Devletin vicdanı mı vicdanın devleti mi?
Senai Demirci: Devletin vicdanı hatırına vicdanımızın devletini yok edemeyiz. Yoksa, tüm değişim dinamiklerini öldürürüz
Senai Demirci'nin yazısı:
Devletin vicdanı mı vicdanın devleti mi?
Hekimliğimden bilirim. Hastaların ve hasta yakınlarının oynadıkları karmaşık bir oyun vardır. Hastaya ölümcül (olduğu varsayılan) kanser teşhisi konmuştur. Bu, çoğunlukla ailenin büyüğü (anne/baba) olur.
Oyun başlar. Öncelikle kanser hastasından kanser olduğu gizlenecektir. Bir türlü bitmek bilmeyen, uzun günler süren yatışlarda, hasta, hissetse bile, kanser olduğunu itiraf etmeyecektir. İtiraf edecek olsa bile, kendisine kanser olduğunu bildirmeyen yakınlarına, aslında kanser olduğunu bildiğini bildirmeyecektir. Yakınlar: kanser olduğunu bildirmez. Hasta: Kanser olduğunu bilmez. Yakınlar: Kanser olduğunu bilmezmiş gibi yapar. Hasta: Yakınlarının kendisine kanser olduğunu bildirmediklerini bilmezmiş gibi yapar. Ara sıra, kanser olduğunu bildiğini babasına bildirmeyen oğul ile kanser olduğunu kendisine bildirmediğini bilmiyormuş gibi yapan baba, birbirlerine iç dökecek gibi olur ama, aradaki o gizlilik, ko(r)kusundan ötürü bir türlü patlatılmayan o çıban herkesi suskunluğa iter... Babalarına kanser olduğunu bildirmeyen, babalarının kanser olduğunu bildiğini kendilerine bildirmesini istemeyen evlatlar, kendi aralarında sık sık kanseri konuşabilirler. Arada bir oyundan çıkmaları, rahatlatır onları... Baba da bir yolunu bulup belki eşiyle, belki hekimiyle sırrını paylaşarak teneffüse çıkar, oynamaktan vazgeçer: "Çocuklarıma söylemeyin!" Yine de, oyun kendi kurallarıyla, kendi kurallarını koyan oyuncularına rağmen devam eder. Oyun oyuncuların oyunu değildir artık. Oyuncular oyunun oyuncağı olmuştur.
Evlatlar, babayı korkutmak istemez. Evlatlar babanın korkmasından korkarlar. Baba korktuğunu belli etmez. Çünkü evlatlarının babalarının korkmasından korkmalarını istemez. Korku, korkunun korkusundan ötürü kovulur odadan. Korkmuş bir baba korktuğundan utanır. Babalarının korktuğuna hiç tanık olmayan evlatlar da korkmuş bir babanın korkusuyla yüzleşmekten utanır. Utanma belasına "korku"yu hiçbir yere sığdıramayız, şöyle bir doya doya ağlayarak hakkını veremeyiz.
İtiraf edelim: Biz "baba"mızı yani devletimizi utandırmaktan utanıyoruz aslında. Utandırmaktan korktuğumuz, utanmasından utandığımız devletimiz için kendi utanmalarımızı erteliyoruz. "Hasta değilsin" oyununu oynayanların sorunu, kanserle değildir aslında, babalarıyladır. Babalarıyla yüzleşememe hastalıkla yüzleşememeyi doğurur. Sorunumuz Ermenilerle/dindarlarla/Kürtlerle değil. Sorunumuz "devlet"imizle.. Kendimizi, hiç fikrini almadığımız halde, "baba"mız devletin yerine koymamızdır sorun. En sıradan bireyimiz bile kendini diplomat gibi tasavvur ediyor. Aklını da, vicdanını da, "misak-ı milli" sınırları içinde tutmak zorunda kalıyor. Devlet, ince bir yapı değildir; iridir, bireyler gibi incelikleri gözetmek zorunda değildir. Devletin hemen her yerde vicdanlı olması beklenmez. Ama bireyler, devletin vicdanı hesaba katmaksızın sürdürdüğü tavırları, uygulamaları vicdanîleştiremez. En azından vicdanen benimsememe haklarını saklı tutma görevleri vardır. Eğer vicdanımızı devletleştirirsek, bu devletin daha müşfik olması beklentisini, toplumun ve kuralların gelişmesine dair umutlarımızı çöpe atmamız gerekir. Devletin vicdanı hatırına vicdanımızın devletini yok edemeyiz. Yoksa, tüm değişim dinamiklerini öldürürüz.
Oyunu bir de dışarıdan seyredelim
Bu ülkede de gencecik kızların karşısına yine onlar gibi gencecik polisler coplarıyla dikilmedi mi? Başı örtülü diye içeri almadığı, belki kovaladığı genç kızların ve annelerinin sevdiği, belki onları da seven, belki kendi kız kardeşi de başka bir yerde başörtülü diye tartaklanan polis memuru değil miydi devletin vicdanını temsil eden? Orada, o polis memurları, o katı emir karşısında, vicdanlarını da katılaştırdı mı dersiniz? Hiç sanmam! Hiç kuşkusuz, devletin vicdanını oynamaktan fırsat buldukları ilk anda vicdanlarının devletine döndüler. Utandılar. Şaşırdılar. Pişman oldular. "Ne yaparsın, görev işte..."Türkiye Cumhuriyeti'nin Başbakanı elbette ki "özür dileme" kampanyasının yanında olmaz. Devletin vicdanı olarak oturttuk biz onu oraya. Ama bizim tanıdığımız Recep Tayyip Erdoğan'ın kendi vicdanı devletin vicdanına mı eşitlendi acaba? Kendine ayırdığı bir ihtiyat payı yok mudur? Resmî konuşmaların dışında vicdanî olarak gizlediği ayrı bir görüşü yok mudur? Elbette ki vardır! "Elbette ki vardır!" demekle, insan olarak R. Tayyip Erdoğan'ı ikiyüzlü görüyor/gösteriyor da değilim. Aksine, kendi bireysel tercihleriyle bir insan olarak var olması, ondan ve hükümetinden taleplerimizin karşılanacağına, toplum olarak gözetileceğimize dair umutlarımızı diri tutar. Herkes başbakanlık koltuğuna geçer geçmez, birden devletleşirse, niye yeni başbakanlar seçelim ki... Biz onun bireysel olarak sahip olduğu vicdanına da başvuruyoruz. O hep "biz devlet"i oynuyor olamaz. "Biz millet" olarak, onun "biz devlet" dediğini de kendi lehimize, devleti yönetenlerin vicdani kanaatlerine itimat ederek çevirmeyi ümit ediyoruz.
Deniz Baykal "laiklik" teminatı partisinin Genel Başkanı değil ki her zaman... Öyle olsaydı, sahici bir kişilik olarak başvurulur muydu kendisine? Fikirlerini değiştirmesi umulur muydu? Uzlaşma beklenir miydi? Demek ki, CHP olarak söylediklerinin ve yaptıklarının dışında bir yerde, yedekte tuttuğu bir vicdan köşesi var. "Çarşafı açmak"tan yana dur(mak zorunda kal)an oyuncu, ancak oyundan çıkarak "çarşafı aşma"yı oyuna dahil edebilir. Cumhurbaşkanı da olsa, bir insan olarak Abdullah Gül'ün arkasında durduğu her eyleme birebir katılması mümkün mü? En azından devletin kendisine bağlı kurumlarıyla, bir kadının kamusal alanda başörtüsüyle var olması yasağının yanında değildir. Biz biliyoruz ki, Cumhurbaşkanı seçilmiş Abdullah Gül, bireysel olarak, bu yasağın yanında olmayacak kadar bir vicdan alanı ayırmıştır kendine.
Bu ülkede, bugünlerde, okullarda, hastanelerde vs. kendisi başörtüsüne karşı olmadığı halde, devletin vicdanını temsil ettiği için binlerce idareci, vicdanıyla alkışladığı öğretmenini, memurunu, hekimini, öğrencisini, hemşiresini tercih ettiği kıyafetiyle kurumuna almıyor. Yasaklayan konumda olmakla, yasakladıklarına karşı ayıp ettiğini biliyor. Yasaklananlar da yasaklamak zorunda kaldığı için ayıp ettiğini bildiğini bildikleri idarecilerine ayıp etmemek için ses çıkarmıyor. Vicdanî alanını herkes kendine saklıyor. Birlikte oynuyoruz bu oyunu.. Kendi ellerimizle kurduğumuz "devlet" adına.. Güya kendi yönettiğimiz "devlet"in kurallarını ihlal etmemek adına.. Oysa, utanıyoruz her gün, utandırılıyoruz, utandığımızı sezdirmeyecek kadar da utanmıyormuş gibi yaparak, daha da utanılası hallere giriyoruz.
Şimdi de, bizi utandıran, bizi utandırdığımıza da utandıran, utandırdıklarımıza karşı utanmıyormuş gibi yaptırarak da utandıran, utandığımızı da sırf onu utandırmamak için unuttuğumuz devletin adına özür dilemekten utanıyoruz. Tehciri bir tarafa bırakalım, Ermenileri unutalım. Hadi özür de dilemeyelim. Hadi ben de "vatan haini" oluvereyim. Ama.. Azıcık çıkalım oyundan. Küstürdüğümüz vicdanımızla sıcak temas kuralım. Soralım: Kendi oyunumuzun oyuncağı olmaktan usanmadık mı? (Zaman)