Danıştay kararı açıklandı: Ayasofya Camidir
Ayasofya'yı müzeye çeviren karar hukuka aykırıdır. İşte mahkeme karının tam metni
Danıştay 10. Dairesi, Ayasofya'nın camiden müzeye dönüştürülmesine dair 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararının iptal edilmesi gerektiğini açıkladı.
İŞTE DANIŞTAY'IN KARARI
TÜRK MİLLETİ ADINA
Karar veren Danıştay Onuncu Dairesince, duruşma için önceden taraflara bildirilen
02/07/2020 tarihinde davacı Derneği temsilen İsmail Kandemir ile davacı Dernek vekili Av. Selami
Karaman'ın, Cumhurbaşkanlığını temsilen Hukuk Müşaviri Zeynep Gökçe Zengin'in geldikleri,
Danıştay Savcısının hazır olduğu görülmekle açık duruşmaya başlandı, taraflara iddia ve
savunmalarını açıklamaları için usûlüne uygun söz verilip, Danıştay Savcısının düşüncesi
alındıktan ve tarafların Savcı düşüncesine yönelik beyanları dinlendikten sonra duruşmaya son
verildi.
Davacının, dava konusu Bakanlar Kurulu Kararında yer alan imzaların gerçeği
yansıtmadığı, Kararda imzaları bulunan bazı bakanların karar tarihinde Ankara dışında
olduklarının Meclis tutanakları ile sabit olması nedeniyle imzalarının geçersiz olduğu ve grafolojik
yönden incelenmesi gerektiği iddiaları yönünden, dosyada konu ile ilgili inceleme yapılmasını
gerektirecek yeterli emare bulunmadığı kanaatine ulaşıldığından söz konusu imzaların
gerçekliğiyle ilgili inceleme yapılmasına gerek görülmemiştir.
Davalı idarenin davada süre aşımı olduğu iddiası yönünden;
2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 7. maddesinin birinci fıkrasında; dava açma
süresinin, özel kanunlarında ayrı süre gösterilmeyen hâllerde Danıştay’da ve idare
mahkemelerinde altmış ve vergi mahkemelerinde otuz gün olduğu, dördüncü fıkrasında ise, ilanı
gereken düzenleyici işlemlerde dava süresinin, ilan tarihini izleyen günden itibaren başlayacağı,
ancak bu işlemlerin uygulanması üzerine ilgililerin, düzenleyici işlem veya uygulanan işlem yahut
her ikisi aleyhine birden dava açabilecekleri hükme bağlanmış, aynı Kanun’un 10. maddesinde de;
ilgililerin, haklarında idari davaya konu olabilecek bir işlem veya eylemin yapılması için idari
makamlara başvurabilecekleri, altmış gün içinde bir cevap verilmezse isteğin reddedilmiş
sayılacağı, ilgililerin altmış günün bittiği tarihten itibaren dava açma süresi içinde, konusuna göre
Danıştay’a, idare ve vergi mahkemelerine dava açabilecekleri hüküm altına alınmıştır.
Dava konusu olayda, davacı Dernek tarafından 31/08/2016 tarihinde Başbakanlık genel
evrak kaydına giren dilekçe ile “Ayasofya Camii’nin müze olmasının hukuken ve vakfen mümkün
olmadığı, 7044 sayılı Aslında Vakıf Olan Tarihi ve Mimari Kıymeti Haiz Eski Eserlerin Vakıflar
Umum Müdürlüğüne Devrine Dair Kanun’un, Bakanlar Kurulu Kararından önce uyulması gereken
bir hukuk normu olduğu, Türkiye Cumhuriyetinde hukukun Anayasa'nın teminatı altında olduğu”
ileri sürülerek hak, hukuk ve vakıf senedine göre Ayasofya Camii’nin ibadete açılması talep
edilmiştir. Anılan başvuruya, Başbakanlık bağlı kuruluşu Vakıflar Genel Müdürlüğü İstanbul 1.
Bölge Müdürlüğünün 19/10/2016 tarih ve 27882 sayılı yazısıyla “Ayasofya Camii mülkiyetinin
Vakıflar Genel Müdürlüğüne ait olmakla birlikte, dava konusu 24.11.1934 tarih ve 2/1589 sayılı
İcra Vekilleri Heyetince müzeye çevrilmiş olup, halen Kültür ve Turizm Bakanlığının
sorumluluğunda müze olarak devam ettiği” belirtilerek cevap verilmiş ve bu suretle söz konusu
talep reddedilmiş bulunmaktadır.
Davacı Derneğin Başbakanlığa yapmış olduğu başvuru 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü
Kanunu’nun 10. maddesi kapsamında yapılan bir başvuru niteliğinde olup, Ayasofya’nın müze
statüsünde kullanımının hukuk ve vakıf senedine aykırı olduğu iddiasıyla cami olarak kullanıma
açılması talebini içermektedir. Bu talebin reddine dair işlem, dava dilekçesi ekinde ibraz edilen
taahhütlü tebliğ alındısı suretine göre davacı Derneğe 24/10/2016 tarihinde tebliğ edilmiş ve
altmış günlük yasal dava açma süresi içinde kalan 20/12/2016 tarihinde de bu dava açılmıştır.
Esasen Dairemizin E:2018/3786 sayılı dosyasında doğrudan dava konusu Bakanlar Kurulu
Kararına karşı açılan dava, davalı idareye yeni bir başvuru yapılmadan ve konu ile ilgili tesis
edilmiş bireysel bir işlem olmadan açılmış bulunduğundan 13/09/2018 tarihinde verilen
K:2018/2588 sayılı süre ret kararıyla sonuçlanmış iken, bu dava bahis konusu başvuru üzerine
tesis edilen yeni bir bireysel işlem akabinde açılmış olduğundan, dosya esas yönünden
görüşülmek üzere tekemmül ettirilmiştir.
Davacı Derneğin başvurusunun reddedilmesine dair işlem, dava konusu Bakanlar Kurulu
Kararı dayanak alınmak suretiyle tesis edilmiştir. Dolayısıyla davacı, hakkında idari davaya konu
olabilecek bireysel işlemin tesis edilmesi üzerine hem bu işlem, hem de dayanak işleme veya
bunlardan herhangi birine karşı dava açabilecek olup, uyuşmazlıkta da, bireysel ret işleminin
dayanağını oluşturan Bakanlar Kurulu Kararına karşı söz konusu işlemin tebliği üzerine yasal
süresi içinde dava açılmıştır. Bu nedenle, davalı idarenin süre aşımı itirazı yerinde görülmemiştir.
Davalı idarenin, tarafları ve konusu aynı olan önceki bir davada Dairemizce verilen
kesin bir hüküm bulunduğu iddiasına gelince;
Söz konusu kesin hüküm iddiasına ilişkin karar; Dairemizin 31/03/2008 tarih ve
E:2005/127, K:2008/1858 sayılı davanın reddine ilişkin kararının değişik gerekçe ile onanmasına
dair İdari Dava Daireleri Kurulunun 10/12/2012 tarih ve E:2008/1775, K:2012/2639 sayılı kararıdır.
Anılan Kararda, “... Dünya Miras Listesine dahil edilerek tüm insanlığın ortak değeri kabul
edilen Ayasofya’nın da, anılan sözleşme hükümleri gereğince, bulunduğu Türkiye Cumhuriyeti
Devleti tarafından korunacağı ve yaşatılacağı açıktır. Koruma ve yaşatma ilkesine uygun olmak
şartıyla, Ayasofya’nın kullanım şeklinin ise iç hukukumuza göre belirlenmesi önünde anılan
Sözleşmede engel bir kural bulunmamaktadır.
Davalı idare tarafından, Ayasofya’nın tarihi, mimari ve kültürel nitelikleri nedeniyle ve
korunması amacıyla diğer camilerden farklı değerlendirilmesinin zorunlu olduğu, bu zorunluluklar
nedeniyle ve 1934 yılındaki ulusal ve uluslararası koşullar dahilinde, dava konusu işlemle kullanım
şeklinin müze olarak belirlendiği belirtilmektedir.
Ulusal ve uluslararası koşullardaki değişiklikler gözetilerek ve Ayasofya’nın tarihi, mimari ve
kültürel niteliklerini koruma ve yaşatma amacına bağlı kalınarak Ayasofya’nın kullanım şeklinin
müze olmaktan çıkartılması ve başka bir amaca tahsis edilmesi de idarenin takdirinde
bulunmaktadır. ...” gerekçesine yer verilmiş ve bu gerekçe ile davanın reddine ilişkin karar
onanmıştır.
Bahse konu kararda, Ayasofya’nın kullanım şeklinin iç hukukumuza göre belirlenmesi
önünde Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme’de engel bir hükmün
bulunmadığı belirtildikten sonra, Ayasofya’nın müze vasfından başka bir amaca tahsisinin idarenin
takdirinde olduğuna hükmedilmiştir. Ancak, söz konusu dava içeriğinde; Ayasofya’nın mülkiyeti,
vakıf niteliği ve tapusunda yer alan vasfı itibarıyla vakıf senedinde tahsis edildiği amaç dışında
kullanımının hukuka aykırı olduğuna ilişkin iddialar yönünden esasa ilişkin herhangi bir inceleme
ve değerlendirme bulunmadığı gibi, buna dair herhangi bir gerekçe ve hüküm de yer almamıştır.
Bu itibarla, davacı Derneğin daha önceki davalar kapsamında yargılama konusu
yapılmayan, hakkında herhangi bir gerekçe ve hüküm bulunmayan dava sebepleri yönünden 2577
sayılı Kanun'un 10. maddesi gereğince yaptığı yeni ve farklı bir başvuru sonucu tesis edilen işlem
üzerine ortaya çıkan uyuşmazlığın esasının incelenmesi gerekmekte olup, belirtilen konular
hakkında kesinleşen bir hükümden söz edilemeyeceğinden, davalı idarenin usûle ilişkin iddiaları
yerinde görülmeyerek, Tetkik Hâkiminin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler
incelendikten sonra işin esasına geçilerek gereği görüşüldü:
MADDİ OLAY VE HUKUKİ SÜREÇ:
1470 tarihli Mehmed Han-ı Sanî Bin Murad Han-ı Sanî Vakfı’nın vakfiyesinde “cami” olarak
gösterilen ve 19/11/1936 tarihli tapu senedi uyarınca İstanbul İli, Eminönü İlçesi (hâlen Fatih
İlçesi), Cankurtaran Mahallesi, Babı Hümayun Sokak, 57. Pafta, 57. Ada, 7 numaralı Parselde
“türbe, akaret, muvakkithane ve medreseyi müştemil Ayasofyayı Kebir Camii Şerifi” vasfı ile
“Ebulfetih Sultan Mehmet Vakfı” adına kayıtlı Ayasofya'nın yeniden ibadete açılması talebiyle
davacı Dernek yetkilisi tarafından 31/08/2016 tarihli dilekçe ile (kapatılan) Başbakanlığa
başvurulmuştur.
Anılan dilekçeye Vakıflar Genel Müdürlüğü İstanbul 1. Bölge Müdürlüğünün 19/10/2016
tarih ve 27882 sayılı yazısı ile Ayasofya Camii’nin müze olarak kullanımının devam ettiği yönünde
cevap verilmiş olup, davacıya bu yazı 24/10/2016 tarihinde tebliğ edilmiş ve bunun üzerine
20/12/2016 tarihinde kayda giren dilekçe ile bakılmakta olan dava açılmıştır.
İNCELEME VE GEREKÇE :
a) İlgili Mevzuat:
Mülga 864 sayılı Kanunu Medeninin Sureti Meriyet ve Şekli Tatbiki Hakkında Kanun'un 1.
maddesinde "Kanunu medeninin meri olmağa başladığı tarihten evvelki hâdiselerin hukukî
hükümleri, mezkûr hâdiselerin hangi kanun meri iken vaki olmuş ise yine o kanuna tâbi kalır.
Binaenaleyh 4 teşrinievvel 1926 tarihinden evvel vukubulmuş olan muamelelerin hukukan
lâzimülifa olup olmamaları ve neticeleri, mezkûr tarihten sonra dahi, vukuları zamanında meri olan
kanunlara tevfikan tayin olunur. ..." hükmüne, 8. maddesinde ise "Kanunu medeninin meriyete
vazından mukaddem vücuda getirilen evkaf hakkında ayrıca bir tatbikat kanunu neşrolunur. ..."
hükmüne yer verilmiştir.
Benzer şekilde, 864 sayılı Kanun'u yürürlükten kaldıran 03/12/2001 tarih ve 4722 sayılı
Türk Medenî Kanununun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun'un 1. maddesinde "Türk
Medenî Kanununun yürürlüğe girdiği tarihten önceki olayların hukukî sonuçlarına, bu olaylar hangi
kanun yürürlükte iken gerçekleşmişse kural olarak o kanun hükümleri uygulanır.
Türk Medenî Kanununun yürürlüğe girdiği tarihten önce yapılmış olan işlemlerin hukuken
bağlayıcı olup olmadıkları ve sonuçları, bu tarihten sonra dahi, yapıldıkları sırada yürürlükte
bulunan kanunlara göre belirlenir. ..." hükmüne, 8. maddesinde ise "Türk Kanunu Medenîsinin
yürürlüğe girmesinden önce kurulmuş bulunan vakıflar hakkında yürürlükte olan özel hükümler
saklı kalmaya devam eder. ..." hükmüne yer verilmiştir.
05/06/1935 tarih ve 2762 sayılı Vakıflar Kanunu'nun 10. maddesinde "Tahsis edildikleri
maksada göre kullanılmaları kanuna veya amme intizamına uygun olmayan veyahud işe yaramaz
bir hale gelen hayrat vakıflar, idare meclisinin teklifi ve Bakanlar Heyetinin kararı ile mümkün
mertebe gayece ayni olan diğer hayrata tahsis edilebileceği gibi bu kabîl hayrat ayın veya para ile
değiştirilerek elde edilecek ayın veya para dahi ayni suretle diğer hayrata tahsis olunabilir.
Mimarî veya tarihî değeri olan eserler satılamaz." hükmü yer almaktadır.
Hâlen yürürlükte bulunan 20/02/2008 tarih ve 5737 sayılı Vakıflar Kanunu'nun 15.
maddesinde "Vakıfların hayrat taşınmazları haczedilemez, rehnedilemez, bu taşınmazlarda
mülkiyet ve irtifak hakkı için kazandırıcı zamanaşımı işlemez.
Genel Müdürlüğe, mazbut ve mülhak vakıflara ait olup, tahsis edildikleri amaca göre
kullanılmaları kanunlara veya kamu düzenine aykırı yahut tahsis amacına uygunluğunu
kaybetmiş, kısmen veya tamamen hayrat olarak kullanılması mümkün olmayan taşınmazlar;
mazbut vakıflarda Meclis kararı ile mülhak vakıflarda vakıf yöneticisinin talebi üzerine Meclis
kararı ile gayece aynı veya en yakın başka bir hayrata dönüştürülebilir, akara devredilebilir veya
paraya çevrilebilir. Bu paralar aynı surette diğer bir hayrata tahsis olunur. Aynı vakıf içerisindeki
dönüştürme veya devirlerde bedel ödenmez." hükmüne, 16. maddesinde de, "Mazbut vakıflara ait
hayrat taşınmazlara, Genel Müdürlük tarafından öncelikle vakfiyeleri doğrultusunda işlev verilir.
Genel Müdürlükçe değerlendirilemeyen veya işlev verilemeyen hayrat taşınmazlar; fiilen asli
niteliğine uygun olarak kullanılıncaya kadar kiraya verilebilir.
Bu hayrat taşınmazlar; Genel Müdürlükçe işlev verilmek amacıyla, vakfiyesinde yazılı
hizmetlerde kullanılmak üzere Genel Müdürlüğün denetiminde onarım ve restorasyon karşılığı
kamu kurum ve kuruluşlarına, benzer amaçlı vakıflara veya kamu yararına çalışan derneklere
tahsis edilebilir. ...” hükmüne yer verilmiştir.
b) Vakıf Müessesesi
Anayasa Mahkemesinin 04/12/1969 tarih ve E:1969/35, K:1969/70, 26/12/2013 tarih ve
E:2013/70, K:2013/166 sayılı kararlarında da vurgulandığı üzere, kökü İslâm hukukuna dayanan,
temelinde vakfedenlerin iradesi bulunan ve bir sosyal yardım kurumu olan vakıflar, bir mülkün
menfaatlerinin sosyal ve kültürel hizmetlere tahsis edilmek üzere özel mülkiyetten çıkarılarak
temlik ve temellükten yasaklanmak suretiyle kamu yararına özgülenmesini ifade etmektedir.
22/11/2001 tarih ve 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu'nun 101. maddesinde vakıflar,
“gerçek veya tüzel kişilerin yeterli mal ve hakları belirli ve sürekli bir amaca özgülemeleriyle oluşan
tüzel kişiliğe sahip mal toplulukları” olarak tanımlanmıştır.
Günümüzde vakıf kurulabilmesi, 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu hükümlerine göre
mümkün olmakla birlikte, anılan Kanun'un yürürlüğe girdiği tarihten önce kurulmuş olan vakıfların,
tarihten gelen özellikleri, kuruluş irade ve amaçları ile vakıf senetlerindeki şartlar gereği
korunmaları ve sürekliliklerinin sağlanması hususları gözetilerek, “mazbut vakıflar”, “mülhak
vakıflar”, “yeni vakıflar”, “cemaat vakıfları” ve “esnaf vakıfları”nın yönetimi, faaliyetleri ve denetimi,
yurt içi ve yurt dışındaki taşınır ve taşınmaz vakıf kültür varlıklarının tescili, muhafazası, onarımı
ve yaşatılması, vakıf varlıklarının ekonomik şekilde işletilmesi ve değerlendirilmesinin
sağlanmasına ilişkin usûl ve esaslar 20/02/2008 tarih ve 5737 sayılı Vakıflar Kanunu'nda
düzenlenmiştir.
Vakıf amaç ve faaliyetlerinin yerine getirilmesi için gelir getirici şekilde değerlendirilmesi
zorunlu olan taşınır ve taşınmazlara "akar", vakıfların doğrudan toplumun istifadesine bedelsiz
olarak sundukları mal ve hizmetlere "hayrat" adı verilmektedir.
c) Eski Vakıflar Hakkında Uygulanacak Hukuk Kuralları
17/02/1926 tarih ve 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi 04/04/1926 tarih ve 339 sayılı Resmî
Gazete’de yayımlanmış ve yürürlük tarihinin düzenlendiği 936. maddesi hükmü gereği yayımı
tarihinden altı ay sonra 04/10/1926 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
19/06/1926 tarih ve 864 sayılı Kanunu Medeninin Sureti Meriyet ve Şekli Tatbiki Hakkında
Kanun'un “Umumî hükümler, Kanunun makabline şümulü” başlıklı 1. maddesinde “Kanunu
medeninin meri olmağa başladığı tarihten evvelki hâdiselerin hukukî hükümleri, mezkûr
hadiselerin hangi kanun meri iken vaki olmuş ise yine o kanuna tâbi kalır. Binaenaleyh 4
teşrinievvel 1926 tarihinden evvel vukubulmuş olan muamelelerin hukukan lâzimülifa olup
olmamaları ve neticeleri, mezkûr tarihten sonra dahi, vukuları zamanında meri olan kanunlara
tevfikan tayin olunur. ...” kuralına, “Kanunu medeniden evvel müesses evkaf, tesisler” başlıklı 8.
maddesinde ise “Kanunu medeninin meriyete vazından mukaddem vücuda getirilen evkaf
hakkında ayrıca bir tatbikat kanunu neşrolunur. Kanunu medeninin meriyete vazından sonra vücuda getirilecek tesisler, kanunu medenî ahkâmına tâbidir.” kuralına yer verilerek, 743 sayılı
Kanun'un yürürlüğe girdiği 4 Ekim 1926 tarihinden önce kurulan eski vakıfların yeni Kanun
hükümlerine tabi olması uygun görülmediğinden, 864 sayılı Kanun'un 8. maddesinde, Türk
Kanunu Medenisi'nin yürürlüğe girmesinden önce kurulan vakıflara dair ayrı bir kanuni düzenleme
yapılacağı belirtilmiş ve bu kapsamda 05/06/1935 tarih ve 2762 sayılı Vakıflar Kanunu yürürlüğe
konulmuştur.
Benzer şekilde, 1 Ocak 2002 tarihinde 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun yürürlüğe
girmesiyle birlikte, 864 sayılı Kanun'u yürürlükten kaldıran 03/12/2001 tarih ve 4722 sayılı Türk
Medeni Kanununun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun'un 8. maddesinde de, 4721
sayılı Türk Medeni Kanunu'nun yürürlüğe girmesinden önce kurulan vakıflar için yürürlükte olan
özel kurallar saklı tutularak 4 Ekim 1926 tarihinden önce kurulmuş olan vakıfların hukuki
statülerinin muhafazasına karar verilmiştir.
Buna göre, kanun koyucu, eski vakıfları kuranların iradelerine ve sözleşme hürriyetine
olabildiğince saygı göstererek, 2762 sayılı Vakıflar Kanunu'nda eski vakıfları düzenlerken vakıf
kurumunun ve ondan doğan ilişkilerin hukuki niteliğinde ve bu arada vakıf mallarının özel mülkiyet
konusu mallar olmasında, herhangi bir değişiklik yapmamış, 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi'nin
yürürlüğe girdiği 04/10/1926 tarihinden önce kurulan vakıfların hukuki statüleri 2762 sayılı Vakıflar
Kanunu (hâlen 5737 sayılı Vakıflar Kanunu) hükümleri çerçevesinde korunmaya devam edilmiştir.
ç) Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun Eski Vakıflarla İlgili Değerlendirmeleri
Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 30/05/2007 tarih ve E:2007/18-293, K:2007/310 sayılı
Kararında vakıflarla ilgili olarak yapılan genel değerlendirme şu şekildedir:
“... Dava konusu vakıf, Osmanlı dönemine ait bir vakıftır. Bu nedenle davayı Osmanlı Vakıf
Hukuku düzenlemelerine göre incelemek gerekir. Osmanlı tatbikatında vakıf; bir malı mülkiyetten
çıkarıp menfaatlerini belli şartlarla, ebedi olarak bir hayır cihetine tahsis etmek demektir. Vakıf,
kamu veya özel nitelikte kurulsa dahi hukuki bir tasarruf olduğunda şüphe yoktur. Ancak, hukuki
tasarruflar, tek taraflı ve iki taraflı irade beyanı çeşitlerine ayrılmaktadır. O halde vakıf, hangi tür
irade beyanına göre kurulmaktadır. Osmanlı hukukçularına göre; ister kamuya, isterse özel
cihetlere tahsis edilsin veya birinci derecede vakıftan yararlanacak belli şahıslar bulunsun veya
bulunmasın vakıf tek taraflı bir hukuki muameledir. Vakfedenin (vâkıf) icabıyla (irade beyanıyla)
kurulur. Vakıf muamelesinin bağlayıcılık kazanması için hakimin yargılama sonucunda vakfın
lüzumuna karar vermesi gerekir. Osmanlı tatbikatında buna tescil denilmektedir. Bir vakıf
muamelesinin hem sahih hem de lâzım olabilmesi için tescili şart koşulmuştur. Tescil ile, vakfiyet
ile verilen hükümler tarafları ve bütün hükmi şahısları bağlar. Artık hiçbir kimse vakıf mal
aleyhinde mülkiyet ve istihkak iddiasıyla dava açamaz. ... Vâkıfa ait mülk, vakfedildikten sonra
kimin olacaktır. Osmanlı hukukçuları vakıf malların mülkiyetinin '…. Allahın mülkü hükmünde …'
diyerek hükmi bir şahsiyete intikal ettiğini açıkça söylemektedirler. Vakfın hukuki sonucu
vakfedilen malın aslının hapsi ve menfaatinin Allahın kullarına ait olmasıdır. (Ebu-Üla Mardin,
Ahkam-ı Evkaf, Ömer Hilmi Karinabadizade Ahkamül Evkaf) Vakıf muamelesiyle vakfedilen mal,
bir çeşit manevi dokunulmazlık kazanır. Artık vakıf mal üzerinde, mülkiyet konusu bir malmış gibi tasarruf olunamaz. ... Yukarıda yapılan açıklamalardan hareketle Osmanlı tatbikatında vakıf; tek
taraflı irade beyanıyla kurulan, yargılama sonucunda lüzumuna karar verilen, tescille hüküm ifade
eden; konusu malum, muayyen ve dayanıklı bir malın, vakfedenin mülkiyetinden çıkarılıp özel ve
tüzel kişilerin yararına, gayesine uygun bir biçimde mütevellilerince idare edilen hukuki
müesseselerdir.
Osmanlı döneminde kurulan bir vakfın yukarıdaki esaslar dairesinde kurulup
kurulmadığının tespiti ancak vakfın tüzüğü (vakfiye) ile belirlenebilir. ...”
d) Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun Kariye Camii’ne Dair Kararı
743 sayılı Türk Kanunu Medenisi'nin yürürlüğe girdiği 04/10/1926 tarihinden önce
kurulmuş, mazbut vakıf hayratı statüsünde bulunan, İstanbul İli, Fatih İlçesindeki Kariye Camii’nin
müze ve müze deposu olarak kullanılmak üzere Milli Eğitim Bakanlığına tahsisine ilişkin
29/08/1945 tarih ve 3/3054 sayılı Bakanlar Kurulu Kararının iptali istemiyle Dairemizde açılan
davada, 12/03/2014 tarih ve E:2010/14612, K:2014/1474 sayılı kararımızla, “… Birleşmiş Milletler
Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) Genel Konferansınca 16 Kasım 1972 tarihinde ‘Dünya
Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme’nin kabul edildiği, 14/04/1982 tarih ve
2658 sayılı Kanunla katılmamız uygun bulunan bu Sözleşme'nin, 23/05/1982 tarih ve 8/4788 sayılı
Bakanlar Kurulu Kararıyla onaylanarak, 14/02/1983 tarih ve 17959 sayılı Resmî Gazete'de
yayımlandığı, ... Söz konusu Sözleşme hükümlerinin bir gereği olarak oluşturulan Dünya Miras
Listesi, UNESCO’ya bağlı Dünya Miras Komitesi tarafından belirlenerek bulundukları ülkenin
devleti tarafından korunması garanti edilmiş doğal ve kültürel varlıkları gösterdiği, böyle bir liste
oluşturmadaki amacın tüm insanlığın malı olan değerlerin korunmasında uluslar arası işbirliğini
mümkün kıldığı düzenli olarak yenilenen listede 2008 yılı itibariyle 141 ülkeye ait 851 varlık
bulunduğu bunların 660'ı kültürel, 166'sı doğal, 25'i ise kültürel ve doğal varlık olduğu, kültürel bir
miras niteliği taşıyan İstanbul’un tarihi alanlarının 06/12/1985 tarihinde Dünya Miras Listesine
dahil edildiği, İstanbul’un tarihi alanlarının önemli parçalarından biri olan ve ortak miras olarak
kabul edilen evrensel değerlere sahip Kariye Müzesinin, inşa edildiği yüz yıllar öncesinden
günümüze kadar uzanan süreçte tarihe tanıklık etmesi, belli bir zaman diliminde veya kültürel
mekanda, mimarinin veya teknolojinin, anıtsal sanatların gelişiminde, şehirlerin planlanmasında
veya peyzajların yaratılmasında, insani değerler arasındaki önemli etkileşimi göstermesi, insanlık
tarihinin bir veya birden fazla anlamlı dönemini temsil eden yapı tipinin ya da mimari veya
teknolojik veya peyzaj topluluğunun değerli bir örneğini sunması ve bir veya birden fazla kültürü
temsil eden önemli bir örnek olması nedeniyle tüm dünyaya tanıtılma işlevinin gereği gibi yerine
getirilebilmesi amacıyla müze olarak kullanılmasında hukuka aykırılık bulunmadığı ...”
gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Dairemizin anılan kararının temyiz edilmesi üzerine Danıştay İdari Dava Daireleri
Kurulunun 26/04/2017 tarih ve E:2014/4645, K:2017/1860 sayılı kararıyla temyize konu karar
hukuka ve usûle uygun bulunmuş ve kararın onanmasına karar verilmiş ise de davacı tarafından,
dava konusu Bakanlar Kurulu Kararının hukuka aykırı olduğu ileri sürülerek Danıştay İdari Dava
Daireleri Kurulunca verilen 26/04/2017 tarihli onama kararının düzeltilmesinin istenilmesi üzerine, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunca, karar düzeltme dilekçesinde ileri sürülen nedenler, 2577
sayılı Kanun'un 54. maddesi hükmüne uygun bulunarak, karar düzeltme isteminin kabulü ile
Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun 26/04/2017 tarih ve E:2014/4645, K:2017/1860 sayılı
kararı kaldırılarak temyiz istemi yeniden görüşülmüş olup, 19/06/2019 tarih ve E:2018/142,
K:2019/3130 sayılı karar ile;
“Kariye Camii Şerifi, Osmanlı Devleti döneminde özel hukuk hükümlerine göre
vakfedilmiş, mazbut Fatih Sultan Mehmet Vakfına ait hayrat taşınmazlardandır. Hayrat
taşınmazlar; ibadethane, hastahane ve aşhane gibi doğrudan doğruya hayır hizmetlerinin ifası için
kurulmuş olan vakıfların taşınmazlarıdır ki; bu taşınmazlar gerek mülga 2762 sayılı Vakıflar
Kanunu, gerekse halen yürürlükte olan 5737 sayılı Vakıflar Kanunu hükümleri uyarınca kamu malı
niteliğindedirler. Dolayısıyla, bunlar hakkında, esas itibariyle, özel mülkiyet hükümleri tatbik
olunamaz. Hayrat malları satılamaz, rehin edilemez, haciz olunamazlar, bunlar için ne mülkiyete,
ne de irtifak haklarına ilişkin kazandırıcı zamanaşımı hükümleri uygulanamaz. Zira, bu mallar hiç
bir kişinin özel mülkiyetinde olmayıp, kamunun kullanımına ve istifadesine tahsis edilmişlerdir.
Hayrat taşınmazlar, mülga 2762 sayılı Vakıflar Kanunu'nun 10. maddesi ile halen yürürlükte olan
5737 sayılı Vakıflar Kanunu'nun 15 ve 16. maddelerinde öngörülen hükümler hariç olmak üzere
vakfın belirlediği kullanım şekli dışında bir kullanım amacına tahsis edilemez.
Bu itibarla, mülga 2762 sayılı Vakıflar Kanunu'nun 10. maddesinde öngörülen durum
ortaya çıkmamış olmasına karşın vakfedenin, taşınmazın ilelebet cami olarak kullanılması
yönündeki iradesini ve tahsisini ortadan kaldıracak şekilde alınan dava konusu Bakanlar Kurulu
Kararı, metni yukarıya alınan ve vakıf senedi hangi tarihte düzenlenmişse o tarihteki mevzuatın
uygulanacağını hükme bağlayan 864 sayılı Kanunun 1 inci maddesine aykırıdır. Bu hukuka
aykırılıktan olsa gerektir ki, dava konusu Bakanlar Kurulu Kararı alınmadan önce Maliye Bakanı
tarafından Başbakanlığa gönderilen görüş yazısında; ‘Bu itibarla, Milli Eğitim Bakanlığınca
hazırlanmakta olan kanun tasarısının işlemleri biterek yürürlüğe gireceği zamana intizaren ...’
ifadesine yer verilmiş, daha yürürlüğe girmemiş bir kanuna atıfla Bakanlar Kurulu Kararı ihdas
edilmiştir. Dava dosyası Danıştay Altıncı Dairesinde iken Dairece 21/04/2010 tarihli ara kararla
idareye ‘dava konusunu oluşturan mevzuat hükümleri’ sorulmuş olmasına karşın, idarece hiçbir
yasal dayanak gösterilmemiştir.
Hayrat vakıflarının temel özelliği bunların amaç dışı kullanımlara karşı üçüncü kişiler
yanında, bizzat Devlet'e karşı da korunmuş olmasıdır. Bu vakıfların Devlet'in koruması altında
olması, Devlet'in istediği zaman ve istediği şekilde vakıf malları üzerinde tasarrufta bulunması
anlamına gelmez. Devlet, sadece vakıf malların amacı doğrultusunda kullanılmasını teminen,
kendisine emanet edildiği varlık konumundadır. Bir düzenleme ile olsa bile hayrat vakıfların, başka
bir amaca özgülenmesi, hukuka aykırı olacaktır.
Öte yandan, Bakanlar Kurulu Kararı alınırken işlem tarihinde yürürlükte olan 2762 sayılı
Vakıflar Kanunu'nun öngördüğü şartlara uyulmamıştır. Yukarıda sözü edilen mülga 864 sayılı
Kanun hükümleri bulunmasa bile, işlem tarihinde yürürlükte bulunan mevzuatın öngördüğü şartlar,
dava konusu Bakanlar Kurulu Kararı alınırken; 05/06/1935 tarihinde çıkarılan 2762 sayılı Vakıflar
Kanunu'nun 10. maddesinde yer alan; 'Tahsis edildikleri maksada göre kullanılmaları kanuna veya amme intizamına uygun olmayan veyahut işe yaramaz bir hale gelen hayrat vakıflar, idare
meclisinin teklifi ve Bakanlar Heyetinin kararı ile mümkün mertebe gayece aynı olan diğer hayrata
tahsis edilebileceği gibi bu kabil hayrat ayın veya para ile değiştirilerek elde edilecek ayın veya
para dahi aynı suretle diğer hayrata tahsis olunabilir.' hükmüne, uygun hareket edilmemiştir. Aynı
hüküm halen yürürlükte olan 5737 sayılı Vakıflar Kanunu'nun 15. ve 16. maddelerinde
yinelenmiştir.
Dava konusu Bakanlar Kurulu Kararı ise; Kanunda öngörülen şartlardan hiç birisi
gerçekleşmeden alınmış, gerekli şekil şartlarına da uyulmamıştır. Zira; Kariye Camiinin, cami
olarak kullanılmasında kanuna ve kamu düzenine aykırılıktan söz edilemeyeceği gibi, Bakanlar
Kurulu kararına altlık oluşturmak üzere, Vakıflar Genel Müdürlüğü İdare Meclisinin herhangi bir
teklifi bulunmamaktadır. Öte yandan yapılan tahsis; bir ibadethanenin depo ve müze olarak
kullanılması amacına matuf olup, yukarıdaki şartlar var olsa bile, dava konusu işlemi maksat
yönünden açıkça sakatlamaktadır.
Belirtilen nedenlerle, dava konusu Bakanlar Kurulu Kararı, yetki, şekil, sebep, maksat
yönlerinden hukuka aykırıdır.” gerekçelerine yer verilerek, Dairemizin 12/03/2014 tarih ve
E:2010/14612, K:2014/1474 sayılı kararı bozulmuş olup, anılan bozma kararı uyarınca verilen
Dairemizin 11/11/2019 tarih ve E:2019/11776, K:2019/7680 sayılı kararı ile de ilgili Bakanlar
Kurulu Kararının Kariye Camii'ne ilişkin kısmı iptal edilmiştir.
e) Vakıf Mallarının Statüsü
Anayasa Mahkemesinin 30/01/1969 tarih ve E:1967/47, K:1969/9 sayılı Kararına göre vakıf
mallarının maliki hiçbir zaman Devlet değil, vakıfların kendileridir: “İslâm hukukuna göre kurulmuş
olan ve varlıkları 2762 sayılı, 5/6/1935 günlü Vakıflar Kanunu ile tanınan vakıfların taşınmaz
mallarının bu vakıfların mülkiyeti altında olduğu, gerek islâm hukukunun, gerekse o hukukun bu
konudaki hükümlerini saklı tutan Vakıflar Kanununun hükümleri gereğidir. Demek ki vakıf
mallarının maliki, hiçbir zaman Devlet değil, vakıfların kendileridir.”
Yargıtay içtihatlarına göre de vakıf mallarının sahibi Devlet değildir. Yargıtay İçtihadı
Birleştirme Hukuk Genel Kurulunun 26/05/1935 tarih ve E:1935/78, K:1935/6 sayılı Kararında da
864 sayılı Kanunu Medeninin Sureti Meriyet ve Şekli Tatbiki Hakkında Kanun'un 8. maddesi
gereğince “Kanunu Medeninin meriyete vaz’ından evvel vücuda getirilen bu gibi evkaf hakkında
esasatı sabıkanın tatbiki lazım gelmesine”, “mal-ı vakfın emval-i Devletten olmadığının kabuliyle”
ifadeleri kullanılarak, 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi'nin yürürlüğe girdiği tarihten önce kurulmuş
olan vakıflar hakkında anılan Kanun'dan önceki hukuk kurallarının uygulanacağı ve vakıf
mallarının Devlet malı hükmünde olmadığı karara bağlanmıştır.
f) 04/10/1926 Tarihinden Önce Kurulan Vakıflarla İlgili Genel Değerlendirme
Yukarıda alıntılanan kanun hükümleri, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay
kararlarının birlikte değerlendirilmesinden 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi'nin yürürlüğe girdiği
04/10/1926 tarihinden önce kurulmuş olan vakıflarla ilgili olarak;
(i) Vakfiye ya da vakıf senedinin, vakfın kurucu belgesi olduğu, bu belgelerin, vakfın
konusuna, amacına ve organlarına dair vakfedenin iradesini yansıtan düzenlemeler içerdiği,
(ii) Vakfiye ya da vakıf senedi hükümlerinin, hukuk kuralı etki, değer ve gücünde olduğu;
vakıf kurma işlemi tamamlandıktan sonra bu kuralların, “vakfedeni”, “vakfı idare edenleri”,
“vakıftan faydalanacakları” ve “üçüncü kişileri” bağladığı gibi “Devleti” de bağladığı, bu nedenle,
kurucu iradeyi yansıtan vakfiye ya da vakıf senetlerini hiç kimsenin değiştiremeyeceği,
(iii) Vakıf varlıklarının, vakfedenin iradesine uygun olarak kullanılmasının zorunlu olduğu,
sonucuna varılmaktadır.
Bir özel hukuk işlemi olan vakıf kurma iradesinin kanunla belirlenen yönteme uygun olarak
açıklanması sonrasında, özel hukuk tüzel kişiliği kazanan mal topluluğunun, mülkiyetine geçen
mal ve haklar üzerindeki tasarruf yetkisi, kuşkusuz Anayasa'nın mülkiyet hakkına, tüzel kişiliğin
varlığını sürdürmesi de örgütlenme hürriyetine ilişkin kurallarının güvencesi altındadır. Dolayısıyla,
vakıf özel hukuk tüzel kişiliğine yönelik düzenlemelerin, vakıf kurumunun bu aslî niteliğine uygun
olması ve vakıflara yönelik olarak tesis edilecek işlemlerde, vakfı kuranın iradesine, Anayasa'nın
mülkiyet hakkı ve örgütlenme hürriyetine ilişkin kurallarında öngörülenler dışında karışılmaması
gerekir.
Aksi hâlde, vakfedenin vakfı oluştururken ortaya koyduğu kurucu iradeye bağlı
kalmaksızın, vakfedenin amacı dışına çıkılması ve vakfın amacının ya da mallarının değiştirilmesi
hâlinde, vakfın özel hukuk tüzel kişiliği olarak nitelendirilmesine imkân kalmayacak ve bu durum,
Anayasa'nın 2. maddesinde yer verilen hukuk devleti niteliğinin gereği olan hukuk güvenliği
ilkesiyle, Anayasa'nın örgütlenme hürriyeti ve mülkiyet hakkına ilişkin 33. ve 35. maddelerindeki
kurallarla bağdaşmayacaktır.
Nitekim, kanun koyucu da 04/10/1926 tarihinden önce kurulan vakıflarla ilgili yukarıda
özetlediğimiz ilkelerden hareketle, 5737 sayılı Vakıflar Kanunu'nun geçici 7. maddesi ile cemaat
vakıflarının; 1936 Beyannamelerinde kayıtlı olup, tasarruflarında bulunan nam-ı müstear veya
nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazlar ile 1936 Beyannamesinden sonra cemaat
vakıfları tarafından satın alınmış veya cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı hâlde,
mal edinememe gerekçesiyle Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü ya da vasiyet edenler veya
bağışlayanlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazların, tapu kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri
ile birlikte 5737 sayılı Vakıflar Kanunu'nun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren onsekiz ay içinde
müracaat edilmesi hâlinde, Vakıflar Meclisinin olumlu kararından sonra, ilgili tapu sicil
müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescillerinin yapılmasını öngörmüştür.
Benzer şekilde 22/08/2011 tarih ve 651 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 17.
maddesiyle 5737 sayılı Vakıflar Kanunu'na eklenen geçici 11. madde ile, cemaat vakıflarının,
1936 Beyannamesinde kayıtlı olup; malik hanesi açık olan taşınmazları, kamulaştırma, satış ve
trampa dışındaki nedenlerle Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, belediye ve il özel idaresi adına
kayıtlı taşınmazları, kamu kurumları adına tescilli olan mezarlıkları ve çeşmeleri, tapu
kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte anılan maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren
oniki ay içinde müracaat edilmesi hâlinde, Vakıflar Meclisinin olumlu kararından sonra, ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescil edilmesi; cemaat vakıfları tarafından satın
alınmış veya cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı hâlde, mal edinememe
gerekçesiyle Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tapuda kayıt edilen taşınmazlardan
üçüncü şahıslar adına kayıtlı olanların ise Maliye Bakanlığınca tespit edilen rayiç değerinin Hazine
veya Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından ödenmesi kurala bağlanmıştır.
Son olarak 21/03/2017 tarih ve 7103 sayılı Kanun'un 78. maddesiyle 5737 sayılı Kanun'a
eklenen geçici 13. madde ile Vakıflar Genel Müdürlüğünün mülkiyetindeki Mardin İli, Nusaybin
İlçesinde bulunan ve maddede sayılan taşınmazların, tapu kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile
birlikte, taşınmazların bulunduğu bölgede yer alan Süryani cemaatine ait vakıflar arasından
Vakıflar Meclisinin kararı ile belirlenecek vakıflar adına, ilgili tapu sicil müdürlüklerince tescil
edilmesi hükme bağlanmıştır.
g) Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)'nin Vakıf Müessesesine Bakışı
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde güvence altına alınan haklar arasında “vakıf kurma
hakkı” açıkça yer almamakla birlikte AİHM, Sözleşme'nin 11. maddesinde sadece “birlik kurma
hakkı”ndan bahsedilmesine rağmen, bu maddeyi “vakıf kurma hakkını” da kapsayacak şekilde
geniş yorumlamakta (Sidiropoulos ve diğerleri/Yunanistan, no. 26695/95, 10/07/1998, § 40; Mihr
Vakfı/Türkiye, no. 10815/07, 07/05/2019, § 40), vakıf kurma hakkını Sözleşme'nin 9.
maddesindeki din ve vicdan hürriyeti ile 10. maddesindeki ifade hürriyetiyle yakın ilişkili olarak
görmektedir (Young, James and Webster/Birleşik Krallık, no. 7601/76; 7806/77, § 57,
13/08/1981).
AİHM, kimi vakıfların yaptığı bireysel başvurularda, Sözleşme'nin eki 1 Nolu Ek Protokolün
1. maddesi anlamında mülkiyetin korunması hakkının ihlal edildiği yönündeki iddiaları incelemekte
ve bu vakıflara ait mal ve hakların tescil ve iadesi ya da maddi tazminat ödenmesi yönünde
kararlar vermektedir. Bu vakıflardan biri olan 1832 yılında Osmanlı döneminde Padişah fermanıyla
kurulan ve vakıf statüsü korunan Samatya Surp Kevork Ermeni Kilisesi, Mektebi ve Mezarlığı
Vakfının yaptığı başvuru üzerine AİHM, korunan vakıf statüsü ve söz konusu taşınmazların uzun
süre vakfa tescilli olduğunu gözeterek taşınmazların vakıf adına yeniden tesciline, tescil
yapılmaması hâlinde maddi tazminat ödenmesine karar vermiştir (Samatya Surp Kevork Ermeni
Kilisesi, Mektebi ve Mezarlığı Vakfı Yönetim Kurulu/Türkiye, no. 1480/03, 16/12/2008).
Dolayısıyla AİHM'nin de Osmanlı döneminde kurulanlar dâhil olmak üzere, vakıfların
korunan statülerinin bir sonucu olarak sahip oldukları taşınmaz ve haklarının mülkiyet hakkı
kapsamında korunmasını garanti altına aldığı görülmektedir.
Mülkiyet hakkının maliki olunan varlığı kullanma, değerlendirme ve yararlanma yetkilerini
içerdiği açık olduğundan, vakfedenin vakfettiği mal ve haklarla ilgili iradesinin korunması, vakıf
varlığının kullanılmasında bu iradeye uygun davranılması gerekmektedir. Bu gereğin zorunlu bir
sonucu olarak da vakfedenin iradesine aykırı olarak vakıf taşınmazının vasfının değiştirilmesi ya
da vakfedenin iradesi hilafına başka bir amaca hizmet edecek şekilde kullanılmasının AİHM
içtihatlarıyla da bağdaşmadığı anlaşılmaktadır.
ğ) Dava Konusu İşlemin İncelenmesi:
1) Kararname İçeriği
Millî Eğitim Bakanlığının (Maarif Vekaleti) 04/11/1934 tarih ve 94041 sayılı yazısı ile
Vakıflar Genel Müdürlüğünün (Evkaf Umum Müdürlüğü) 07/11/1934 tarih ve 153197/107 sayılı
yazısına istinaden yürürlüğe konulan dava konusu 24/11/1934 tarih ve 2/1589 sayılı Bakanlar
Kurulu Kararında, Millî Eğitim Bakanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğünün anılan yazılarına özetle
yer verildikten sonra, “Bu iş İcra Vekilleri Heyetince 24/11/934 te görüşülerek, caminin
çevresindeki evkafa ait binaların Evkaf Umum müdürlüğünce yıktırılarak temizlettirilmesi ve diger
binaların istimlak, yıkma ve binanın tamir ve muhafazası masrafları da Maarif Vekilliğince verilmek
suretile Ayasofya camiinin müzeye çevrilmesi tasvip ve kabul olunmuştur.” ifadelerine yer verilerek
Ayasofya Camii müzeye çevrilmiştir.
2) Vakıf Senedi
1470 tarihli Mehmed Han-ı Sanî Bin Murad Han-ı Sanî Vakfı’na ait vakfiyede, vakfedilen
hayrattan birinin de daha önce kilise iken camiye çevrilen Ayasofya Camii olduğu, “vakıf mallarının
hiçbir surette temlik ya da temellük edilemeyeceği” şartının iptal edilemeyeceği kesin bir şekilde
ifade edilmiştir.
3) Tapu Senedi
Ayasofya, dava konusu Bakanlar Kurulu Kararı yürürlüğe konulduktan sonra, 19/11/1936
tarihli tapu senedi uyarınca, İstanbul İli, Eminönü İlçesi (hâlen Fatih İlçesi), Cankurtaran Mahallesi,
Babı Hümayun Sokak, 57. Pafta, 57. Ada, 7 numaralı Parselde “türbe, akaret, muvakkithane ve
medreseyi müştemil Ayasofyayı Kebir Camii Şerifi” vasfı ile “Ebulfetih Sultan Mehmet Vakfı”
(günümüzde Fatih Sultan Mehmet Han Vakfı) adına kaydedilmiştir. Ayasofya Camii, Osmanlı
Devleti döneminde özel hukuk hükümlerine göre vakfedilmiş, mazbut Mehmed Han-ı Sanî Bin
Murad Han-ı Sanî Vakfı'na ait hayrat taşınmazlardandır.
4) Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme
Ayasofya, 14/04/1982 tarih ve 2658 sayılı Kanun'la katılmamız uygun bulunan ve
23/05/1982 tarih ve 8/4788 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla onaylanarak, 14/02/1983 tarih ve
17959 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan “Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair
Sözleşme” kuralları çerçevesinde, 06/12/1985 tarihinde kullanım durumuna ilişkin herhangi bir
niteleme yapılmaksızın “İstanbul’un Tarihi Alanları” başlığı altında Topkapı Sarayı, Süleymaniye
Camii, Sultan Ahmet Camii, Şehzade Mehmet Camii, Zeyrek Camii, Tarihi Surlar gibi eserlerin
bulunduğu tarihi yarımada içerisinde Dünya Mirası Listesine dâhil edilmiştir. Anılan Sözleşme
hükümlerinin bir gereği olarak oluşturulan Dünya Mirası Listesi, UNESCO’ya bağlı Dünya Mirası
Komitesi tarafından belirlenerek, bulundukları ülkenin devleti tarafından korunması garanti edilmiş
doğal ve kültürel varlıkları göstermektedir.
Anılan Sözleşme'nin 6. maddesinde “Bu Sözleşmeye taraf olan Devletler, 1. ve 2.
maddelerde sözü edilen kültürel ve doğal mirasın toprakları üzerinde bulunduğu devletlerin
egemenliğine tam olarak saygı göstererek ve ulusal yasaların sağladığı mülkiyet haklarına zarar
vermeden, bu tür mirasın, bütün uluslararası toplum tarafından işbirliği ile korunması gereken
evrensel bir miras olduğunu kabul ederler.” hükmü yer almaktadır.
5) Değerlendirme
(i) Uluslararası Hukuk Yönünden
Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme'nin 6. maddesi hükmü
bağlamında, Sözleşmeye taraf devletlerin, Ayasofya kültürel ve doğal mirasının, toprakları
üzerinde bulunduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin egemenliğine tam olarak saygı göstererek ve
ulusal yasalarının sağladığı mülkiyet haklarına zarar vermeden, uluslararası toplum tarafından
işbirliği ile korunması gereken evrensel bir miras olduğunu kabul ettikleri açıktır.
Buna göre, kullanım durumuna ilişkin herhangi bir niteleme yapılmaksızın “İstanbul’un
Tarihi Alanları” başlığı altında Dünya Mirası Listesine dâhil edilen Ayasofya'nın kullanım şeklinin iç
hukukumuza göre belirlenmesinin önünde engel teşkil eden herhangi bir kural Sözleşme'de yer
almamaktadır. Aksine, Ayasofya'nın kullanım şeklinin iç hukukumuzda yer alan “vakıf mülkiyet
hukuku” çerçevesinde belirlenmesi, Sözleşmenin 6. maddesinde ifade edilen “egemenliğe tam
olarak saygı gösterme” ve “ulusal yasaların sağladığı mülkiyet haklarına zarar vermeme” ilkeleri
kapsamında Sözleşme'den kaynaklanan bir zorunluluktur.
Sözleşme'nin asıl amacı Dünya Mirası Listesine alınan doğal veya kültürel mirasın
korunması olup, kültürel mirasın kullanım alanı, kültürel mirasın bulunduğu ülkenin iç hukukuna
göre tayin edilecektir. Nitekim, Dünya Mirası Listesinde yer verilen ve ülkemizde bulunan miras
alanlarından, Ayasofya’nın da içinde yer aldığı “İstanbul’un Tarihi Alanları” ile diğer miras
alanlarında, Selimiye Camii, Divriği Ulu Camii, Süleymaniye Camii, Sultan Ahmet Camii, Şehzade
Mehmet Camii ve Zeyrek Camii gibi hâlen cami olarak kullanılan çok sayıda tarihi eser de
bulunmaktadır.
(ii) Ulusal Hukuk Yönünden
Hayrat taşınmazlar; ibadethane, hastahane ve aşhane gibi doğrudan doğruya hayır
hizmetlerinin ifası için kurulmuş olan vakıfların taşınmazlarıdır. Bu taşınmazlar, gerek mülga 2762
sayılı Vakıflar Kanunu gerekse hâlen yürürlükte olan 5737 sayılı Vakıflar Kanunu hükümleri
uyarınca “ammenin istifadesine” terk edilmiştir.
Dolayısıyla, bu taşınmazlar hakkında, esas itibarıyla özel mülkiyet hükümleri tatbik
olunamaz; hayrat taşınmazlar satılamaz, rehnedilemez, haczolunamaz; bunlar için ne mülkiyete,
ne de irtifak haklarına ilişkin kazandırıcı zamanaşımı hükümleri uygulanamaz.
Zira bu mallar hiçbir kişinin özel mülkiyetinde olmayıp, kamunun kullanımına ve istifadesine
tahsis edilmiştir. Hayrat taşınmazlar, mülga 2762 sayılı Vakıflar Kanunu'nun 10. maddesi ile 5737
sayılı Vakıflar Kanunu'nun 15. ve 16. maddelerinde öngörülen hükümler hariç olmak üzere, vakfın
belirlediği kullanım şekli dışında bir kullanım amacına tahsis edilemez. Belirtilen istisna hükümlere
göre de, hayrat taşınmazlar mümkün mertebe gayece aynı diğer hayrata tahsis edilmek
zorundadır.
Vakıf hayrat taşınmazların temel özelliği bunların amaç dışı kullanımlara karşı üçüncü
kişiler yanında, bizzat Devlete karşı da korunmuş olmasıdır. Bu vakıfların Devletin koruması
altında olması, Devletin istediği zaman ve istediği şekilde vakıf malları üzerinde tasarrufta
bulunması anlamına gelmez. Devlet, sadece amacı doğrultusunda kullanılmasını teminen, vakıf
mallarının kendisine emanet edildiği varlık konumundadır.
Düzenleyici işlemlerle vakıf hayrat taşınmazların, başka bir amaca özgülenmesi mevzuata
ve evrensel hukuk ilkelerine aykırı olacaktır.
Türk Kanunu Medenisi'nin yürürlüğe girmesinden önce kurulan vakıflar hakkında
uygulanacak mevzuatı belirleyen, 864 sayılı Kanun'un 1. maddesinde “Kanunu medeninin meri
olmağa başladığı tarihten evvelki hâdiselerin hukukî hükümleri, mezkûr hadiselerin hangi kanun
meri iken vaki olmuş ise yine o kanuna tâbi kalır.” ve 8. maddesinde ise “Kanunu medeninin
meriyete vazından mukaddem vücuda getirilen evkaf hakkında ayrıca bir tatbikat kanunu
neşrolunur.” şeklinde son derece sarih hükümlerle;
(i) vakfın kurucu belgesi olan vakfiyede yer alan kayıtların, vakıf kurma işlemi
tamamlandıktan sonra, vakfedeni, vakfı idare edenleri, vakıftan faydalanacakları, üçüncü kişileri
ve Devleti bağladığı,
(ii) vakfiye ile düzenlenen hususların hiçbir şekilde değiştirilemeyeceği,
(iii) vakıf varlıklarının, vakfedenin iradesine uygun olarak kullanılmasının zorunlu olduğu,
şeklinde formüle edilebilecek “eski vakıf statüsü” açıkça korunmuş olmasına rağmen, dava
konusu Bakanlar Kurulu Kararı incelendiğinde, tapu kaydına göre mazbut bir vakıf olan Ebulfetih
Sultan Mehmet Vakfına (günümüzde Fatih Sultan Mehmet Han Vakfı) ait ve vakfiyesi gereğince
cami olarak kullanılması gereken hayrat taşınmaz niteliğindeki Ayasofya Camii’nin müzeye
dönüştürüldüğü görülmektedir.
Ayasofya Camii ve Türk Kanunu Medenisi'nin yürürlüğe girdiği 4 Ekim 1926 tarihinden
önce kurulan diğer vakıfların 864 sayılı Kanun'un 1. ve 8. maddeleri ile açıkça koruma altına
alınmış olan eski vakıf statüsü, dava konusu Bakanlar Kurulu Kararının yürürlüğe konulduğu
tarihten sonra yürürlüğe giren 05/06/1935 tarih ve 2762 sayılı (mülga) Vakıflar Kanunu,
03/12/2001 tarih ve 4722 sayılı Türk Medeni Kanununun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkında
Kanun ve 20/02/2008 tarih ve 5737 sayılı Vakıflar Kanunu'nda aynı esaslar çerçevesinde
korunmaya devam edilmiştir. Buna göre, dava konusu Bakanlar Kurulu Kararı, yukarıda
alıntılanan ve vakıf senedi hangi tarihte düzenlenmişse o tarihteki mevzuatın uygulanacağını
hükme bağlayan 864 sayılı Kanun'un 1. maddesine açıkça aykırıdır.
Dava konusu Bakanlar Kurulu Kararı, yukarıda yer verilen mevzuat, Anayasa Mahkemesi,
Yargıtay, Danıştay ve AİHM kararları kapsamında değerlendirildiğinde;
Ayasofya'nın, statüsü muhafaza edilerek hukuk düzenimizle güvence altına alınan, özel
hukuk tüzel kişiliğini haiz mazbut vakıf niteliğindeki Fatih Sultan Mehmet Han Vakfı'nın
mülkiyetinde olduğu,
Ayasofya’nın, vakfedenin iradesi gereği sürekli şekilde cami olarak kullanılması için
toplumun hizmetine sunulduğu, bedelsiz olarak kamunun istifadesine terk edilmesi yönüyle hayrat
taşınmaz niteliği taşıdığı, tapu belgesinde de cami vasfı ile tescilli bulunduğu,
Vakıf senedinin, hukuk kuralı etki, değer ve gücünde olduğu, vakfedilen taşınmazın vakıf
senedindeki niteliğinin ve kullanım amacının değiştirilemeyeceği, bu hususun tüm gerçek ve tüzel
kişilerle birlikte davalı idare için de bağlayıcı olduğu,
Devletin, vakıf varlığının, vakfedenin iradesine uygun olarak kullanılmasını sağlama
yönünde pozitif yükümlülüğü, vakıf mal ve hakları ile ilgili olarak vakfedenin iradesini ortadan
kaldıracak şekilde müdahalede bulunmama yönünde de negatif yükümlülüğünün bulunduğu,
kuşkusuzdur.
Bu durumda, Türk hukuk sisteminde kadimden beri korunarak yaşatılan Vakfa ait taşınmaz
ve hakların vakfiyesi doğrultusunda istifadesine bırakıldığı toplum tarafından kullanılmasına engel
olunamayacağı, vakıf senedinde sürekli olarak tahsis edildiği cami vasfı dışında kullanımının ve
başka bir amaca özgülenmesinin hukuken mümkün olmadığı sonucuna varıldığından, bu hususlar
dikkate alınmaksızın Ayasofya'nın cami olarak kullanımının sonlandırılarak müzeye çevrilmesi
yönünde tesis edilen dava konusu Bakanlar Kurulu Kararında hukuka uygunluk görülmemiştir.
KARAR SONUCU :
Açıklanan nedenlerle;
Dava konusu Bakanlar Kurulu Kararının İPTALİNE, 02/07/2020 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.