Mustafa H.KURT
Düşünmeye başlamak ve ‘başlamayı düşünmek’
Risale-i Nur'un ‘ana direklerinin' belki de en başında gelen ve ismi çoğu kez bizzat Risale-i Nur'u kasdetmek için de kullanılan ‘Sözler' kitabı, açılmış 'otuz üç adet pencereden' birden güneşin gösterilmesi misali hakikate işaret etmekte olan, otuz üç pencereli "Otuz üçüncü Söz" ile sona erer. Söz konusu Otuz üçüncü Söz'ün yazılma nedenlerinden biri ise, Bediüzzaman Hazretlerine iletilen ve asrımız inananlarının da ortak bir yarasını ifade eden şu soru olmuştur:
"Onlara gerek içinde yaşadıkları âlemin her tarafında, gerekse kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz-tâ ki Kur'ân'ın hak olduğu onlara iyice açıklanmış olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?" (Fussilet Sûresi: 53.) ; "O (Allah) her şeye kâdirdir" (Mülk Sûresi:1 v.d)
"Şu iki âyet-i câmianın ifade ettiği vücûb ve vahdâniyet-i İlâhiye ve evsaf ve şuûnât-ı Rabbâniyeye âlem-i asgar ve ekber olan insan ve kâinatın vech-i delâletlerini mücmel ve kısa bir sûrette beyânlarını isteriz. Çünkü, münkirler pek ileri gittiler. "Ne vakte kadar ‘O (Allah) her şeye kâdirdir.' deyip, elimizi kaldıracağız?"
Sual manidardır. Cenâb-ı Hakk'ın; vasıfları ve emri-idaresi yönlerinden insana ve kainata bakan delillerinin izahı istenmektedir. Çünkü saldırı dozunu arttıran inkarcılara karşı imana dair bu tarz delillerin ‘mücmel ve kısa bir sûrette beyânları' gerekmektedir. Konunun toplu, kısa ve anlaşılır bir şekilde yapılacak izahına ihtiyaç duyulmaktadır kısacası...
Bediüzzaman Hz. bu önemli soruya vereceği cevabına; en başta, zaten yazılmış olunan diğer tüm Sözler'in, bahsi geçen ayetin ifade ettiği hakikat denizinden damlalar olduklarına dikkat çekerek başlar. Ve devamında da, içinde: "..her menzilden, her tabakadan, her âlemden, her taifeden, her ferdden, herşeyden, kendini gösterecek yâni vücudunu ve vahdetini bildirecek pencereler açmış." şeklindeki ‘ana fikir cümlesi' kıymetinde bir cümleyi netice veren bir önemli örneğin de yer aldığı kısa açıklamadan sonra, konuya ‘otuz üç pencereden' ikna edici delillerin sunulduğu o çok önemli Risale ile cevap verir..
“Otuz üçüncü Söz” adlı işte bu eserde anlatıldığı üzere, bize kainattan Rabbimizi haber veren bazı "ayetlere" işaret eden söz konusu ‘pencerelerden’ birisi, ilgili ayetlerin zikredilmesinin ardından "Şu pencere insan penceresidir ve enfüsîdir" diye başlayan "Otuz birinci Pencere'dir".
Ve bu ‘pencereden’, insana 'üç noktada' Allah'ı bildiren bir "ayet" olarak gösterilen delil ise, bizatihi insanın kendisidir... Sözgelimi, insana Rabb’ini bildiren ‘insanî delillere’ dair bu üç noktadan birincisi: insanın aynadarlığıdır, yani ‘İnsanın üç cihetle esmâ-i İlahiye'ye ayna olmasıdır'.
İşte, Rabb’inin yüce isimlerine insanın aynadâr olmasının, ya da diğer bir deyişle, hangi yönlerden bu isimleri kendi üzerinde gösterdiğinin izah edildiği ilgili Risale satırlarının tam da bu noktasında, okuyucuyu ‘şamar-vâri' bir uyarı cümlesi beklemektedir!. O’nu bulmak isteyen insana sunulan delillerden biri olarak yine bizzat kendisinin işaret edildiği bir bölümün sonunda, bir sonuç cümlesi kılınarak ‘sarsıcılığı' daha da arttırılan bu cümle ise, aynen şöyledir:
"Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa, hayvan ve câmid hükmünde insan olmak ihtimâli var."...
Ancak gerçekten ilginç bir durumdur ki, bu sarsıcı cümlenin ikazının aksine, (kimi zaman belki bizzat kendimizde de şahit olabileceğimiz üzere) insanların çoğu; bizzat kendisi, Rabbine dair ulaşabileceği en kestirme bir delil ve O'nu böylesine anlatan bir 'mektup' kılınmış olmasına rağmen, "kendisini okuma" işinden uzak dururlar.
Başka hiçbir yere gitmeye gerek kalmayacak veya ‘hiç zahmete sokmayacak' böylesine yakın bir delili ‘boşa çıkarmışlık’, meraka değer bir konudur gerçekten de.. Acaba bu konudaki gayretsizlikten kaynaklanan o denli maddi-manevi sıkıntıya girilmesine rağmen, ulaşılamaması noktasında mazeret dahi sunulamayacak böylesine ‘kendimizden bir ilannâmeye' karşı, bazılarımız neden -ya da nasıl- mesafeli durabilir ki?
Hem de bu ilanlara ruhen, aklen, kalben, vicdanen ya da fert, aile, toplum olarak muhtaç olduğumuz her yanımızdan okunurken!
‘Düşünüyorum, o halde sorguluyor muyum?’
Söz konusu hakikatleri okuyunca ve bu “bizden delilin”, çoğu zaman ‘bize uzaklığına’ da bakınca, ister istemez şöyle bir soru gelir akla: Madem insanın bizzat kendisi, birçok noktadan Rabbinin isim ve sıfatlarını yansıtan bir ayna durumundadır; öyleyse aynı insan nasıl bunlardan habersizmiş gibi veya ‘kendi aynasından yansıyanlara' ilgisizmiş gibi yaşayabilmektedir?
Hem de ‘insan' düşünen bir varlıkken!.
Çünkü "İnsanın diğer canlılara karşı en büyük üstünlük vesilesi nedir?" şeklindeki bir soruya hemen hepimizce bir çırpıda verilmekte olan cevaplardan belki de ilki, (hem de zeki bir çocuk ataklığı ve üslubuyla): "Ben söyliycem, ben söyliycem: Düşünme ve idrak etme yeteneğidir!" gibi vb. olmaktadır genellikle.. Çünkü hepimizce malumdur ki, algılamaları üzerine düşünememek veya algılarını idrak edememek gibi bir özellik; ‘düşünebilmekten' mahrum canlıların bir kârıdır!.
Daha da önemlisi, bir varlığın kendi varlığının farkına varabilmesi; Descartes\'in o ünlü çıkarımında da ifade edildiği gibi, aynı varlığın ancak düşünebilme ‘fiiline' bağlı olarak ulaşabileceği bir sonuçtur.
Bu sebeple, şunu kesin olarak söyleyebiliriz ki, düşünebilme fiiline özne olabilen her normal insan, elbette kendi varlığının da farkındadır. Üstelik bu farkındalığın bir adım ilerisinde ise, düşünen varlık olmaklığın gereği olarak, şu veya bu şekilde de olsa ‘varoluşun sorgulanması' çalar insanın akıl kapısını. Hatta bundan dolayıdır ki, aklını ‘kullanmasa' da veya düşünmekten uzak durmaya çalışsa da nice ‘normal' insanın; -saçma sapan olsalar da- hayata dair söyledikleri kendilerince bir takım yorumlara, derslere ve anlamlandırmalara da günlük hayat içerisinde ara sıra şahit oluruz. İşte en basitinden de olsa bütün akıl yürütmeler ve kendi çıkarını muhafazada sergilenen ‘incelikler’ haber verirler ki, farkındalık, sorgulamak ve düşünme yeteneği; değişik seviye ve yoğunluklarda da olsa, insandaki en faal yeteneklerden birisidir.
Yani insan düşünen, sorgulayan, yorumlayan, farkına varan bir varlık demektir bu!.
Çünkü insanı, düşünebilme ve idrak edebilme yeteneğiyle şuur sahibi kılan Kudret; aynı insanı, aslında bu yeteneğinin bizatihi var edilme nedeni olan ‘asıl farkındalığı keşfedebilmeye' dair fıtrî bir merakla da yaratmıştır. Ve o merakımızı giderebilme yolunda da bizleri, aynen kucağımızda taşıyacağımız bir aynaya yansıyacak şeylere engel olamamamız misali; şuur aynamıza hem kainattan ve hem de direkt kendimizden ‘yansıtılan' o delillere, Kur'ân'ın ifadesiyle "ayetlere" mutlaka ama mutlaka geçit veren yeteneklerle kuşatmıştır.
Faraza, duyu organlarımızı iptal edebilsek ve bu yolla kendimizi dışarıdan hiçbir ayete-delile muhatap etmemeyi becerebilsek dahi; iç dünyamızda bize sunulmuş yeteneklerimiz ve ‘insanın enfüsî penceresi’ sayesinde, şu veya bu şekilde de olsa, yapmakta olduğumuz sorgulamalara cevaplar bulabilecek bir konumda var edilmişizdir.
Yani diyebiliriz ki, varlığı fark etme-sorgulama yeteneği, aslında var edilişin sırlarını çözme görevinde insana verilmiş bir ‘kopyadır' da aynı zamanda!. Bu yetenekle, ebedî kurtuluşa ileten afakî ve enfüsî ayetler ancak fark ve idrak edilebileceklerdir. Üstelik, nefis ve şeytanın esiri olarak ‘fıtratını' bozmamış her insanın, iç-enfüsî alemine insafla eğildiğinde hissedeceği üzere; akıl, idrak, vicdan gibi yetenekleri, zaten bu söz konusu sorgulamayı yapmaya hep çaba göstermektedirler.
Ama ne yazık ki, bu ve benzerî durumlarda yaşanan şey ise; heves gibi, hazır lezzete düşkünlük gibi, tembellik vs. gibi başka ‘yeteneklerin' baskın gelmesidir çoğu zaman... Ve akıl, ruh ve kalp denilen ‘dünyalarımızda', bu tarz sorgulamalara girip de, varlığın hikmetini "düşünmeye başlamak" yolunda çabalamak yerine; bu dünyalarımızı gelip geçici, ‘uyutucu' ve özünde boş şeylerle doldurmamızdır hep o delillere ulaşmamızı engelleyen...
Tüm bunlardan dolayı; düşünme-idrak etme gibi üstün bir özelliğe sahip olmasına rağmen, kimi insanların hayret verecek bir şekilde, bu yolla bulup okuması gereken ‘ayetlerden' habersizmiş gibi yaşamalarının önemli bir nedenini; bu insanların, 'insan olmanın' en belirgin özelliklerinden olan “düşünmeye”, yeterli düzeyde bir türlü başlayamamalarında görmek gerekiyor. Çünkü insan sahip olduğu o üstün yeteneklerini, kendisine sunulan diğer ayetlere muhatap kılmaktan ve bu konularda düşünmeye başlamaktan kaçınmadığı sürece; vicdanında feryat bulan ‘varlığın anlamı ve sebebi' davasındaki sorularına cevap bulabilecek ve elbette ki vicdanını da ancak bu yolla teskîn edebilecektir.
Ne var ki, bu teskîni ve huzuru sağlayacak en önemli noktalardan biri de; "düşünmeye başlamakla-başlamayı düşünmek" arasındaki uçurumları kaldırabilmekte yatmaktadır!...
Yani "Neciyim, nereden geliyorum, nereye gidiyorum?" gibi; ya da "Madem varlığın farkındayım, o halde bütün bu var olanlar neden varlar?" manasındaki sorgulamalara girişmekle belki de ‘varlığını kurtaracak' bir gayretin içine giren her insanın bu çabası, 'akibet' noktasında ancak devam ettirildiği sürece anlamlıdır.
Çünkü düşünmeye başlayan bir insan hep bu başlangıç noktasında beklerse, ‘işlerin düzeleceğini' söylemek pek de mümkün görünmemektedir.
Bu sebeple, düşünmeye başlayarak ‘şeytanın bacağını kıran' bir kişi; sorgulamalarına ve Rabbini tanımaya dair gayretlerini, sağlıklı aşamalarla mutlaka devam ettirmelidir. Yani bu düşünce hali bazılarımızda olduğu gibi hep bir başlangıç aşamasında, hep arzulanan ama bir türlü eyleme dönüştürülmeyen bir hal olarak kalmamalıdır kesinlikle... Bu halin devamı, ölüm yakalamadan önce azimle, ümitle ve samimiyetle Rabbinin kendisinden beklediği o istikamet ve fıtrat üzere yaşantıya başlamayı ‘artık' düşünmek ve de ‘hemen' uygulamak olmalıdır.
Ama dikkat, bu hal kesinlikle ‘ölümden önce' olmalıdır!...
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.