Hüseyin KARA
Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak
Lemaat ekseninde duygu çağrışımları(30)
Birey için de toplum için de hiç istenilmemesi gereken ihtilaf, yani anlaşmazlık ve kaos olduğuna göre, uyumu birey ve toplum ilişkilerinin her aşamasında aramak huzur için şarttır. Şuursuz da olsa kâinat unsurları arasındakine benzer bir uyumu insanlar arasında kim istemez, bir orman kalabalığındaki ahenk ve sessizlikten kim hoşlanmaz?
Uyum ve birlik elbette hakta, doğruda olmalıdır. Hakkın dışındaki uyumlar fıtratın arzu ettiği uyumlar kategorisine girmiyor; böylesi bir uyum oluşmuş olsa da sonuç itibariyle kaostur. Doğruya ulaşmak, herkesin doğruluk karşısında eşit haklara sahip olması ise insanlığın en büyük amacıdır. Kaos kolay, ama birlik ve bunun sonucu uyum zor. Uyum, akıl ve kalp ile birlikte diğer duyguların da aynı amaca kilitlenmeyi gerektirir. Her duygunun bir ölçü dâhilinde hareketi önemlidir. Belki de olumlu ya da olumsuz bin bir türlü duygularla kanaviçe gibi örüldüğü insanın oluşturduğu kalabalıklarda en zor sağlanan bu anlaşmadır, bu uyumdur
Bediüzzaman birçok konularda olduğu gibi ittifak, yani uyum konusunda da asgari uyulması gerekebilen bir ölçüden söz eder Lemaat’ta. Uyulması kolaydır gerçekten; gerek bireyi ve gerekse toplumu öyle zora sokmaz, rahatlatır. “Ey talib-i hakikat!” diye hitap ederek, birlik ve uyumu gerçek anlamda isteyenin dikkatini önemli bir noktaya çeker. Çoğunluğun uyabileceği kolay bir yol gösterir ve der ki: “Madem hakta ittifak, ehakta ihtilaftır. Bazen hak, ehaktan ehaktır. Hem de olur hasen, ahsenden ahsen.”
Hak yani doğru, ehak yani en doğruya, hasen yani güzel, ahsen yani en güzele adaydır. En doğru doğrunun, en güzel güzelin zirvesidir. Bu zirvelere ulaşmak ise zordur; herkesin harcı değildir. Bir yetenek işidir, hummalı bir uğraş gereklidir; sabır, sebat ve belki de bir çile. İnsanlar arasında bunu gerçekleştirenler ise son derece azdır. İnsanları bu zor olan oluşuma davet etmek olmayacak olana zorlamak demektir. Oysa çoğunluğun olduğu zeminde herkesin rahatlıkla hazmedebileceği bir doğruya insanları çağırmak çok daha kolaydır. Her zaman doğruyu kavrayabilecek insan sayısı en doğruyu anlayabilecek insan sayısından çok daha fazladır. Doğru, en doğrunun en azından küçüğüdür ya da biraz daha basiti, detaylı olmayanı. Sonuçta her ikisi de doğrudur. Ama birlikle uyum sağlanan doğru, başka bir deyişle etrafında güç oluşturulan doğru, her zaman uyum sağlanamayan en doğrudan çok daha iyidir.
Bu bağlamda konu şöyle bir örnekten hareket edilerek somutlaştırılabilir. Herkesin bildiği ama orijinal bir örnektir. Bir birine dayalı üç bir, uyum noktasında yüz on bir gücündedir. Ama birbirinden habersiz yüzlerce birlerin birlik açsından hiçbir hükmü yoktur. Bu manaya göre birkaç kişinin ittifakı halinde gösterecekleri performans, onlarca insanın oluşturduğu kalabalıkların çok çok üstündedir. Tarihte İslam ordularının -bu diğer birlikler için de geçerlidir- kendilerinden sayı olarak kat kat fazla olan ordulara galip gelmelerindeki sır samimi ve içten bu uyumdur; az ama dikkati daha yukarısına dağıtmaktan uzak kalan bu kenetlenmedir.
Burada bir kanaat da söz konusudur; azla ve eldekiyle yetinmek, sonu meçhul idealden uzak. Olması gerekene rıza… Bir tür tevekkül... Azda uyum varken, daha iyisine, daha büyüğüne, daha kuvvetlisine, daha görkemlisine, daha alayişli olanına hırsla göz dikmemek.
Uyum zirvede sağlanmaz. Olması gereken anlaşma ve uyum, çoğunluğun olduğu zeminde olur. Zemin geniştir, oysa zirve koni misali ancak birkaç kişinin sığabileceği kadar dardır.
Zirveye kimler tırmanabilir? Her şeyden önce zirve özel yetenek ister. Özel yetenekler hiçbir toplumda ölçü değildir. Toplumlar özel yeteneklere göre değil, çoğunluğun sahip olduğu yeteneklere göre oluşurlar. Hiçbir toplum lideri de üyelerinin özeline göre hareket edemez. Zirveye tırmanmak da serbesttir; isteyen çıkabilir, herkes birey olarak zirvelerin tadını çıkarabilir. Zirvede iken başkalarının da oraya çıkmasını istemek ise ne çare ki çoğunlukla bir istekten öteye geçmez.
Buna göre doğru, herkesin yani çoğunluğun kabul edebileceği, başka bir deyişle hazmedebileceğiyse, en doğru çok azın farkında olabileceğidir. Doğru noktasında çoğunluğun mu aza yoksa azınlığın mı çoğunluğa uyması daha akıllıcadır? En doğruyu bulanlar, doğruda anlaşma sağlayan çoğunluk karşısında ses çıkaramaz, çıkarmamalıdır ve hatta onları alkışlamalı, birliğe destek vermelidirler. Doğru kendilerini tatmin etmese de gelişmelere müsamaha ile bakmalıdırlar. Çünkü insanları oldukları gibi kabul etmek, görmek istediğimiz gibi olmalarından çok daha kolaydır. Arzular ayrı realiteler ayrıdır. Bunları birbirine karıştırmak kaosa nedendir. Bu konuda Spider-Man tarafından söylenen çok yerinde bir söz var: “Bazen doğru olanı yapmak için en çok istediklerimizden vazgeçmemiz gerekir; hayallerimizden bile.”
Bu ölçüyü çok yerlerde kullanmak mümkün. Zaten Kur’an da hitap ettiği kitle itibariyle bu ölçüyü kullanmıştır. Kur’an’ın başlıca muhatabı havas yani elit tabaka değil, avam yani çoğunluğu elinde bulunduran tabaka olmuştur.(Muhakemat) Çünkü havas avama gelenlerden istifade eder ama avamın, kapasite açısından, elit tabakaya gelenden yeterince yararlanması mümkün değildir. Dolayısıyla en büyük özelliği olarak Kur’an hem avama hem de havassa söyleyeceğini söyler. Kur’an bunu yaparken kullandığı üslup da dikkat çeker. Çoğunluğa sahip avam kesiminin anlayışlarını okşayıp onlara ufuklar açarken, havas kesiminin de derin anlayışlarına aynı oranda hitap ederek onları doyuma ulaştırır.(Sözler) Asıl muhatabı avam, yani çoğunluk olurken, kendini yetiştirmiş kesimi de ihmal etmez. Diğer kitaplardan ve bilgi tomarlarından çok farklı olan Kur’an, zemin ile zirveyi aynı özende gözetir. Kur’an çoğunluğu baz olarak ele alır; hükümlerini onların anlayış düzeylerine göre verir.
Şeriatın bütünü de çoğunluğa hitap eder. Herkesin yapabileceği konulara ısrarla eğilir. Ama şeriat hem zemindeki avamı hem de zirvedeki havassı bağlar. Asıl olan avamdır, çoğunluğun anlayışıdır; onların düzelmesi, doğru yola adım atması.
Tarihte önemli manevî gelişmelere sebep olan tasavvuf da özel bir yeteneği gerektirir. Tasavvuf özel bir eğitimin sonunda oluşan bir olgudur. Herkes tasavvufun ince meselelerine dalamaz. Önceleri belli bir doluluktan sonra o eğitime girilirdi. Hatta tasavvuf erbabına göre meşguliyet konusu olan bilgiler, avama namahremdi; onların ilgilenmesi uygun değildi. Çünkü avamın, sıradan insanların zihinleri henüz o dereceye yükselmemişti. Bu yüzden Muhyiddin-i Arabî de “Bizden olmayan ve makamımızı bilmeyen, kitaplarımızı okumasın, zarar görür” diyerek, belli bir yeteneği olmayanı ve yeteneğinde derinleşmeyenleri uyarma gereğine ihtiyaç duymuştur. Şu da bir gerçek ki derin bilgilerle donanmış olanlar, sıradan olanlara karşı bir üstünlük taslamaları söz konusu değildir; yani “başkaları niçin bizim gibi değiller” diyemezler ve deme hakkına sahip değiller.
İlkokula yeni başlamış bir öğrenciye önemlidir diye felsefenin konuları nasıl verilebilir? Hatta yukarıdaki sınıflarda bile her öğrenciye bu ders verilmeyip yetenekli olanlara verilmelidir. Doğru bilgi var, çok daha derin bilgi var. Elbette bu bilgilerin muhatabı değişiktir. Derin bilgilerin muhatapları oldukça düzeyli olmaları gerekir. Yani bilgiler arasında hiyerarşi vardır. Buna uyulmadığı takdirde doğru ve en doğru arasında yaşanan kaos gündeme gelir. “Ben en derin bilgiyi veriyorum ötesine karışmam” gibi bir keyfiliğe hiç kimse sahip olamaz.
Öğretmen, öğrencilerine ders verirken doğru ile en doğrunun muhatabını kollamada en çok özen göstermesi gereken meslek erbabından biri. Aksine en doğruyu öğrencisine dayatırken kaş yapacağım yerde göz çıkarabilir; öğretmenliği süresince bir başarısızlık yaşayabilir. Sanırım başarısız bir eğitimin altında yatan bir talihsizlik de budur. Pedagojik formasyon eksikliği.
Öğretmenlik böyle de vaizlik gibi toplumu yönlendirmeyi üstlenen kurumlar öyle değil midir? Muhatabına göre hitap etmeyen hatiplerin başarısızlığına şahit olmamak mümkün mü? Günceli ve uygun üslubu yakalayamayan yazarların fazla okuyucu kitlesine sahip olmamalarının sebebi de budur. Doğruya değil hep en doğruya kilitlenmiş olmaları, üst perdeden konuşup yazmaları. Bence üslup ve dil kullanımında en büyük ölçü, herkesin anlayabileceği bir dil ve üsluptur. Eğitimin bütün yollarında muhatap çoğunluktur; yani avamdır, yani zemindir, yani çok derin bir bilgi denizine dalamamış kitledir.
Eğitimin temeli olan aile eğitimi de doğru ve en doğrudan yeterince nasibini almalıdır. Nice aileler en doğruyu vermeye çalışırken darmadağın olmuştur; yavrularını kaybetmiştir, olması gereken güvenden mahrum olmuştur. Böylesi ailelerde çocuklar ya dayatmalarla karşı karşıya kalmıştır ya da sorumluluk duygusunu ortadan kaldıran başıboşlukla karşılaşmıştır. İfrat ve tefrit; yani ya en doğru dayatılmış ya da hiçbir şey.
İlişkilerde doğruyu bulduktan sonra yakalanan uyumu kökleştirmeye ve yaygınlaştırmaya çalışmak önemlidir. Bu aynı zamanda pedagojiktir. Geniş tabanda doğru özümsendikten sonra yeteneklilerce daha doğrulara ve en doğruya ulaşmak kolaydır. Tedrici iyileşme toplumların gelişim sürecidir.
İdeal bir dost arayanın dostsuz kalması da belli bir süre için aza kanaat etmemenin bir sonucu. Oysa Allah’tan başka hakiki dost olmaz. Kusursuz insan olmadığına göre kusursuz dost bulmak da zor.
Doğruda değil de en doğruda arzu ettiğini gerçekleştirmeye çalışan, sanki biraz da çevresinde olup bitenler hakkında yeterince bilgi sahibi olmadığını gösterir; yani cehaletini ortaya koyar gibidir. En doğru görecelidir; çünkü en doğruda özel yetenekler söz sahibidir. Yetenekler aynı en doğruyu görmek zorunda değildir; yani en doğru birine göre başka ve diğerine göre başkadır. En doğruda herkes ancak “bence” diyebilir; hiç kimse “doğru budur” diye kimseye dayatmada bulunamaz.
İslami ilimlerde(fıkıhta) icma denilen bir olgu var. Âlimlerin çoğunluğunun kabul ettiği bir hüküm... Anlamı da mevcut doğrular içinde çoğunluğun kabul ettiği doğrudur. Yoksa mevcut bilgilerin en doğrusu olmayabilir. Ancak ittifak edilen doğru, şimdiye kadar üzerinde durulan kurala göre, anlaşma sağlanmayan en doğrudan çok daha doğrudur. Doğruların anlaşılabilir özellikleri ve toplum tarafından kabule şayan görülmeleri önemlidir.
İnsanın bilgisiyle kaosa sebep olmaması önemli bir ölçüdür. Bu ölçü olmaması halinde kendini gösterecek olan cehalettir; belki de koyu bir taassup. Muhatabın ve çevrenin tanınmasıysa bilgilerin yaşanabilmesi için şarttır.
Yoksa bilineni gelişi güzel ve muhatap gözetmeden vermeye çalışmak kör dövüşünden farklı tarafı yoktur. Bilgi kadar bilgiyi verme yöntemi de önemlidir.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.