Dünya savaşından daha büyük hadise nedir?
Günün Risale-i Nur dersi...
Bismillahirrahmanirrahim
Dördüncü Mesele
Yine Gençlik Rehberinde izahı var Bir zaman bana hizmet eden kardeşlerim tarafından sual edildi ki:
"Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan bu dehşetli Harb-i Umumîden elli gündür (şimdi yedi seneden geçti aynı hâl 1946 senesine aittir) hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun. Halbuki bir kısım mütedeyyin ve âlim insanlar, cemaati ve camii bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlar. Acaba bundan daha büyük bir hadise mi var? Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?" dediler.
Cevaben dedim ki:
Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil dâireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut, tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede, herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimi vazife var. Ve en büyük dâirede en küçük ve muvakkat arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyasla, küçüklük ve büyüklük makûsen mütenasip vazifeler bulunabilir.
Fakat büyük dairenin câzibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, mâlâyani ve âfâkî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymettar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür. Ve bazen bu harp boğuşmalarını merakla takip eden, bir tarafa kalben taraftar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur.
Birinci noktaya cevap ise:
Evet, bu Cihan Harbinden daha büyük bir hadise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme dâvâsından daha ehemmiyetli bir dâvâ, herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hadise ve öyle bir dâvâ açılmış ki, her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek dâvâyı kazanmak için bilâtereddüt sarf edecek.
İşte, o dâvâ ise, yüz bin meşâhir-i insaniyenin ve hadsiz nev-i beşerin yıldızları ve mürşidlerinin müttefikan, KâinatSahibinin ve Mutasarrıfının binler vaad ve ahdlerine istinaden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki:
Herkesin, İmân mukabilinde, bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlarla müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek dâvâsı başına açılmış. Eğer İmân vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk tâunuyla çoklar o dâvâsını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği dâvânın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?
İşte o dâvâyı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o dâvâyı kaybettirmeyen harika bir dâvâ vekilini o işte çalıştıran vazifeleri bırakıp, ebedî dünyada kalacak gibi âfâkî mâlâyaniyatla iştigal etmek tam bir akılsızlık bildiğimizden, biz Risale-i Nur şakirtleri, herbirimizin yüz derece aklımız ziyade olsa da ancak bu vazifeye sarf etmek lâzımdır diye kanaatımız var.
Ey hapis musibetinde benim yeni kardeşlerim, sizler, benimle beraber gelen eski kardeşlerim gibi Risale-i Nur'u görmemişsiniz. Ben onları ve onlar gibi binler şakirtleri şahit göstererek derim ve ispat ederim ve ispat etmişim ki:
O büyük dâvâyı yüzde doksanına kazandıran ve yirmi senede yirmi bin adama o dâvânın kazancının vesikası ve senedi ve beratı olan iman-ı tahkikîyi eline veren ve Kur'ân-ı Hakîmın mu'cize-i mâneviyesinden neş'et edip çıkan ve bu zamanın birinci bir dâvâ vekili bulunan Risale-i Nur'dur.
Bu on sekiz senedir benim düşmanlarım ve zındıklar ve maddiyyunlar, aleyhimde gayet gaddarâne desiselerle hükümetin bazı erkânlarını iğfal ederek bizi imha için bu defa gibi eskide dahi hapislere, zindanlara soktukları halde, Risale-i Nur'un çelik kalesinde yüz otuz parça cihazatından ancak iki-üç parçasına ilişebilmişler. Demek avukat tutmak isteyen onu elde etse yeter.
Hem korkmayınız, Risale-i Nur yasak olmaz. Hükümet-i Cumhuriyenin mebusları ve erkânlarının ellerinde mühim risaleleri, iki, üçü müstesna olarak serbest geziyorlardı. İnşaallah, bir zaman hapishaneleri tam bir ıslahhane yapmak için bahtiyar müdürler ve memurlar, o Nurları mahpuslara, ekmek ve ilâç gibi tevzi edecekler. (Asay-ı Musa)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
ÂFÂKÎ : Dünyaya ait sıradan meseleler ve hadiseler.
AHD : Söz vermek,vaad etmek.
BERAT : Nişan, rütbe ve imtiyaz için verilen resmî belge, kurtuluş.
BİLÂTEREDDÜT : Tereddütsüzce. Düşünmeden
EHL-İ KEŞİF : Olacak birşeyi evvelden anlayan; gizli birşeyin Allah tarafından birisine ilhâm edilmesi yoluyla bilmesi.
ERKÂN : Rükünler. Üyeler. İleri gelen kimseler.
GADDARÂNE : Zâlimcesine, hiddet ederek.
HÂKİMİYET-İ ÂMME : Herşeye tasarruf etme, sözünü geçirme. Her yere hakim olma.
HARB-İ UMÛMİ : Dünya Savaşı (I., II.)
HERC Ü MERC : Darmadağın, allak bullak, karmakarışık.
ISLAHHÂNE : Islah evi, terbiye yeri.
İĞFAL : Kandırma, aldatma, gaflette bırakma.
ÎMÂN-I TAHKİKÎ : İnandığı şeylerin aslını, esâsını bilerek inanma; sarsılmaz îmân, şuurlu ve tahkiki îmân.
İMHÂ : Yok etme
İMHÂ : Yok etme.
İŞTİGAL : Bir iş işleme, uğraşma, çalışma.
KASIR : Köşk, saray, bina, yapı.
KÜRE-İ ARZ : Yerküre; dünya
MADDİYYUN : Maddeye tapan, herşeyi maddede gören; Allah'ı inkâr edenler; maddeciler, materyalistler.
MÂKUSEN MÜTENÂSİP : Ters orantılı.
MÂLÂYÂNÎ : Mânâsız, faydasız, boş şey.
MEBUS : Seçilen, gönderilen, milletvekili.
MEŞÂHİR-İ İNSÂNİYE : İnsanların meşhurları.
MUKABİL : Karşı, karşılık olarak, bedel.
MUKADDERÂT : Kader; Allah tarafından takdir edilenler.
MUTASARRIF : Tasarruf hakkı ve yetkisi olan, tasarruf eden bir işi kendi isteğine göre idâre eden, bir malın sahibi.
MUVAKKAT : Geçici; kısa bir zaman, vakitli, fâni.
MÜRŞİDLİK : Doğru yolu gösterme hizmetinin yapılması.
MÜŞÂHEDE : Görme, seyretme, şâhit olma.
MÜTEDÂHİL : İç içe, birbiri içinde.
MÜTEDEYYİN : Dindar.
MÜTTEFİKAN : İttifakla, herkesin aynı şeyi söyleyerek birbirlerini doğrulamaları.
MÜZEYYEN : Süslü. Zinetli
NEŞ'ET : Çıkma, doğma, meydana gelme, kaynaklanma, yetişme.
NEV'-İ BEŞER : İnsanlar, beşer nev'i.
SEKERÂT : Ölüm ânı, can çekiştirme, ölmek üzere olan bir kimsenin kendinden geçmesi.
ŞERİK : Ortak, rakip.
TAHKÎK : Doğru olup olmadığını araştırmak veya doğruluğunu yanlışlığını ortaya çıkarmak. İncelemek, içyüzünü araştırmak.
TÂUN : Vebâ denen dehşetli bir bulaşıcı hastalık; salgın hastalık.
TEVZÎ : Dağıtma, paylara ayırma.
VEFİYAT : Vefâtlar, ölümler.
VESİKA : Senet, inanılacak sağlam delil. Belge