Abdulkadir MENEK
Dicle nehri ve Banê Xanê (Bani Hani)
Dicle nehri, binlerce yıldan beri durmaksızın, Cizre’nin hemen yanı başında nazlı nazlı akmaya devam etmektedir. Bölgeye bereket ve bolluk getiren, çorak topraklara hayat veren, sıcak iklimlere bir latif hava-yı nesim estiren bu mübarek nehrin cihan paha kıymetini kelimelere sığdırmak mümkün değildir. Hadis’in işaretiyle Cennet’ten akan dört nehirden biri olan bu can damarı nehir, kaynağını Doğu Anadolu dağları ve dipten sızma yoluyla Elazığ-Gölcük’ten alarak Türkiye, Suriye ve Irak’ta geçtiği topraklara büyük bir canlılık ve hareket getirmektedir. Özellikle Irak için Dicle nehri, olmazsa olmazların başında gelmektedir.
Aynı ifadeleri Türkiye için de kullanmak abartı sayılmamalıdır. Dicle’nin 1900 kilometrelik seyahatinin 523 kilometrelik Türkiye safahatına dikkatle bakıldığı zaman, geçtiği topraklar için ne kadar önemli olduğu kolayca anlaşılır. Bölgenin sıcak ve uzun yaz günlerinde elli dereceyi bulan sıcaklığına çare olarak, ruhları serinleten büyük bir görev yapar.
Doğu Anadolu dağlarının bereketli kaynak ve karlarından beslenerek büyüyen ve debisi artarak yoluna devam eden Dicle, Melayê Cıziri’nin ifadesi ile ‘’hey heyleri’’ üzerinde olarak Cizre’ye gelince bir başka kabarır ve bir başka coşar. Yüzlerce yıl, kışın en coşkun zamanlarında Cizre’ye ulaşan Dicle, Cizre’nin etrafını sararak bu şehri birkaç gün süren bir abluka altına alırdı. Telefon ve iletişim araçlarının olmadığı o mahrumiyet yıllarında, birkaç gün süre ile Cizre’nin dünya ile tüm irtibatı kesilirdi.
Normal zamanlarda Cizre’nin etrafında yarım ay kadar dolaşarak akıp giden ve Cizre’yi bir yarımada haline getiren bu coşkulu nehir, böylece kış mevsimin sonlarında ve karların erimesi ile ilkbahar aylarında, bu tarihi şehri, geçici süre ile olsa dahi, tam bir ada şekline çevirirdi. Zaten Cezire ismi, hem yarımada ve hem de ada anlamında olarak, Dicle’nin bu duruşundan ve gemlenemez akışından gelmişti.
Cizre’ye ulaşan Dicle, buradan ülke sınırlarını terk edene kadar, birkaç kilometre boyunca Türkiye-Suriye sınırını oluşturmaktadır. Daha sonra Suriye topraklarında kısa bir tur atarak Irak topraklarına kavuşur. Irak topraklarının Dicle ile çok anlamlı bir beraberliğinin olduğunu söylemek mümkündür. Irak’ın en büyük üç şehrinden de geçmesi güzel bir tevafuk olsa gerek. Osmanlı döneminde Irak’ta mevcut üç eyaletin başkenti olan bu şehirler sırası ile Musul, Bağdat ve Basra olarak, Dicle’nin ziyaret ettiği şehirler olarak dikkat çekmektedir.
Dicle’yi Türkiye’de besleyen ve kaynağını dağ ve pınarlarımızdan alan birçok kolu vardır. Bu kolların her biri, geçtiği yerlere can ve hayat vermektedir. Anbar çayı, Kuruçay, Pamuk çayı, Hazro çayı, Göksu çayı, Savur çayı ve Botan çayları, bütün bir bölgeye bereket getirerek Dicle’ye kavuşmakta ve sevgiliye kavuşmanın hazzını yaşamaktadırlar. Nerdüş ve Hezil çayları da bu sevda ve heyecan ile Dicle’ye kavuşarak vuslata ermektedirler. Yine kaynağını Hakkâri’nin soğuk ve bereketli dağlarından alan Zap çayları ise, sınır ötesine geçerek, Musul yakınlarında, Dicle’lerine kavuşmakta ve hemhal olmaktadırlar.
Basra yakınlarında kardeşi Fırat ile buluşan ve bu buluşma ile bir deniz hüviyetine bürünerek muhteşem bir beraberlik oluşturan bu nehirlerimiz, el ele, kol kola Basra Körfezi’ne akmaktadırlar. Verimli Mezopotamya (Mezra Bota) Havzasını oluşturan bu iki nehrin arasındaki bölgeler, tarihin en önemli ve büyük medeniyetlerine ev sahipliği yapmıştır. Binlerce yıl boyunca, insanlık tarihinin en önemli kavşak noktalarının başında gelen bu bölge, zengin kültürü, muhteşem tarihi ve hesapsız yeraltı zenginlikleriyle, bütün dünyanın iştahını kabartmakta ve bunun için de üzerinde husumet ve savaş eksik olmamaktadır.
Kuzey Batı bölgesinden gelerek, Cizre’nin kuzey ve doğusu ile irtibatını kesen ve zaman zaman yaptığı taşkınlıklarla bu vuslatı imkânsız hale getiren Dicle Nehri’nin kuzeydoğusunda yapılan Banê Xanê, nehrin öte tarafında kalan yolculara ve kervanlara geçici olarak ev sahipliği yapmak amacıyla yüzyıllar önce yapılmış ve bir konaklama tesisi olarak büyük hizmet görmüştür.
Banê Xanê’nın arkasında Cizre’nin tam karşısında büyük bir izzetle ve haşmetle duran Cudi dağı, bu uyumlu manzaraya ayrı bir güzellik ve ihtişam katmaktadır. Hayırsız dağlarının vefasızlığı ve kadir bilmezliğine inat, Nuh Peygamber’e (AS) bağrını açan Cudi dağı, altında yatan muhteşem zenginliklere de ev sahipliği yapmaktadır. Bir peygambere kucağını açmanın asalet ve maneviyatını da bölge halkı yüzyıllardan beri anlatmaya devam etmektedir. Eski yıllarda Cudi dağına, bu maksatla inanç gezileri yapılır ve bu dağın doruklarında, maddi ve manevi tufanlardan koruması için Rabb-ı Hafız’e iltica edilirdi. Asayiş problemleri ile birlikte otuz yıla yakın bir süredir bu dağın dorukları, bu maksatla yapılan ziyaretlere hasret beklemektedir. Temennimiz; dua, ibadet ve iltica maksatlı ziyaretlerin bir an önce başlaması ve bunun için de uygun ortamın oluşturulmasıdır. Burada yapılan gezi ve panayırların güzellik ve lezzeti, sadece bir nostalji olarak kalmasın ve yeni nesiller de bundan mahrum olmasın.
Aslında ‘’Ban’’ Kürtçe’de tepe anlamına gelmektedir. Dicle Nehri’nin hemen kenarında ve Cizre’ye hafif yüksekten bakan bu tepe, hem çok havadar ve hem de Cizre’ye tamamen nazır olması açısından büyük öneme sahiptir. Bu tepe, ismini yapılan ‘’Han’’dan almaktadır. Banê Xanê, Han Tepesi anlamına gelir. Karşı tarafa, Cizre’ye gitmek için bir vasıta, kelek, sal veya gemi bulamayan yolcular, burada dinlenir ve vasıtanın geleceği zamanı beklerlerdi. Veya akşam karanlığında Dicle Nehri kenarına varan yolcular bu Han’a gider ve burada sabahlarlardı. Böylece yüzyıllar boyunca Banê Xanê, bu minvalde büyük bir görev ifa etmiştir. Gelecek nesillere, yapmış olduğu büyük hizmetler için restore edilerek bir müze olarak bırakılması gereken Banê Hanê, 12 Eylül İhtilalinden sonra, ne yazık ki yıkılarak yerine polis karakolu ve lojmanları yapıldı. Keşke bu yapı korunsaydı ve ihtiyaç duyulan bu resmi binalar da yanı başında uygun olan başka bir alana yaptırılsaydı. Maalesef bu mümkün olmadı.
Banê Xanê’de konaklayan misafirlerden birisi de Bediüzzaman Hazretleri’dir. Doğubayazıd’ta Şeyh Muhammed Celali Hazretleri’nden icazet alan Bediüzzaman, hocasından izin alarak, âlimlerle görüşmek maksadıyla Bağdat’a gitmek üzere yola düşer. Önce Bitlis’e gelir. Burada kısa bir süre kalır ve Siirt’e geçer. Burada Şeyh Fethullah Hazretleri’nin medresesine uğrar. Şeyh Fethullah ile aralarında geçen sohbet sonucu bu zat tarafından imtihan edilir. Hangi kitabı sorduysa ‘’okudum’’ cevabını alan ve sorduğu bütün soruların da doğru cevabını alan Şeyh Fethullah, hafıza ve ezber kabiliyetini de öğrenmek ister. Bir sayfayı bir sefer okumakla tamamen ezberine aldığını gören Şeyh Fethullah Hazretleri, Molla Said’e, ‘’Bediüzzaman’’ unvanını verir ve bu şekilde çağırmaya başlar. Bundan sonra artık unvanı Bediüzzaman olmuştur.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.