci yaş günümden kısa bir süre sonra Birleşmiş Milletler’de tercüman olma düşüncesiyle Rusça, Fransızca ve Almanca okumak üzere Londra Üniversitesine gittim. Asıl arzum ise oyunculuktu. Kraliyet Dramatik Sanatlar Akademisinde seçmelere de katılmıştım, ancak babam oyuncu olmam fikrine şiddetle karşı çıktı ve beni vazgeçirdi—geçmişe baktığımda, iyi ki öyle yapmış diyorum. Ancak Londra’daki çalışmalarımdan zevk alamadım ve beş ay sonra yine ailemi hayal kırıklığına uğratarak üniversiteden ayrıldım, Birmingham’a döndüm ve bir bankada iş buldum. Bu sırada okulda altıncı sınıftayken ilgi duyduğum kız doğduğu ülkeye, İran’a dönmeye karar vermişti. Onunla evlenmeye kararlıydım ve aslında evleneceğim kişinin o olacağına daha onunla tanıştığım ilk gün karar vermiştim (yine o noktada kader çok açık çalışıyor!). 1974’ün sonlarına doğru çantamı topladım ve evden kaçarak İstanbul’a giden bir trene bindim. Planım İstanbul’dan başka bir trene binerek müstakbel eşimin Birleşmiş Milletler için çalıştığı Tahran’a gitmekti. Ayrıca eski ‘hippi yolunu’ takip ederek Afganistan’a ve oradan da Nepal’in başşehri Katmandu’ya gitmeyi planlamıştım, ama Tahran’a vardığımda hiçbir yere kendi başıma gitmek istemediğimi farkettim! Böylece sonraki dört yıl boyunca İran’da önce İngilizce öğretmeni olarak, sonra Farsçam akıcı hale geldiğinde ise mütercim ve tercüman olarak yaşadım ve çalıştım. 1976’da Meşîd ve ben evlendik. 1979 baharında İran İslam Devrimine yakından tanık oldum, sonra İngiltere’ye döndüm. Planım, ikinci kez üniversiteyi denemekti.
Ve böylece, 1979 sonbaharında, Birmingham’dan kuzeydeki küçük Durham kasabasına taşındık. Çünkü Arapça ve siyaset bilimi okumak için Durham Üniversitesine kaydolmuştum. Siyasetin pek bana göre olmadığını çok çabuk anladım ve bu yüzden dersleri değiştirip Doğu Bilimleri diploması almaya karar verdim. O zamanlar Şarkiyat çalışmaları temelde İslam ve Orta Doğu araştırmaları anlamına geliyordu. Üç dilde: Arapça, Farsça ve Türkçe. Orta Doğu/İslam tarihi, antropoloji, siyaset ve uluslararası ilişkiler alanındaki çeşitli seçmeli derslerin yanısıra, lisans düzeyinde okumak üzere Arapça ve Farsça’yı seçtim. Lisans eğitimim sırasında Safevî İran’ında Şiîlik ile siyaset arasındaki dinamiklerle çok ilgilenmeye başladım ve 1982’de en yüksek dereceyle mezun olduğumda İngiliz Akademisinden doktora için burs kazandım. Safevî devlet-din adamları ilişkileri; özellikle Safevî Şiî alimlerinin tartışmasız en ünlüsü ve en kötü şöhretlisi olan Allâme Muhammed Bâkır Meclisî’ye odaklanarak… Dolayısıyla, eğitim itibarıyla bir tarihçi olduğumu söyleyebiliriz.
BİR TÜRK ÖĞRENCİ SAYESİNDE RİSALE-İ NUR’U KEŞFETTİM
Ancak bu arada aynı bölümde doktora yapan bir Türk öğrenci sayesinde Risale-i Nur’u da keşfettim. Bu kişi Ali Mermer’den başkası değildi ve doktora tezi Nurculuk üzerineydi. Sıkı dost olduk ve beş yıl boyunca, yani 1980 ile 1985 arasında, haftada üç kere Risale dersi yaptık. Böylece önümüze yepyeni bir dünya açıldı.
BANA HİTAP EDEN İSLAM’IN ÖZEL ‘TADI,’ ESASEN ‘METAFİZİK BİR TEMELE SAHİP SİYASİ İSLAM’DI
Bu süreci de anlattığınız “Bir İman İnkılabı: Risale-i Nur” yazınıza hayran kalmıştım. Bu yazıyı yazmanıza sebep olan dinamiklerden bahseder misiniz?
Bir komünist olarak elbette resmiyette ateisttim, ama daha önce de söylediğim gibi, gençlik yıllarımın çoğu metafizik arayışlarla geçmişti. 1974’te İran’a gitmek için İngiltere’den ayrıldığımda, Londra’dan İstanbul’a üç günlük tren yolculuğunda okumak için yanıma aldığım birkaç kitaptan biri C. S. Lewis’in The Problem of Pain (Acı Sorunu) başlıklı kitabıydı. Burada Lewis benim için çok önemli olan bir konu olarak teodiseyi, yani kötülük (şer) problemini ele alıyor. Sevgi dolu ve merhametli bir Tanrı fikrini acı ve ızdırabın varlığıyla uzlaştıramamıştım. Tanrı’ya inanmama engel olan birşey varsa, o da buydu. Her neyse, trende üç gün, okumak ve düşünmek için uzun bir süre; ama rahatlıkla söyleyebilirim ki, İstanbul’a geldiğimde artık ateist değildim. Fakat Hıristiyanlık bana çok da mantıklı gelmedi ve bu yüzden dikkatimi çeken tek alternatif elbette İslam’dı. Ve bir süre İran’da bulunup Feridüddin Attar ve elbette Mevlânâ Rûmî gibi bazı sûfî yazarlarla tanıştıktan sonra, İslam’ın mantıklı olduğuna karar verdim. Böylece Aralık 1975’te ailemi görmek için İngiltere’ye yaptığım bir gezi sırasında kelime-i şehadet getirdim ve en azından zahirde Müslüman oldum.
İran’a döndüğümde, namaz da dahil birçok şeyi öğrendiğim Sünni Müslüman bir ailenin kanatları altına alınmıştım. Ve tabiî, o vakte kadar müstakbel eşimle ‘nişanlı’ydım; o da benim İslâm’ı öğrenmeme destek oldu. 1978 yazında İran devriminin emareleri başladığında, Mehdi Bâzergan’ın teolojisiyle tanışmış ve onun birkaç kitabını Farsça’dan İngilizce’ye çevirmiştim. Bâzergan benim için bir tür akıl hocası oldu ve bu yüzden benim İslam’ım, eğer karakterize edilebilirse, itikadi olarak Sünni ama siyasi açıdan Şiî olan bir İslam’dı. İslami yönetimin önemine tamamen inanıyordum ve o yıl 1978’de yaz ve sonbahar günlerimizi dolduran gösterilere aktif biçimde katıldım. Tahran ve diğer şehirler gitgide daha kalabalık hale gelen Şah karşıtı gösterilere sahne oldu. Benim için, genç—yani yirmili yaşların başında—bir Batılı olarak tüm popüler devrim kavramı, o güne kadar hakkında sadece tarih kitaplarında okuduğum birşeydi. Heyecan verici olduğunu söylemek, mutlak surette yetersiz olur. Olanların büyüklüğünü ancak tehlikeli durumlarla karşılaşmaya başladığımda farkettim. Birkaç kez kanlı gösterilere ve Şah’ın askerleri tarafından protestocuların vurulmasına şahit oldum. Şubat 1979’da devrim doruk noktasına ulaştığında, British Council’deki işimi kaybetmiştim. O yıl birkaç aydır başkanlığını yaptığım tercüme bürosu da kapatıldı ve müdürleri hapse atıldı. Ben çıkış vizesi alamadığım için, karım benden birkaç ay önce İngiltere’ye gitmişti. Ama sonunda, 1979 Şubat’ının son haftasında, devrimin başarısından sonra Birleşik Krallık’a döndüm.
Planımız üniversiteye gitmekti. Böylece 1979 sonbaharında Durham’a taşındık ve akademik kariyerim başladı. Eşim Meşîd de çalışmaya kabul edilmişti, orada hamile olduğunu öğrendim. Ocak 1980’de en büyük oğlumuz Ali doğdu. Durham’da küçük bir İslami öğrenci topluluğu vardı, ama etkinliklerinin hiçbiri beni gerçekten ilgilendirmiyordu. İran’da gördüklerimiz ve yaşadıklarımız ile sanırım biz bir devrim yaşamıştık. Bana kişisel olarak hitap eden İslam’ın özel ‘tadı,’ esasen ‘metafizik bir temele sahip siyasi İslam’dı. Metafizik Bâzergan ve Mutahhari gibi âlimlerin nezaketiyle gelirken, İslam’ın sosyal adalet tarafına—en azından benim görüşüme göre—büyük Ali Şeriati öncülük ediyordu.
AKLIM İSLAM’IN TEK DOĞRU YOL OLDUĞU KONUSUNDA MUTMAİNDİ, AMA KALBİM DOLDURULMAMIŞTI VE BOMBOŞTU
Ancak zaman geçtikçe İran’daki İslam devriminin idealleri, devrimi yöneten din adamları sınıfının Şah rejimini yöneten otokratlardan aslında o kadar da farklı olmadığı ortaya çıkınca, bozulmaya başladı. Yavaş yavaş hayal kırıklığına uğradık ve bir süreliğine Halkın Mücahitleri’ne (Mücahidîn-i Halk) bağlılığımızı ilan ettik. Ama onlar da nihayetinde ihtiyaçlarımıza ve sorularımıza cevap veremediler: Ben Müslüman olmak için komünizmden vazgeçmiştim, ama Halkın Mücahitleri’nin giderek artan Marksist-Leninist yaklaşımları beni yeniden sola ve tamamen siyasetten ibaret olup hiç maneviyatı olmayan bir İslam’a sürüklüyor gibiydi. Aklım İslam’ın tek doğru yol olduğu konusunda mutmaindi, ama kalbim doldurulmamıştı ve bomboştu. Artık gerçek maneviyatımın yerleşmesi gereken kalbimde Allah’a tam imanla kapanacak bir delik olduğunu biliyordum. Bu sebeple maalesef Halkın Mücahitleri’nden ayrıldık ve bir süre bir akıl hocasından ve ruhsal-manevî bir yuvadan mahrum kaldık.
RİSALE-İ NUR İLE HAYATIMIZDA BÜYÜK BİR BOMBA PATLADI
İşte o zaman bu tuhaf, uzun saçlı Türk talebe, bize tuhaf gelen, kâinatı ‘ilahi bir kitap’ olarak gördüğü anlayışla, ‘altı bin sayfa Kur’ân tefsiri’ dediği şeye atfettiği bir teolojiyle hayatımıza girdi. Elbette bu sözlerle iştahımızı kabartıyordu ve kısa sürede Risale-i Nur’daki bazı önemli risaleleri bize tanıtmıştı. İşte bu noktada hayatımızda büyük bir bomba patladı ve ardından gelen patlamada dünya ve içindeki herşey gibi hayatımızın çeşitli kısım ve parçalarının yavaş yavaş, birer birer yerine oturduklarını görmeye başladık. Dünya ve içindekiler tamamen anlam kazanmaya başladılar.
“LÂ İLÂHE İLLALLAH” KUDSÎ KELÂMIN SLOGANLAŞTIRILMASI, İSLAM’I KABUL ETTİĞİM GÜNDEN BERİ BENİ RAHATSIZ ETMİŞTİ
“Bir İman İnkılabı”na gelince, bu 1991 yılındaki ilk Risale-i Nur Sempozyumu için yazdığım bir itiraf yazısıydı. Temelde bir inanç topluluğu olarak sahip olduğumuz eksikliklere dikkat çekmek için kaleme almıştım. Kur’an’da ‘Allah’ kelimesinin üç binden fazla zikredilmesine rağmen, biz genel olarak—hem günlük hayatımızda hem de ilimlerimizde—Allah’a değil, Allah’ın kanun ve düzenlemelerine odaklandık. İslam’ı, yaklaşım itibarıyla ağır biçimde nomosentrik, yani kural-odaklı dışsal bir inanca dönüştürdük. Geçenlerde, Kuala Lumpur’da bölgenin en büyüklerinden biri olan ünlü bir kitapçıyı ziyaret ettim ve kitapların yarısının ‘siyasal İslam,’ diğer yarısının ise fıkıh ve usul-i fıkıh hakkında olduğunu görmek beni şaşırttı. İlahiyat okullarımız temelde fıkıhçı ve imam üretimi için taşıma bantları niteliğinde ve tamıtamına aynı gözlemleri yapan İmam Gazzalî zamanından beri maalesef böyleyiz. Gazzalî Kur’an’ın bazı temel terimlerinin vahiyden bu yana geçirdiği semantik değişimler karşısında dehşete düşmüştü: örneğin, fıkıh terimini kendisinden türettiğimiz tefakkuh, başlangıçta ‘Allah’ın azamet ve kibriyası üzerine düşünmek’ anlamına geliyordu. Halbuki Gazzalî zamanında bu terim, sadece bugün hukuk bilimi olarak adlandırdığımız bilgiyi ifade etmeye başlamıştı.
Gerçekten de, bugün herhangi bir Müslüman ilahiyat okuluna bir çubuk atarsanız, bu bir kelamcı veya düşünüre değil, bir fıkıhçının başına isabet edecektir. Bununla fıkhın yerinin olmadığını söylüyor değilim; yerinin varlığı açık. Fakat Kur’ân’ın fıkhî hüküm içeren ahkâm âyetlerinin ne kadar az olduğunu, Yaratıcıdan ve O’nun ‘güzel isimleri’nden veya kozmolojiden ve içinde bulunduğumuz âlemin işleyişinden bahseden âyetlerin ise ne kadar çok olduğunu düşündüğünüzde, fıkıhçıların sayısının, inancın ‘dışsal boyutu,’ yani ‘uygulama esasları’yla ilgili kural ve düzenlemeleri kapsayan ahkâm âyetlerinin sayısıyla orantısızlığını göreceksiniz. Bu, naklî bilimler ile aklî ilimler arasındaki ilişkiye gelince, naklî ilimlerin ilim merkezlerimizde açık ara en fazla temsil edilen ilimler olduğu anlamına geliyor. Gazzalî, bunun sebeplerinden birinin, fıkhın ‘nefsi rahatsız etmemesi ve sorgulamaması’ olduğunu iddia eder; gerçekten de, etkili ve önemli bir hukukçu olmak nefsi pohpohlayan birşeydir, öyle ki kişi fıkhın daha da ince noktalarını tartışmak için sayısız saatler harcamaktan ve durmadan kılı kırk yarmaktan başka birşey sevmez hale gelir.
Bunu benim kişisel dünyama getiren, Rusya’nın Afganistan’ı işgaliydi. İstilaya karşı gösteri yapmak için yürüyüşe çıkmıştım ve söylenenlerden biri de “Lâ ilâhe illallah” idi. Bu kudsî kelâmın sloganlaştırılması, İslam’ı kabul ettiğim günden beri beni rahatsız etmişti, çünkü hiç kimse bana gerçekten ‘Allah’a ortak koşmanın’ ne kadar yanlış olduğunu söyleyememişti. Sonuçta şirk, Yaratıcıya hiçbir şekilde zarar veremez; o halde neden bu kadar bağışlanamaz bir günah idi?
“ALLAH’A İNANDIĞIMIZ İÇİN Mİ MÜSLÜMANIZ, YOKSA MÜSLÜMAN OLDUĞUMUZ İÇİN Mİ ALLAH’A İNANIYORUZ?"
Konuştuğum hiç kimse bu büyük günahın neden günah olduğunu açıklayamadı. Aldığım açıklamaların çoğu, “bir ülkede iki mutlak hükümdar olamaz” iddiasını basitçe yineledi. Aldığım cevapların hiçbiri özellikle tatmin edici değildi ve bir inanç topluluğu olarak herhangi bir tür teolojik spekülasyona girişme konusunda neden bu kadar çekingen olduğumuzu merak ettim: Kur’an’da bir kavram açık ve net bir şekilde belirtilmedikçe, Allah’ın mahiyetine ve O’nunla olan ilişkimize dair herhangi bir tür varsayım, görünüşte varsayılan sınırların dışındadır.
Bu beni retorik olarak başka bir soru sormaya itti: “Allah’a inandığımız için mi Müslümanız, yoksa Müslüman olduğumuz için mi Allah’a inanıyoruz?” Bu sorgulamanın, İran devriminin en önemli etkin faktörlerinden biri olduğu ‘siyasal İslam’ın yükseliş döneminde gerçekleştiğini unutmamalısınız. Demek istediğim, bir devrime ihtiyacımız varsa, herşeyden çok ihtiyacımız olan bir ‘inanç devrimi,’ bir ‘iman inkılabı’ idi. Bu, Kur’an’ın “Ey iman edenler! İman ediniz….” âyetiyle, apaçıktır.
Mü’minlere imanı emretmek, sürekli olarak yeniden düşünülen ve yenilenen bir inanca duyulan ihtiyacın göstergesidir, çünkü Allah’ın âyetleri sürekli olarak vahyolunmakta ve işaretler bir karşılık talep etmektedir. İnanç statik değil dinamiktir ve inandığımız şeyler artmaya açık olmasa da, inancımızı destekleyen itmi’nan, Allah’ın âyetleriyle sürekli değişen bağlılık seviyemize göre yükselir ve düşer. Ayrıca Kur’an’ın da teyit ettiği gibi, Allah’tan en çok korkanlar âlimlerdir. Ve buradaki bilginin Allah’ı bilmek ve Allah hakkında bilmek olduğu açıktır. Yaratıcıya karşı haşyet uyandıran başka ne tür bir bilgi var? Hukuk bilimi olamaz, fıkıh ve usul-i fıkıh olamaz; ve bu nedenle daha temel, varoluşsal birşey olmalıdır. Allah bilgisi, yani marifetullah, evrendeki yerimizi, dünyadaki rolümüzü ve görevimizi ve ölümden sonraki varış noktamızı bize bildirebilecek yegâne bilgi türüdür.
RİSALE-İ NUR’U BU İNANÇ DEVRİMİNİN, İMAN İNKILABININ KAYNAĞI OLARAK GÖRÜYORDUM
Seksenlerin başında yazılan, ancak 1991’deki ilk Risale sempozyumuna kadar yayınlanmayan “Bir İman İnkılabı,” işte bu fikirlerden kaynaklandı. Açıkçası, Risale’ye girişimden sonra yazdığım birşeydi, çünkü Risale-i Nur’u bu inanç devriminin, iman inkılabının kaynağı olarak görüyordum ve bu makalenin bu yüzden bu kadar popüler olduğunu düşünüyorum. Şimdi bile, o ilk sempozyumdan, makalenin yayımlanmasından otuz yıl sonra insanlar gelip bana bundan nasıl etkilendiklerini anlatıyorlar. Yazdıklarımın çoğu yaklaşım açısından akademikti. Oysa bu yazım, baştan sona kişisel bir itiraf niteliğindeydi ve belki de bu yüzden bu kadar çok insanın ilgisini çekti. Bu yazım insanları inançlarını yeniden düşünmeye teşvik ettiyse memnun olurum ve bunu yazdığım için pişman değilim. Ama bütün yazdıklarım için kesinlikle bunu söyleyemem!
ŞAHSEN BENİM İÇİN HİÇ KİMSE ‘MÜCEDDİT’ SIFATINI ÜSTAD NURSİ’DEN DAHA FAZLA HAK ETMİYOR
Risale-i Nur’u hayatınızda nasıl konumlandırıyorsunuz ve Risale-i Nur bakış açınızı ve kişisel etkileşimlerinizi nasıl biçimlendiriyor?
Basitçe söylemek gerekirse, benim için Risale, bana manevî temel veren şeydir. Risale-i Nur ile tanışmadan önce, sersemlemiş bir kelebek gibi yazardan yazara, kitaptan kitaba koştururdum. Bir gün manevî rehberim olarak gördüğüm kişi Mehdi Bâzergan’dı; ertesi gün Rûmî. Benim sosyopolitik anlayışımın temellerini bir gün Şeriati oluşturdu; ertesi gün Mevdudî. Doğru ve yanlışın bir ölçütüne ihtiyacımız olduğu gibi, iman esaslarına (Allah, melekler, kitaplar, peygamberler, ahiret ve kader) ilişkin, teolojik olarak neyin sağlam ve geçerli olduğuna dair bir ölçüt olarak işlev görebilecek sahih bir ikincil bilgi temeline de ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Risale böyle bir temel sağlıyor. Risale-i Nur, geniş kapsamlı bir eser; çünkü ayinedarlık ettiği Kur’an gibi, sadece aklı değil, kalbi ve hem zahirî hem bâtınî diğer duyuları da memnun edecek şekilde tüm ‘iman esaslarını’ kapsar. Bu tür eserler sıklıkla ortaya çıkmazlar. Bu konuları kapsamlı ve entellektüel olarak da tatmin edici bir şekilde ele alan, teolojik olarak doğru ve yanlış olanın bir kriteri olarak rasyonel olarak kanıtlanabilen gerçeklerin zeminini ortaya koyan böylesi eserler, tecdid eserleri olarak anılmaya layıktır. Her düşünce okulunun, her fıkıh mezhebinin ve her tarikatın kendi ‘mücedditler’ listesinin olduğunu biliyorum ve bu nedenle kimin ‘müceddit’ olduğuna karar vermek genellikle oldukça özneldir. Şahsen benim için hiç kimse ‘müceddit’ sıfatını Üstad Nursi’den daha fazla hak etmiyor. Vahye ayna tutan risalelerinin, bin yılda bir gerçekleşen kıymette bir eser olduğuna inanıyorum.
BAŞLANGIÇTA SADECE RİSALE’YE ODAKLANSAYDIM, ‘TEOLOJİK OLGUNLUĞA’ ÇOK DAHA ÇABUK ULAŞIRDIM
Kanaatimce, imanın yenilenmesinde ve bu yenilenmeye katkı sağlayan iman esaslarının tefsirinde öne çıkan iki eser var: İmam Gazzalî’nin İhyâ’sı ve Üstad Nursi’nin Risale-i Nur’u. Ancak şimdi, yani Risale’nin sayfalarını ilk kez açtıktan kırk yıl kadar sonra, bu eserin hevesli okuyucularının neden sadece Risale’yi okumamı ve diğer âlimlerin eserlerini sonraya bırakmamı tavsiye ettiklerini Risale’yi bütünüyle okuduktan sonra anlıyorum. O zamanlar nasihati körükörüne kabul edemeyecek kadar kibirliydim ve bu yüzden nerede ve ne zaman faydalı olduğunu düşünürsem her zaman diğer bilim adamlarının eserlerini okumaya özen gösterdim. Ama bugün itiraf ediyorum ki, başlangıçta sadece Risale’ye odaklansaydım, ‘teolojik olgunluğa’ çok daha çabuk ulaşırdım. Dahası, diğerlerinden aşağı kalmayan bir doğruluk ölçütüne sahip olurdum ve bu ölçüt sayesinde diğer âlimlerin eserlerini daha kolay değerlendirebilirdim.
RİSALE-İ NUR’U BİR TECDİT ESERİ OLARAK GERÇEKTEN TAKDİR EDECEK KİFÂYETTE ÂLİM YOK
Risale-i Nur hakkında, son kitabınız olan "Kur’ân’ı Said Nursi ile Okumak" da dahil olmak üzere çok az fikrî çalışma bulunuyor. Avrupalı veya Amerikalı sosyal bilimciler, araştırmacılar Risale-i Nur külliyatının değerini neden takdir edemediler? Öte yandan, Müslüman araştırmacılar bu külliyatı görmezden gelirken, bazıları neden acımasızca eleştirmeye eğilimliler?
Gayrimüslim olup ilahiyatçı da olmayanların Risale-i Nur’un içeriğiyle sorunları var ve bu durum hem Osmanlı Türkçesi’yle yazılmış orijinaline hem de maalesef okuyucu için çok rahat olmayan İngilizce çeviriye nüfuz edememeleri sebebiyle daha da kötüleşiyor. Müslüman âlim ve araştırmacılara gelince, bizde Nursi’yi Müslüman bir bilge olarak veya Risale-i Nur’u bir tecdit eseri olarak gerçekten takdir edecek kifâyette âlim yok. Bunu temelde onların kaybı olarak görüyorum.
BELİRLİ BİR SIRAYLA, EN SEVDİĞİM RİSALELER
Risale-i Nur külliyatından ilk üç risaleniz nedir ve neden?
Bir favori seçmek haksızlık olur. Ayrıca, en sevdiğim risale, genellikle İngiltere’nin hava durumu kadar değişken bir şekilde değişir. Bir favori seçmek çok zor ve karşılaştırmalar tatsız olduğundan, seçimime ciddi bir değerlendirme ve karşılaştırma eylemi yerine zararsız bir eğlence olarak yaklaşmam gerekecek! Belirli bir sırayla, en sevdiğim risaleler şunlardır: Ene Risalesi, kader üzerine Yirmialtıncı Söz, Yirmidokuzuncu Söz’ün melekler bölümü, Tabiat Risalesi, Onuncu Söz, Birinci Söz.
RİSALE-İ NUR TÜM VAROLUŞSAL SORULARINIZI AKLINIZI, KALBİNİZİ GERÇEKTEN TATMİN EDECEK CEVAPLAR VERİYOR
Çağımızın genç Müslüman nesline ve hayatın anlamını arayan agnostik gençlere önerileriniz nelerdir?
Nursi ile ilgili her konuda nazik ve istekli bir uzman bulun ve Risale’deki daha kısa risalelerden bazılarını sizinle müzakere etmesi için ona yalvarın. Yakında, ne kadar uykuda ve muhtaç durumda olduğunuzu; ve samimi bir niyet, açık bir zihin ve kalple, Risale-i Nur’un tüm varoluşsal sorularınızı aklınızı ve tüm duyularınızı, kalbinizi ve vicdanınızı gerçekten tatmin edecek şekilde cevaplayabildiğini anlayacaksınız. Bunu öylesine söylemiyorum. Risale’yi kırk yıldır okuyorum ve kesin olarak söyleyebilirim ki, her zaman benim için sağlam ve güvenilir bir tutamak olmuştur. Kaybolmuş ve saptırılmış gençlerimizin Risale hazinesine, oradan da hakikat okyanusu olan Kur’ân’a bir yol bulmasını niyaz ediyorum. İnşaallahu teâlâ.
KUTUDAKİ DİNDARLIK
Sizin ‘kutu’ benzetmeniz var. Seküler yaşamlar, kutu görevinin bittiğini onaylamak için günlük hayatın herhangi bir yönünü kutulara koyar. Dualar kutulanır, ibadet görevleri kutulanır vesaire… Bu kutu kavramını, böyle seküler bir zihniyet oluşturmanın temel nedenlerini anlamak için ipuçları vererek daha fazla açıklayabilir misiniz?
Modernite, kendi ilke ve prensipleriyle hayatımızı sömürgeleştirme konusunda çok fiyakalı bir iş çıkarmış ve bunu yapabilmek için çok başarılı bir şekilde inancımızı yine kendi sekülerlik odağı doğrultusunda sekülerleştirmiştir. Dolayısıyla modernitenin gözünde din, ‘sahip olduğumuz birşey’dir: o bir sahiplenmedir, kültürel bir mülkiyettir. Tıpkı diğer kültürel mülkler gibi, kültürel ‘bagaj’ın başka herhangi bir ögesi gibi. Bir işim var, bir ev hayatım var, hobilerim ve eğlencelerim var, favori bir futbol takımım var, politik bir bağlantım var ve ayrıca bir denim de var. Dolayısıyla din, kültürel eşyalarımızın ve donanımlarımızın saklandığı birçok kutudan biridir.
Örneğin, her Cumartesi günü üzerinde ‘futbol’ yazan kutuyu açarım ve takımımın renklerini taşıyan şapkamı ve atkımı takıp, kabilemin diğer üyeleriyle birlikte slogan attığım maça gider, takımımızın erdemini öven şarkılar söylerim. Ve diğer tüm kutular için de aynısını yaparım. Ne zaman ve nerede gerekiyorsa onları açarım. ‘Din’ yazan kutu günde beş defa, Cuma namazı için camiye gittiğimde ve ayrıca yılın belirli sair zamanlarında açılır; örneğin oruç tuttuğumda, zekat verdiğimde veya Mekke’ye hacca gittiğimde.
Kutu benzetmesi oldukça basittir: Sekülerlik ve sekülerizmin, yani din ve inancın sivil işlerden veya kamu eğitiminden dışlanması gerektiği anlayışını günlük yaşamımıza basitçe yerleştirir. Sivil işler ve halk eğitimi ‘tarafsız’ olmalıdır, bu da elbette büyük toplumsal faydası olan dinin bir kutuda tutulması gerektiği anlamına gelir. Başka ne anlama gelebilir ki? Sosyo politik yaşantımız ‘İslam’dan bağımsız’ olacaksa ve kamu eğitim sistemimiz ‘tarafsız’ olacaksa, dinin ve temsil ettiği herşeyin ‘kutuya konması’ ve ayrılması gerektiği açıktır.
Ve ne yazık ki biz de bu anlayışı kabul ediyoruz. Sanki bulaşık yıkamak ya da süpermarkete gitmek bir şekilde ‘tarafsız,’ ‘seküler’ veya ‘dünyevî’ eylemlermiş gibi, Müslümanların her zaman ‘dinî hayat’ ve ‘dünya hayatı’ arasında bu yanlış ikiliği yaptığını duyuyorum. ‘Dünyevî’ teriminin çağrışımlarını anlıyorum ve bunun anlamsız olmadığını düşünüyorum. Ancak birçok Müslüman ‘kısmen dinî’ ve ‘kısmen dünyevî’ bir hayat sürmenin tamamen normal olduğunu düşünüyor. En azından benim düşünceme göre ‘dünyevî’ bir eylem, bu şekilde yapılıyorsa namaz ve oruç da dahil olmak üzere, Allah adına değil benlik adına yapılan herhangi bir eylemdir. Kendi başına kutsal olan hiçbir eylem yoktur: Bir eyleme kutsallığını kazandıran, niyettir ve eğer namazın arkasındaki niyet başkaları tarafından görülmek yahut başkalarını etkilemek ise, o eylem kutsal değil dünyevî olacaktır. Namazın hakiki namaz olması için halis niyetle eda edilmesi, ibadet olması için de sırf Allah rızası için yapılması gerekir.
Kafamı meşgul eden bir diğer konu da ‘ibadetle ilgili ameller’ meselesidir. Diyelim ki ‘ibadetle ilgili amellerimizi’ arttırırsak, Allah’ın rızasını kazanabileceğimizi düşünüyoruz. Ancak kendi içinde bizzat ‘ibadet’ olan bir ‘amel’ yoktur: Bir fiil, ancak yapılmasındaki niyet ibadet ise ibadettir. Böyle olmayanı, faydasız oldukları için lânetlenen fiillerdir [bkz. Mâûn sûresi: “Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, namazlarını ciddiye almaz ve onunla gösteriş yaparlar”]. Öte yandan, diş fırçalamak veya elbise giymek gibi sıradan günlük fiiller, Allah için yapıldığında ibadete dönüşür. Yani kutsallık, bizzat herhangi bir eylemden değil, niyetten gelir. Dolayısıyla hayattaki amacımız ‘ibadet yapmak’ olmamalıdır. Hayattaki gayemiz, bütün davranışlarımızı ibadet haline getirmek olmalıdır. Bu, namaz ve oruç için olduğu kadar diş fırçalamak için de geçerlidir.
Kaynak: Açık Deniz Dergisi
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.