Eğitimde reform kağıt üstünde kalmasın

Eğitimde reform kağıt üstünde kalmasın

Eğitim, günümüz dünyasında en önemli beşeri faaliyet alanlarından ve ekonominin en geniş sektörlerinden biri...

Atilla Yayla'nın yazısı

Eğitim, günümüz dünyasında her ülkede olduğu gibi Türkiye'de de en önemli beşeri faaliyet alanlarından ve ekonominin en geniş sektörlerinden biri. Anaokulundan doktora eğitimine kadar uzanan bir yelpazede çok sayıda insan öğretmen ve öğretici olarak eğitim faaliyetlerinin içinde yer alıyor.

Ayrıca binlerce firma ve yüz binlerce çalışan da eğitim süreçleri ve araçları tedarikçisi olarak eğitimle yakından ilgili. Siyasi liderler ve siyasi partiler her zaman eğitim hakkında bir şeyler söylemeye hazır. Devlet eğitime hemen hemen her bakımdan müdahil olmuş durumda. Ülkenin GSYH'sının önemli bir bölümü eğitime ayrılıyor. Eğitim kurumları sayı ve tür olarak muazzam genişlikte. "Sürekli eğitim" ve "beşikten mezara eğitim" mottolarıyla eğitim, hayatın her alanında boy göstermekte. Hatta, eğitime, önemi abartılarak, biraz kutsallık kazandırıldığı dahi söylenebilir. Özetle, modern dünya bir anlamda bir eğitim dünyası.

Bilenlerin bilmeyenlere bilgi aktarması anlamında eğitim beşeri hayatın bir gerçeği. İlk insan ailesiyle birlikte başlamış ve ancak son ailenin yeryüzünden çekilmesiyle hitam bulacak bir olgu, faaliyet, süreç. Yani, geniş ve gevşek anlamda tanımlandığında eğitim her zaman ve her yerde mevcut. Onun olması için "okul" adı verilen formel yapıların var olması şart değil. Ana kaynağı insani hayatın doğası. İnsan dünyaya aciz, bilgisiz ve birçok hayvan türünden daha zayıf bir varlık olarak geliyor. Hayatta kalabilmek için ailesine yüzde yüz muhtaç. Bu yüzden, bir taraftan yeni insanın fiziki ihtiyaçlarının -beslenme ve barınma- ailesi tarafından karşılanması, diğer taraftan ona tek başına yaşamasına yetecek kadar bilgi ve becerilerin zaman içinde öğretilmesi gerekiyor. Birincisi anlık ama tekrarlanan, ikincisi ise yıllar alan bir süreç. Her aile çocuğuna nelerin yenilip yenilmeyeceği, soğuk ve sıcaktan, varlık için tehdit teşkil eden şeylerden nasıl korunulacağı bilgisi yanında, diğer insanlarla ilişkilerde uyulacak kurallar, uygulanacak ve kaçınılacak davranış biçimleri bilgisini de öğretiyor. Bu bilgilere sahip olmaksızın yaşamak veya olağan bir hayat sürdürmek imkânsız. Aslında bu spontane bir süreç; her nesil takipçisi nesillere, çoğu zaman bilincinde dahi olmaksızın, gerekli bilgileri aktarmakta. Okul adı verilen kurumlar ve ayrıntılı eğitim sistemleri olsa da olmasa da bu böyle olmuş ve böyle olmaya devam edecek.

İnsan cinsinin eğitiminde ailenin, sosyal ortamın kendiliğinden yeri ve rolü aşikâr olmakla beraber, insanlar eğitim faaliyetlerini aile dışına taşıma, gruplaştırma ve genişletme eğilimi de gösterdi. Antik Yunan'da Sokrates'in "Okul"u, Plato'nun "Akademi"si ve Aristo'nun "Lise"si bu tür eğitim kurumlaşmasının örnekleridir. Diğer toplumlarda da bunun emsalleri ortaya çıktı. Üniversiteler nispeten geç bir tarihte doğdu. 12. yüzyılın sonlarında kurulan Bologna Üniversitesi, Oxford, Paris ve El Ezher üniversiteleri tarafından takip edildi. Bütün bu eğitim kurumlaşmalarında dikkat çeken noktalar, merkezîleşmenin olmaması, kurumların ve eğitim süreçlerinin daha çok gönüllülüğe dayanması ve sivil toplum alanında kalması, dinî otorite ile siyasî otorite arasındaki çekişmenin özerk üniversite nosyonunun doğmasına yardımcı olmasıydı.

Devletin eğitimdeki rolü

Ancak, 19. yüzyılın başlarında işler değişmeye başladı. Aralarında nedensellik bağlantısı olmayan ama bazılarınca öyle olduğu sanılan iki olgu bunda etkili oldu: Modern kapitalizmin doğması ve ulus devletlerin oluşması. Kapitalizmin ekonomik zenginliği önceden eşi benzeri görülmemiş ölçeklerde artırması, gittikçe artan miktarda genç işgücünü üretim süreçlerinin dışında tutmayı -dolayısıyla yıllar alan eğitime yönlendirmeyi- mümkün hâle getirdi. Ulus devletlerin altyapısını oluşturan homojenleştirici siyasi felsefe ise, bütün vatandaşları devletin şeklini ve özünü belirlediği eğitim süreçlerinden geçirerek ideal -eşitlikçi, itaatkâr, erdemli, uyumlu- bireylerden müteşekkil bir toplum oluşturma hayalini körükledi. Sonuç, başka bazı toplumsal alanlar -meselâ toplumsal refah sistemi- gibi eğitim alanının da devletler tarafından işgal edilmesiydi.

Bugün eğitim ve devlet birbirinden ayrılmaz ikili görünümünde. Her yerde, ama her yerde devletler eğitime derinlemesine "burnunu sokmuş" durumda. Böyle olması hiç garipsenmiyor, tam da tersine, meşru ve gerekli görülüyor. Devletin eğitimde hem finansör, hem mal-hizmet üreticisi, hem yönetici olarak yer alması, hatta tekel kurması, gerek sağcı gerek solcu devletçilerce, kısmen ortak kısmen farklı gerekçelerle, isteniyor. Ülkeler arasında bu bakımdan yalnızca derece farkı var. İstikrarlı demokrasilerde eğitimde nispeten geniş bir çoğulculuk alanı mevcutken, anti-demokratik ülkelerde ve problemli demokrasilerde eğitim sistemi totaliter bir renk kazanıyor.

Türkiye hangi kategoride yer alıyor? Yıllar önce din eğitimiyle ilgili bir araştırma projesi için okur ve araştırırken, Türkiye'nin eğitim sisteminin demokratik ülkelerinkine değil, Sovyetler Birliği'ninkine ve Arnavutluk'unkine benzediğini dehşet içinde görmüştüm. Bu sistemin niteliklerini anlamak için, üniversite öncesi eğitim açısından 1973'te çıkarılan (ve on defa değiştirilen veya ekleme yapılan) Milli Eğitim Temel Kanunu'nun amaç maddesine (Md. 2), üniversite eğitimi açısından Yüksek Öğretim Kanunu'nun amaç maddesine (Md. 4) bakmak kâfi. Önemli ölçüde çakışan bu maddeler içe kapanık, devlete ram olmuş, tek tip, resmî ideolojiyi harfiyen benimsemiş nesiller yetiştirmeyi öngörüyor. Yıllardır ülkede neredeyse her şey tartışılıyor ama bu konuya dokunulmuyordu. Geçen hafta önemli bir adım atıldı. Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer'in inisiyatifiyle MEB Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun'da değişiklik yapıldı. Amaç maddesi yenilendi. Uygarlık değerleriyle daha uyumlu, tek tipleştirmeyi esas almayan, insan haklarını öne çıkaran, ekonomik bakımdan globalleşmeye katkıda bulunacak becerileri geliştirmeyi temel alan bir amaç maddesi getirildi. Bu son derece anlamlı ve yararlı bir adım oldu. Müelliflerini tebrik etmek, bu ülkeyi seven ve uygar dünyanın parçası olmasını isteyen herkesin görevi. Ancak, milli eğitimde gerçek bir reform sadece kâğıt üzerinde değişiklik yaparak gerçekleştirilemez. Bakanlığın adının değiştirilmesi ve Temel Kanun'un MEB Teşkilat Kanunu'nda yapılan değişikliğe uydurulması başta olmak üzere daha yapılması gereken çok şey var. Bu ise büyük bir siyasî cesaret ve geniş entelektüel hazırlık-destek gerektiriyor. Umarım Milli Eğitim Bakanı ve hükümet bunun bilincindedir.

Zaman