
Misafir Kalem
Dawkins’e Risale-i Nur gönderelim
Asrın başlarında Risale-i Nur adlı eserleri yazarak dinsizlik ve inançsızlık felsefesini yok edecek formülleri bizlere hediye eden Bediüzzaman, aslında inançsızlığı öven bütün fikirlerin de bel kemiğini çoktan kırmıştır. Ancak o herhangi bir özel fikri ismen çürütmekten ziyade, her dönemde farklı adlarla doğacak inançsızlığı genel ve temelden formüllerle çürütmüştür. Risale-i Nur programlarından istifade edenler, kendi dönemlerindeki dinsizlik felsefesinin etkilerini yok edecek temel formülleri yine oradan bulabileceklerdir. Tembelliği ve hazırcılığı bırakıp inancımıza yapılan saldırılara Risale-i Nur’la cevap vermemiz gerekiyor. Biz de çalışmamızda böyle bir yol takip edeceğiz.
Risale-i Nur’un mantığımıza hediye etmiş olduğu ispat formüllerini karşılaştığımız bu yeni duruma uygulayarak, Dawkins’in fikirlerinin ne kadar mantık dışı olduğunu göstermeye çalışacağız. Bu arada Evrim’i çürütmek demek, Evrim Teorisini deneysel ya da bilimsel olarak çürütmek değildir. Evrimcilerin istediği de bizi imkanlarımızın kısıtlı olduğu kendi alanlarına çekip orada yenmektir. Doğacı ve Tesadüfçü Evrim felsefesi, inkar-ı mutlak fikrinin şu zamandaki bir görüntüsü olduğuna göre, doğrudan o teorinin değil de onun dayandığı mantıki ve felsefi temellerin yanlışlığını ortaya koyacağız. Bu temelleri ortadan kaldırdığımızda, sadece Evrim teorisini değil, adı her ne olursa olsun inançsızlığın güç alacağı bütün alanları yok edeceğiz. Çünkü bilimsel süsü verilen bütün o “inkarcı teoriler” bilim yoluyla ismen çürütülseler de, temeldeki felsefe devam ettikçe bütün o batıl düşünceler yepyeni bilimsel teori ambalajlarında önümüze yeniden konulabileceklerdir.
Bu girişten sonra tabiat (doğa-Natur) kavramının ne olduğunu da anlamaya çalışalım sizinle. Tabiat her şey ve hiçbir şeydir. Evet doğa her şeydir çünkü gördüğümüz her şey tabiat olarak adlandırılır. Doğa hiçbir şeydir çünkü tabiatın elle tutulabilir, gözle görülebilir mücessem bir şahsiyeti ve varlığı yoktur. Bediüzzaman tabiatı bir kanun ya da tüzüğe benzetir ki, kesin haklıdır. Üstelik tabiatı oluşturan bütün o farklı parçalar, kendilerinin neyin parçası olduklarının bile bilincinde olmayan bilinçsiz parçalardır. Bütün bu bilinçsiz parçaların birleşip de bilinçli bir seçme eylemi gerçekleştirip “bilinci” oluşturmaları kadar da saçma bir iddia hiçbir zaman olmamıştır. İşte doğal seçilim iddiası basitçe, “bilinçsiz doğanın bilinçli bir seçim yapması” olarak özetlenebilecek mantıksız bir önermedir.
Elbette Dawkins gibi düşünürler, teorilerini bu oldukça mantıksız temelden oldukça ve oldukça uzaklara çekerek, terimin aslındaki mantıksızlığı da örtmeye çalışırlar. Öyle bilimsel vurgularla bu kavramı boğarlar ki, insanın “Doğanın Seçemeyeceğini” düşünmeye bile hali kalmaz. Somut bir örnek verelim isterseniz. Doğal seçilimciler, bir uçan sincabın paraşütsü derisinin varlığını “doğal seçilime” bağlarlar. Buna göre güya milyonlarca yıl boyunca ağaçlarda yaşayan sincapların bazıları ağaçlardan atlaya atlaya böyle bir deriye kavuşmuşlardır. Güya doğa, yüksek ağaçlarda daldan dala atlamayı seven bu sincap türü için böyle bir paraşüt tasarlamıştır. Halbuki paraşüt ya da kanat tasarımı bilinçli bir müdahaleyi gerektirir. Kaldı ki ağaçtan atlayan ilk sincap muhtemeldir ki ölecek ya da sakat kalacaktır. Böyle bir sincabın genlerini sonraki nesillere nasıl geçireceği ise koca bir soru işaretidir. Zaten normal sincapların hiçbirinde biz böyle bir atlama meyli görmüyoruz. Çünkü sincaplar ölmek ya da yaralanacaklarını az da olsa hissetmektedirler. Uçan sincapların ise, neden böyle ölümü göze alırcasına milyonlarca yıl boyunca kendilerini ağaçların tepelerinden yerlere fırlattığını kimse açıklayamaz.
Halbuki bütün canlılar öncelikle yaşamlarını ve de nesillerini koruma refleksine (sevk-i ilahisine) sahiptirler. Bu sevk onların sebepsiz yere ağaçlardan atlamasını engelleyecektir. Hem zaten diğer sincap türleri de atlamadan ve kanatlanmadan yaşamlarını bugüne kadar devam ettirebildiklerine göre, sincabın milyonlarca yıl nesiller boyunca ölmek rağmına kendini aşağılara atmasını haklı kılacak herhangi bir zorunluluk yok demektir. Çünkü böyle bir zorunluluk olmuş olsaydı diğer sincaplar için de olacaktı ve o sincaplar varlıklarını bugüne getiremeyeceklerdi. Mesela bugün uçan sincapların hiç birisi denize girip yüzerek yüzgeçlenme arayışına girme ihtiyacı hissetmezler. Çünkü bu olay onların yaşamını riske atacaktır. Bu kuvvetli hayatta kalma reflekslerine rağmen onların suya girmeyi seçmeleri ve bu suya girişi tabiatlarının inadına milyonlarca yıl boyunca sürdürmeleri düşünülemez. Akla gelen tek ihtimal uçan sincabın bu bedensel yapısının doğuştan var olan özgün yapısı olduğudur.
Üstelik hayvanların genlerle taşıdıkları davranışlar daha çok hayati tehditlere karşı koyma eylemleridir. Yırtıcı hayvanların çokça saldırısına uğrayan kimi otçul hayvanlar, ürkek ve dikkatli bir yapıya sahiptirler. Çünkü maruz kaldıkları hayati tehlikelerin neler olduğu yüz binlerce yıl boyunca genlerine yazılmıştır. Allah onlara soylarını devam ettirebilmeleri için böyle bir alarm sistemi yerleştirmiştir. Böyle bir durum ise evrim değil, aksine evrim gibi bir sürecin oluşmasını engelleyen bir sigortadır. Yani hiçbir hayvan hayatını devam ettirmek yerine evrim gibi yaşamı açısından riskli bir süreci seçmez. Dağın tepesinde yaşayan bir ayı, her defasında kendini neden dağdan aşağı atsın ki? Hem de bu davranış milyonlarca yıl devam eden bir davranış olsun. Evrime göre ancak böyle bir yol izlerse ayı uçabilecektir. Yaşamak yerine hiçbir ayının ölümü bilinçli olarak seçmeyeceğine eminim. Ölen ayının genlerinin nereye geçeceği ise ayrı konu. Hem bazı deniz memelilerinin mesela balinaların kimi zaman istekli bir şekilde karaya vurduklarını gözlemliyoruz. Adeta gruplar halinde ölüme koşmaktadırlar. Bilim adamları ise her defasında o balinaların ayaklanıp kumsalda yürümesinden değil, soylarının tükenecek olmasından endişelidirler.
Bediüzzaman “tabiat” genel manasıyla, bu “doğal seçilim” meselesine de cevaplar verir. Ona göre kainatta olmuş olacak bütün imkân dairelerin ihtiyarıyla seçen Fâil-i Muhtar olan Allah’dan başkası değildir. Tabiatçılık fikrinin yanlışlarını göstermek için “Tabiat Risâlesi”nde verdiği örneklerden birine bakalım:
Eğer mevcudatta (varlıklarda), hususan zîhayatta (canlılarda) görünen, basîrâne (görülerek) hakîmâne (bilinerek) olan san'at ve icad (yaratış) Şems-i Ezelînin kalem-i kader ve kudretine (Allah’ın ilim ve kudretine verilmezse) verilmezse, belki kör, sağır, düşüncesiz olan tabiata ve kuvvete isnad edilse, lâzım gelir ki, tabiat, icad (yaratmak) için herşeyde hadsiz mânevî makine ve matbaaları bulundursun; veyahut herşeyde kâinatı halk (yaratıp) ve idare edecek bir kudret ve hikmet derc etsin.
Görüldüğü gibi Bediüzzaman meseleye temelden girmektedir. Bugün kendine kendine olduğu, düzenlileştiği ve seçimlerde bulunduğu iddia edilen doğanın göz ardı edilen özelliklerine değinir. Doğa, kör, sağır, düşüncesiz bir yığından ibarettir. Böyle olan bir doğa, görüp, duyup olmayan aklıyla seçim yapıp gözleri, kulakları, beyinleri nasıl oluşturabilir? Görmeyi, duymayı verebilecek olan ancak gören, duyan ve bu duyguları bilen birisi olabilir. Halbuki doğada bunların hiçbiri yoktur. Üstelik tabiatı değiştiren, tahrip eden, başkalaştıran çoğu zaman şuurlu, gören, duyan dışarıdan bir güç yani insandır. Üstelik tabiatın kudreti de yoktur. Kendindeki değişimlere bile karşı duramaz. Akılsız, kör ve sağır olan tabiatın bir şeyler oluşturması için fabrikalar, matbaalar gibi hadsiz düzeneklere ihtiyaçları vardır ama ellerinde bu imkânlar da yoktur. Bediüzzaman örneğine şöyle devam eder:
Çünkü, nasıl şemsin cilveleri ve akisleri (güneşin yansımaları), zemin yüzündeki zerrecik cam parçalarında ve katrelerde (damlalarda) görünüyor. Eğer o misalî ve aksî (yansıyan) güneşçikler semâdaki tek güneşe isnad edilmese, lâzım gelir ki, bir kibrit başı yerleşmeyen bir zerrecik cam parçasında tabiî, fıtrî (doğal) ve güneşin hâsiyetlerine (özelliklerine) mâlik, zâhiren küçük, mânen çok derin bir güneşin haricî (dış) vücudunu kabul ederek, zerrât-ı zücâciye (cam parçaları) adedince tabiî (doğal) güneşleri kabul etmek lâzım geldiği gibi,
Ayna ve cam örnekleri Bediüzzaman’ın eserlerinde sıkça kullandığı örneklerdir. Güneşin özelliklerini yansıtan cam parçaları güneşin kendisi değillerdir. O aynalar, üzerlerinde yansıyan parıltılar ve görüntülerin devamı için güneşe ihtiyaç duyarlar. Çünkü güneşin hidrojeni, helyumu ve diğer özellikleri aslında o camların asli vücudlarında yoktur.
Atomlar ve hücreler de böyledir. Mesela o hayvanları, bitkileri, insanları oluşturan hücrelerin seçim yapabilecek akılları ve iradeleri yoktur. Onlarda görünen akıllıca yansımalar aslında tecellileriyle üzerlerinde tasarruf eden bir ilim sahibini gösterir.
Dolayısıyla doğal seçilim dedikleri, aslında Allah’ın ihtiyar ve ilmiyle yapılan bir ilahi seçimdir. Hücreler görür gibi işler yapmaktadırlar. Hatta bir vücudun dışarıdan nasıl görüneceği bile belirlenmekte, beden, renklerle, biçimlerle, derilerle, tüylerle süslenmektedir. Halbuki o atomlar, hücreler önlerini bile göremezler. Renkleri, süsleri, geometrik şekilleri, oranları ayırt edecek, seçecek bir iradeleri de yoktur. Demek ki görür gibi yapılan bu faaliyetler o hücrelere ait değildir. Gerçekten gören birisi tarafından yapılmaktadırlar. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Görüldüğü gibi Bediüzzaman evrimden bile bahsetmeden tesadüfçü evrimin kökenlerini çürtütmüştür. Bir örnek daha vererek bu bahsi bitirelim.
Bediüzzaman, seçim yapma konusunda bütün varlıkların üstünde olan insanın bile ihtiyaçlarının yüzde doksan dokuzunu hazır bulduğunu anlatıyor. Akıllı ve seçici İnsan bile hayatına lüzumlu yüzde doksan dokuz ihtiyacını kendisi seçemiyorsa akılsız tabiatın "doğal seçilim" adlı irâdi seçilimleri yapması imkansızdır:
Hem insanın vücudu ve cesedi bile onun değildir. Çünkü kendisinin eser-i san'atı (sanat eseri) değildir. O vücudu yolda bulmuş, lakîta (buluntu) olarak temellük de etmiş (sahiplenmiş) değildir. Kıymeti olmayan şeylerden olduğu için, yere atılmış da insan almış değildir. Ancak, o vücut, hâvi olduğu garib san'at, acip nakışların şehadetiyle, bir Sâni-i Hakîmin (Hikmetli bir Sanatkarın) dest-i kudretinden (kudret elinden) çıkmış kıymettar bir hane olup, insan o hanede emaneten oturur. O vücutta yapılan binlerce tasarrufattan (kullanımlardan), ancak bir tane insana aittir. Ve keza, esbab (sebepler) içerisinde en eşref (en şerefli), en kuvvetli bir ihtiyar (seçim) sahibi insan iken, ef'âl-i ihtiyariye (seçimli fiiller) namıyla kendisine mal zannettiği ef'âlin (fiillerin) ekl (yemek), şürb (imek) gibi en âdi bir fiilin husûlünde, yüz cüz'ünden (parçasından) ancak bir cüz'ü insana aittir.Ve keza, insanın elindeki ihtiyar pek dardır.
Havâssının (duygularının) en genişi hayal olduğu halde, o hayal akıl ve aklın semerelerini ihata edemez. Bunları, bu kadar büyük iken, nasıl daire-i ihtiyarına idhal edip, onlarla iftihar ediyorsun? Ve keza, şuurî olmaksızın, senin lehine ve aleyhine çok fiiller cereyan etmektedir. O fiiller şuurî (bilinçli) oldukları halde, şuurun taallûk etmediğinden (bilincin karışmadığından) sâbit olur ki, o fiillerin fâili bir Sâni-i Zîşuurdur. (Bilinçli bir Sanatlı Yaratıcıdır) Ne sen fâilsin (yapıcısın) ve ne senin esbabın (sebeplerin)... Binaenaleyh, mâlikiyet (sahiplik) dâvâsından vazgeç. Kendini mehasin (iyilik) ve kemâlâta masdar (güzelliklere kaynak) olduğunu zannetme. Ve kat'iyen bil ki, senden sana yalnız noksan ve kusur vardır. Çünkü, sû-i ihtiyarınla (kötü seçiminle), sana verilen kemalâtı (güzellikleri) bile tağyir ediyorsun. (başkalaştırıyorsun) Senin hanen hükmünde bulunan cesedin bile emanettir. Mehasinin hep mevhubedir (iyiliklerin verilmiştir); seyyiatın meksûbedir.(kötülüklerin senin kazancındır) Mesnevi-yi Nuriye (OD)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
risale-i nurları sadece tekvini tevhidin ispatı olan eserler olarak göstermek büyük bir hata değilmidir? halbuki Kur'an-ı kerimin Tevhid-i hakikiyi ispat için akla binlerce deliller sunması zannedildiği gibi kâinatın bir yaratıcısı olduğunu ispatlamak için değildir. Zaten müşrik toplum kâinatı ALLAHIN cc yarattığına inanan fakat bununla birlikte Cenab-ı hakkın fiil ve sıfatlarında ona ortaklar koşan bir toplum demektir. Mekke'de ki müşrik toplumda bu şekilde hem ALLAH a cc inanan hem de fiil ve sıfatlarında ona şerikler koşan müşrik bir inanca sahiptiler. Yeryüzünde ateistler gibi önemsiz bir topluluk dışında yaratıcıyı inkâr eden bir toplum olmamıştır zaten. Demek kur'an-ı kerimin Tevhid davası sadece yaratıcıyı ispat etmekten ibaret değil. Hadd-i zatında Kur’anın Tevhid hususundaki tahşidatının temel amacı şirki temizlemek ve Tevhid akidesine uygun olarak insan yaşamının bütün alanlarını tanzim etmektir. Belki kur'andaki Tevhid bahsinin hakiki gayesi ALLAHIN cc teşrii ulûhiyetiyle
Yanıtla (0) (0)teşrii ulûhiyetiyle tekvini ulûhiyetini ayıran şirk inancını tasfiye edip cenab-ı hakkı tekvini ve teşrii ulûhiyette birlemektir.
Yanıtla (0) (0)Teşri-i ulûhiyet ise; şeriat vazz etmek, kullarının yaşam tarzını belirlemek hususunda kanunlar koymak ve yasalar emretmektir ki; Mekke deki şirk toplumunda olduğu gibi bu gün ki mevcut toplumlarda da bu şirk hastalığı yaygın bir şekilde işlemektedir. Teşri-i ulûhiyette ya parlamentolar yoluyla yahut başka türlü yollarla Cenab-ı hakkın şerik kabul etmez kanun koyucu vasfına karşı bir başkaldırı söz konusudur. Meclisler yoluyla insanların yaşam alanları kur'an ve sünnet dairesinde kalmak lüzumu görmeksizin tasarrufta bulunulmaktadır. Hâlbuki İslam kulların yaşam alanlarının tanziminde kur'an ve sünnete bağlı kalmaksızın yapılan tasarrufları İLAHLIK iddia etmek kabul etmiştir. Tekvin-i ulûhiyet cihetiyle şimdi bir sıkıntı yok denebilir. Kâinatın yaratıcısı olarak bütün cihan ALLAH’I cc Tevhid etmektedir. Tehlike ve şirk ise teşri-i ulûhiyet canibinden gelmekt
risale-i nur bir hakikatı inşa etmesine bedel nurcular o hakikatı gözlerine o kadar yaklaştırdılar ki başka bir çok hakikatleri göremez oldular..Tevhid-i hakiki ikidir. Birisi tekvini diğeri ise teşrii ülûhiyettir. Risale-i nurlar bundan bir asır evvel kuvvetli bir dalalet fikrinin yaratıcı hakikatini inkâr etmesine bedel Kur'andan kuvvetli akli delillerle bu dalalet cereyanını etkisiz kılmıştır. Fakat ne yazık ki hala tarihte daimi bir surette şirkin temel tezahür alanı olmuş ve peygamberlerin esas tesis etmeye çalıştığı cenab-ı hakkın teşrii ulûhiyetteki mutlak hâkimiyetini başka sahte ilahlara veren ya da onunla paylaştıran asıl şirkin istilalarına karşı henüz sağlam bir hamle ve ciddi bir mukavemet gösterilememiştir. Kâinatı yaratan cenab-ı hak olduğu gibi insanların yaşam alanlarını tanzim etmek için yegâne kanun koyucu ve yasa çıkarıcı cenab-ı haktır. İşte bu hakkı ALLAH'TAN bağımsız kullanan sahte ilahlarla mücadele ise bütün peygamberlerin ortak mücadele alanı olmuştur.
Yanıtla (0) (0)risale-i nur bir hakikatı inşa etmesine bedel nurcular o hakikatı gözlerine o kadar yaklaştırdılar ki başka bir çok hakikatleri göremez oldular.Nemrut, Firavun, Şeddat ve rablik iddia eden Yahudi hahamları ve Hıristiyan papazları ve bütün ilah ve ilahelerin hakiki iddiaları kulların yaşam tarzını kendilerinin koyduğu yasalara bağlı kalarak sürdürmelerini istemeleridir. Bunun karşısında diğer bütün peygamberler davetlerini bu sahte ilahların ilahlık iddiasından vazgeçmesine yani kanun koyma hakkını ALLAH a tahsis etmelerine ve ALLAHIN kitabına bağlı kalmaya ve onun kitabının dışında kanunlar koymaktan ve yasalar çıkarmaktan men etmeye bina etmişlerdir. İşte bu gün parlamentolar eliyle yapılan yasama faaliyetlerinin İslam’daki ismi ilahlık iddia etmek ya da ülûhiyet taslamaktır.
Yanıtla (0) (0)risale-i nur bir hakikatı inşa etmesine bedel nurcular o hakikatı gözlerine o kadar yaklaştırdılar ki başka bir çok hakikatleri göremez oldular. Risale-i nur cephesinden cenab-ı hakkın teşri-i ulûhiyetine yapılan bu taarruzlara karşı hamle yapılmaması ne esef vericidir. Acaba iman esaslarına inandığı halde teşrii anlamda ulûhiyeti ALLAHA tahsis etmeyen insanlar mümin olsalar da Müslim olmayacakları ve bu durumun medar-ı necat olmadığını risale-i nurlarda okumadılar mı?
Yanıtla (0) (0)Deccalın ulûhiyet iddia etmesi ben yaratıcıyım demesi midir ey nurcular bunu mu anladınız?
Yoksa kanun koyuculuk hakkını kendinde görmesi midir acaba?