Depreme günahkarlar mı maruz kalır?

Depreme günahkarlar mı maruz kalır?

Deprem Broşürü’nde akla gelebilecek sorulara cevap veriliyor

Risale Haber-Haber Merkezi

 

Van ile birlikte bir kez daha gündemimize gelen deprem hadisesiyle ilgili bir çok soru gündeme geliyor. Suffa Vakfı tarafından Deprem Broşürü’nde akla gelebilecek sorulara cevap veriliyor. İşte çalışmanın ikinci bölümü:

 

7) Bu gibi afetlerde vefat edenlerin şehadet mertebesi ile taltif edilmeleri, tedbir alma noktasında tembelliğe sevk etmez mi?

 

Cevap: Biz başımıza gelmiş bir depremden bahsediyoruz, gelecek veya gelmesi muhtemel bir depremden bahsetmiyoruz. Yaşanmış ve önlem alınması imkânsız bir olay ile yaşanması muhtemel ve önlem alınması mümkün olan bir olay faklıdır.

 

İnsan yaşamak için dünyaya gönderilmiştir. Bir kişinin kendi hayatına kastetmesi dinimizde cinayettir. Bile bile tedbir almamak, birisinin hayatına kastetmektir. Tedbir almayanlar, depremde ölenlerin katilleridirler. Kendisi tedbir almamışsa, kendi katili olur ve ahirette hesabını verecektir. Yani bile bile tedbir almadığı için depremde ölen adam sevap değil, azapla karşılaşır.

 

8) Depremler ve musibetler, kaderin bir tensip ve programı ise, alınacak tedbirlerin ne anlamı kalıyor?

 

Cevap: Maalesef birçoğumuz kaderi yanlış anlıyoruz. Kaderi Allah tarafından, geçmişte hakkımızda yazılanların bizim tarafımızdan mecburen canlandırılması diye anlıyoruz ki, bu çok yanlış bir yaklaşımdır. Kaldı ki böyle olduğu varsayılsa bile, biz kaderimizde ne yazıldığını bilmiyoruz ki?

 

Hiç kimse, kaderimde ne varsa onu göreceğim diye iş yerini açmazlık etmiyor. Sabahın erken saatlerinde iş yerini açmayı ihmal etmeyen bir kimse, kaderimde deprem varsa, mecbur göreceğiz diyemez. Çünkü rızkı da kaderde vardı. Peki, niye iş yerini açıyor ve niye rızkının peşinde koşuyor?

 

İşimize gelmeyen yerde kadere sığınmak veya kadere havale etmek nefsin bir tuzağıdır. Kendi hakkı olmayan başarıları ile gururlanan, fakat yaptığı yanlışları kadere havale edenlerin sayıları maalesef az değildir.

Ders çalışan öğrenciler başarılı oluyorlar, çalışmayanlar ise başarısız. Eğer kaderde hangi notları alacağı önceden belli olsaydı, bazen de tembel öğrenciler başarılı olurdu. Ancak şu bir gerçek ki, başarılı öğrenciler ders çalışanlar arasından çıkar. Sınavda yüksek not alan bir öğrenci, “Kaderimde ne varsa onu göreceğim.” deyip ders çalışmayı bıraksa, acaba yine aynı başarıyı gösterebilir mi?

 

Kader, bizim yaptıklarımızın veya yapacaklarımızın Allah tarafından önceden bilinmesidir. Allah’ın ilmi sonsuz olduğu için, sadece dünü ve bu günü değil, sonsuz ilmi ile ezelden biliyor. Ezel ise, sadece maziye yani geçmişe bakmaz; geçmiş, hâl ve geleceği tamamen ihata eder ve tutar. Bu anlamda bir ezeli ilim bizim ne yapacağımızı ezelde biliyor.

 

Bu ezeli ilim ve Cenab-ı Hakk’ın ezelde bilmesi, bizleri mecburi istikamet olarak yönlendirmiyor. Mesela, takvim yapraklarında bir sene sonra güneşin saat kaçta doğacağı yazılıdır. Takvimde yazıldığı için mi güneş o saatte doğuyor, yoksa güneş o saatte doğacağı için mi takvimde yazılıdır? Acaba takvimde güneş öğle vakti doğacak diye yazılsaydı, güneş öğle vakti mi doğacaktı. Elbette ki hayır. Demek ki, ezeli olarak bilmek olayı etkilemiyor. Güneş yine olması gereken vakitte doğacaktır.

Güneş ne zaman doğacaksa, takvimde o yazılıdır. Bizler de ne yapacaksak, Allah da onu biliyor ve yazıyor.

 

Bir adam kendini yüksek bir apartmandan attı ve öldü. Kaderinde yazılı olduğu için değil, kendini atacağı için kaderinde öleceği yazılıdır. Hem kaldı ki, adam kaderinde apartmandan atlayarak öleceğini önceden nasıl bilebilir ki? Böyle bir şey mümkün mü? Hiç kimse kaderinde ne olduğunu bilemez.

 

Dolayısı ile bizler tedbir almazsak, kaderimizde tedbir almadığımızdan dolayı depremden zarar göreceğimiz yazılı olacaktır. Eğer tedbir alırsak; tedbir aldığımız için depremde hasar görmeyeceğimiz yazılı olacaktır. Nitekim önlem alan ülkeler, depremleri az zararla atlatıyor. Acaba kaderlerinde, az zararla atlatacaklar diye yazılı olduğu için mi, zararı az görüyorlar, yoksa tedbir aldıkları için mi, kaderlerinde az zarar görecekleri yazılıdır. Vicdanımıza danışırsak mesele anlaşılır.

 

9) Depremler ve afetler Müslümanların olduğu ülkelerde daha fazla müşahede ediliyor. Bunun sebep ve hikmetleri hakkında ne dersiniz?

 

Cevap: Âlemde hikmetsiz ve sebepsiz hiçbir şey yoktur ve olamaz. Bildiğiniz gibi, ufak tefek suçlar, kavgalar köy karakolunda bir iki saatlik nezaret hapsi ile bir şekilde çözüme kavuşturulur. Ama cinayetle biten büyük kavgalar için köy karakolu kifayet etmez. Ancak ağır ceza mahkemelerinde yargılanır ve ağır hapis cezasına çarptırılmaları gerekmektedir.

 

Tıpkı bunun gibi, Müslümanlar Allah’a iman ettikleri ve ellerinden geldiği kadar İslam’ı yaşadıkları için, gıybet, dedikodu, çekişmeler, şükürsüzlük, gaflet gibi suçların cezaları dünyada verilerek temiz bir şekilde ahirete gönderiliyor. Ama ehl-i küfür ve dalalet, inanmadıkları için en büyük cinayeti işlemiş oluyorlar. Hâşâ Allah yoktur, ahiret yoktur diyerek her şeyi inkâr ediyorlar. Bunun cezası ise dünyada verilemez. Ve dünyevi ceza kifayet etmez. Bu suçları ve cinayetleri ancak cehennem azabı temizler. Dolayısı ile onların bu cezaları ahirete kalmış oluyor; yoksa ihmal ediliyor değil.

 

10) Musibetlerin; bir cihette isyanlara ve hatalara ceza olduğunu biliyoruz. Ancak, masumların ve mazlumların da aynı musibetten hissedar olmalarının hikmeti nedir?

 

Cevap: Herkesi bir şekilde etkileyen bu gibi genel musibetler, çoğunluğun hatasından kaynaklanıyor. Yoksa kişisel hatalar kişisel olarak cezalandırılıyor. Kimi zulmeder, kimi de ona karşı sessiz kalır. Kimi açıktan günah işler, kimi de onu gördüğü halde hoş görür veya “bana ne” der. İkisi de suçludur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de bir kavmin helakinden bahsedilirken, suçu işleyen ve bu suça karşı sessiz kalanların birlikte helak edildikleri, uyaranların ise zarar görmediği anlatılmaktadır.

 

Diğer yandan, eğer musibetlerde sadece fena insanlar zarar görse ve iyilere bir şey olmazsa, bu defa herkes mecburen iyi olmağa çalışacak ve inanmak zorunda kalacak. Düşünsenize, alt katta bir zalim var ve onun evi yıkılmış, ama üst kattaki hayırlı insanın evine hiçbir şey olmamış. Bu gibi tablolar herkesi ister istemez inanmaya zorlayacaktır. Bu ise imtihan sırrına zıttır. Herkes aklını kullanarak gerçekleri fark etmeli ve öylece inanmalıdır. Aksi takdirde, sınavdaki öğrenciye kopya vermek gibi olur. Bu ise adalet olamaz.

 

11) Masumların ve mazlumların aynı musibete ortak olmasına, ilahi adalet açısından nasıl yaklaşılmalıdır?

 

Cevap: Madem imtihan sırrı bozulmasın diye masumlar zarar görüyor. Ebetteki onlar ahirette bunun karşılığını fazlası ile alacaklardır. Kesinlikle müminler şehit oluyorlar ve zayi olan malları da sadaka hükmüne geçiyor.

 

12) Bu gibi afetlere maruz kalan insanlara; günahkâr ve suçlu olarak bakmak ne kadar doğrudur? Bu gibi afetlerin tek nedeni isyanlar ve günahlar mıdır?

 

Cevap: Ne yazık ki, toplumumuzda böyle yanlış bir kanaat oluşmuştur. Öncelikle, gerek bireysel ve gerekse de toplumsal olarak maruz kaldığımız musibetler, sadece günahların neticesi olmadığını ifade etmek isteriz. Aksi takdirde, ismet sıfatı olan peygamberlerin yaşadığı sıkıntıları ve musibetleri nasıl izah edebiliriz?

 

Hamur, yoğrularak kıvamını bulduğu, asker sıkı bir eğitimden geçerek deneyim kazandığı gibi, insanoğlu da musibetleri ve sıkıntıları yaşayarak olgunlaşır ve hayatın kıymetini daha iyi anlar. Hastalanmadan, sağlımızın kıymetini nasıl anlayabiliriz? Aç kalmadan fakirin durumunu tam anlamak imkânsız olduğu gibi, fakir olmadan, nimetlerin değerini tam olarak takdir etmek de mümkün değildir.

 

Dünya hayatı ve standartları, bir kışla veya bir okul gibi, bizi eğitmeye uygun bir şekilde yaratılmıştır. İnsan dünyada hastalık ve musibetlerle kemale erişir ve cennete layık bir kıvama gelir.

 

Toprak altına giren bir tohum, sıkıntılara karşı mücadele ederek başını çıkarıp, kocaman bir ağaç olur. Eğer toprağa atılmasa idi, sadece bir çekirdek olarak kalacak ve sonunda çürüyüp yok olacaktı. Aynı tohum toprak altında mücadele etmeyi bırakırsa, yine çürüyecek ve aydınlığa başını çıkaramayacaktı.

 

İnsanda da bir tohum gibi binlerce kabiliyet ve yetenek vardır. Bütün bunlar dünya hayatı şartlarında ancak olgunlaşabiliyor. Ya mücadele ederek olgunlaşacak ve aydınlık olan cennete gideceğiz veya mücadeleyi bırakıp, nefsimiz ne isterse onu yapacak ve karanlık olan cehenneme atılacağız.

 

Dolayısı ile depremler, hastalıklar, musibetler bizi olgunlaştırmak, doğru yoldan sapmamak, hakkı bulmak ve hayatımızı fani şeylerle zayi etmemek için birer mürşit görevi yapmaktadır denilebilir.

 

13) Musibetlerin ve afetlerin yegâne sebebi insanların zulümleri ve isyanları değil ise; o zaman bu müthiş hadiselerin Allah (c.c.)’ın bir ikaz ve uyarısı olduğu yaklaşımı ile çelişmez mi?

 

Cevap: Gerek kişisel olarak, gerekse de toplumsal olarak musibetlere doğrudan maruz kalanlara günahkâr ve suçlu nazarı ile bakmak ne dinen ve ne de vicdanen doğru değildir. Çünkü onların ne yaptıklarını bilmiyoruz. Bilmediğimiz için de, suçlu olarak baktığımızda suizanna girmiş oluruz ki, bu dinen haramdır. Hâlbuki Müslüman kişi, hüsn-ü zan dediğimiz olumlu bakışla mükelleftir.

 

Ayrıca; uyarı ve ikazlar, sadece hatalar ve isyanlar için olduğu anlamına gelmez.

Zira bilemediğimiz maddi ve manevi istikbâl yapılanmaları, hadisatın lisanen konuşup mesaj vermesi, maruz kalanların makamen yükseltilmeleri ve taltifleri, insanların savunma ve metanet mekanizmalarının güçlendirilmesi, itaatlerin ve sabırların test edilmesi, dünya ile ahretin münasebet ve ilişkileri; en önemlisi de Allah’ın Zat, sıfat ve esmasının mahlûkatta mahiyeti itibari ile tezahür ve tecelliyatı ve hassaten idrak edemeyeceğimiz ilahi maksat ve muratların tahakkuku ile bu anlamda bela, afet ve musibetlerin derin ve ciddi münasebetleri vardır.

 

14) Bu gibi uyarılardan ve ikazlardan nasıl ders alınabilir?

 

Cevap: Musibete maruz kalan kişinin kendisi bu dersi çıkaracak. Yoksa birileri üzerine giderek ve âdeta hakaret ederek ona ders çıkartmayacak. Kişi kendisi düşünecek ve hayatını gözden geçirerek, varsa yanlışları, düzeltmeye çalışacaktır. Yoksa birileri adama gidip, “Acaba ne suç işledin de bunlar başına geldi, umarım iyi ders almışsındır.” derse, haddini aşmış olur.

 

Çobanlar, koyun sürüsü, başkasının tarlasına girdiği veya yanlış bir tarafa yönlendiği zaman, dönmeleri için uzaktan sürüye taş atar ve o taş bazen bir iki koyuna isabet eder, hatta ayakları kırılan bile olur. Şu var ki, atılan taş yalnızca o iki koyuna değil, yanlış tarafa giden tüm sürüye atılmıştır. Ve ikaz sadece iki koyuna değil, tüm sürüye idi. Şimdi sürünün diğer koyunları, taş kendilerine isabet eden iki koyuna günahkâr veya suçlu nazarı ile bakarlarsa ne kadar doğru olur?..

Aslında bir suç varsa, hepsine aittir ve bir ders çıkarılacaksa, hepsinin çıkarması lazımdır.

Hatta taşın isabet ettiği koyunlara, diğer koyunlar şöyle bakmalılar:

“Aslında hepimiz bu cezayı hak etmiştik, ama bu iki arkadaşımız fedakârlık göstererek musibeti göğüslediler ve kendilerini bizim için tehlikeye attılar, feda ettiler.”

 

Bizlerin de, musibete doğrudan maruz kalanlara böyle bakmamız lazımdır. “Musibeti göğüsleyenler, varsa bir günahları, temizlenmiş oldular, ama biz hâlâ suçluyuz ve temizlenmedik.” diyerek kendimize çekidüzen vermemiz gerekir.

Diğer yandan, musibeti doğrudan göğüsleyenlere de, toplumsal hataların faturasını ödeyen fedakârlar olarak bakmalıyız.

 

15) Depremlerin nasıl meydana geldiği konusunda genel anlamda iki görüş hâkimdir. Kimileri;  “Depremler tesadüfen meydana geliyor.” derken, kimileri de “Allah (c.c.)’ın takdiri ile olmaktadır.” diye söylemektedir. Bu iki görüşün sonuçlarını artı ve eksileri ile değerlendirir misiniz?

 

Cevap: Bir olayın tesadüfen meydana gelmesi demek, önceden hesaplanmamış, gelişigüzel, bilinçsizce oluşması demektir. Böyle bir yaklaşım ise insanın içine ürperti ve korku salmaktan başka bir fayda veremez. Şoförsüz bir otobüs veya pilotsuz bir uçakla seyahat ettiğinizi düşün. Yüreğiniz ağzınıza gelmez mi? Bir an önce inmek istemez misiniz?

 

Dünyamız bir uçaktan daha hızlı hareket etmektedir. Tesadüfen ve başıboş hareket ediyor diyenlerin ödü patlamalı değil mi? Ödleri patlamaması gösteriyor ki, nefisleri kabul etmese de, vicdanları Allah’ın varlığını kabul ediyor ki, rahat yaşıyorlar. Çünkü ne zaman nereye çarpacağı ve nereye gideceği belli olmayan bir gezegen üzerinde başka türlü nasıl rahat edilebilir?

 

Dünyamızın şimdiye kadar yörüngesinden bir santim sapmaması, güneşin doğmasında ve batmasında bir saniye gecikmemesi gösteriyor ki, bu işler tesadüfen değil, sonsuz bir ilim ve kudret tarafından idare ediliyor.

 

Tesadüfî şeylerde düzen, nizam ve intizam, uyum beklenemez. Karmaşa ve düzensizlik hâkim olur. Bu gözle, âleme ve yaratılanlara bir bakalım, nerede bir düzensizlik vardır? Her şey ince hesaplarla yerli yerine konmuş ve işlemeye devam ediyor. Bir saniye kontrol elden bırakılsa, her şey darmadağın olur. 

 

“Depremler tesadüfen meydana geliyor.” diyenler, hiçbir ders çıkaramayacakları gibi, teselli bulmaları da mümkün değildir. Tesadüfen, şuursuz tabiat tarafından meydana gelen bir olayda, herhangi bir amaç ve gaye beklenemez. Dolayısı ile bir ders de çıkarılamaz. Ayrıca ölenler ölmüştür, zayi olan mallar da yitirilmiştir. Yapılacak hiçbir şey yoktur.

 

Fakat “Bu depremler, Allah tarafından kontrollü bir şekilde belli gaye ve hikmetlerle takdir edilmiştir. Bizlere ya bir uyarı ya da bir ders vardır.” diyenler, kendilerini gözden geçirme fırsatı bulurlar. Ayrıca hayatını kaybedenler şehit ve giden mallar da sadaka hükmüne geçmiştir. Bundan daha büyük bir teselli olabilir mi?

 

(Devam edecek)

 

www.feyyaz.org