En büyük bir evliya, en küçük bir sahabenin derecesine niçin yetişemiyor?

En büyük bir evliya, en küçük bir sahabenin derecesine niçin yetişemiyor?

“Bir zaman kalbime geldi, niçin Muhyiddin-i Arabî gibi harika zatlar sahabelere yetişemiyorlar?”

Peygamberlerden sonra, insanların en faziletlisinin sahabeler olduğu hususunda Ehl-i sünnet ve’l-cemaât alimlerinin ittifakı vardır. O sahabeler ki, Fetih suresinin sonunda Cenab-ı Hakk’ın övgüsüne mazhar olmuşlar; Tevrat, İncil ve Kur’an’ın medih ve senasına nail olmuşlardır. Bu övgülere mazhar olan sahabelere küllî fazilet noktasında yetişilemez. Ancak, cüz’i bazı faziletlerde onlara yetişmek ve geçmek mümkündür. Bu meselenin izahını bir sonraki soruya bırakarak, bu bahiste, sahabelere makamca yetişilememesinin üç sebebini izah edeceğiz. Bu bölümdeki beyanımız, Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin “Sözler” adlı eserinin Yirmi Yedinci Söz’ün Zeyl’inden istifade edilerek hazırlanmıştır:

Birinci sebep: Peygamberimizin (asm) sohbeti öyle bir iksirdir ki, bir dakika ona mazhar olmak ile alınan feyiz ve hakikat nuru, tasavvufta senelerce çalışarak alınan feyizden ve nurdan daha büyüktür. Yani, Efendimizin (asm) bir dakika sohbetinde bulunan bir zat, yıllarca seyr-ü sülûk ile ancak kazanılabilen bir makama ve mertebeye bir anda ulaşır. Bu, Allah Teâlâ’nın Peygamberimize (asm) bahşettiği bir ihsandır.

Bunun sebebi şudur: Efendimizin (asm) sohbetinde bir insibağ ve in’ikas; yani boyalanma ve yansıma vardır ki, bunun tesiri hiçbir sohbette, seyr-ü sülûkte ve başka hiçbir şeyde yoktur. Bu peygamberî boyalanma ve yansıma ile eğer Efendimize (asm) tabi olmuşsa, en yüksek bir mertebeye çıkabilir. Bu hakikati, bu zamanda anlamak oldukça kolaydır. Zira “bluetooth teknolojisi” ile cep telefonları arasındaki bilgi alışverişi, mezkûr hakikate ışık tutmaktadır. Evet, nasıl ki bluetooth teknolojisi ile boş bir telefon, dolu bir telefondan bütün bilgileri alabiliyor ve bir anda doluyor. Aynen bunun gibi, -tabiri caizse- manevi bir bluetooth ile, Peygamberimiz (asm)’in kemali ve fazileti, sohbeti vasıtasıyla karşısındaki sahabeye geçmekte ve bir anda o sahabe, en büyük evliyaların ulaşamayacağı makamlara ulaşmaktadır. Hem yine bu sırdandır ki, bir bedevî adam, kızını sağ olarak defnedecek derecede bir kalp katılığına sahip iken, gelip bir saat Efendimiz (asm)’in sohbetine müşerref olur, daha sonra karıncaya ayağını basamaz derecede bir şefkati kazanırdı. Hem cahil, vahşi bir adam, bir gün Peygamberimiz (asm)’in sohbetine mazhar olur; sonra Çin ve Hind gibi memleketlere gider ve o medeni kavimlere muallim ve rehber olurdu. Yani normal şartlarda yıllarca okunarak tahsil edilebilecek bir ilmi, Peygamberimiz (asm)’in bir günlük sohbetiyle tahsil eder ve kavmine dönerek onlara muallimlik ederdi.

Burada şöyle bir soru akla gelebilir:

Sahabeden olmayan Celalettin-i Suyuti gibi bir kısım zatlar, uyanık iken Peygamberimiz (asm) ile birçok defa görüşmüştür. Yani Peygamberimiz (asm) vefatından sonra, bu zatlara, onlar uyanıkken temessül etmiş ve onlarla sohbet etmiştir. Yine birçok kişi rüyasında Peygamberimizi (asm) görme şerefine nail olmuştur. Eğer sadece Peygamberimizi (asm) görmek ile en yüksek makamlar kazanılıyorsa, Efendimiz (asm)’in kendilerine temessül ettiği evliyalar veya rüyasında Peygamberimizi (asm) görenler niçin bu makamlara ulaşamamaktadır?

Bu sorunun cevabı şudur:

Peygamberimiz (asm)’in vefatından sonra, nübüvveti (peygamberliği) velayete dönmüştür. Bu sebeple, Efendimiz (asm)’in kendilerine temessül etmesiyle, O’nun sohbetine mazhar olan veliler, ya da rüyasında Peygamberimizi (asm) gören zatlar sahabeye yetişemezler. Çünkü sahabelerin sohbeti, Efendimiz (asm)’in peygamberlik nuruyladır; yani Efendimiz (asm) onlarla nebi olarak sohbet etmiştir. Evliyaların, Peygamberimiz (asm)’in vefatından sonra O’nu görmeleri ise, Efendimiz (asm)’in peygamberliği ile değil, velâyeti nuruyla bir sohbettir. Yani Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın onlara misafir olması ve onlarla konuşması velâyet-i Ahmediye (asm) cihetindedir; nübüvvet itibariyle değildir. Peygamberlik makamı, velilik makamından ne derece yüksek ise, o iki sohbet arasında da o derece fark vardır. Velayet-i Ahmediye’nin sohbetine mazhar olanlar, Nübüvvet-i Ahmediye’nin sohbetine mazhar olanların makamına asla yetişemezler.

Nasıl ki, bir sultanın hizmetkârı, sultana tabi olmak ile öyle bir makama çıkar ki, bir şah o makama çıkamaz. Aynen bunun gibi, gönüllerin sultanı olan Peygamberimize (asm) tabi olan sahabeler de, onu görmek ve sohbetinde bulunmak ile öyle bir makama çıkmışlar ki, büyük bir veli o makama çıkamıyor ve onlara yetişemiyor.

İkinci sebep: Sahabelere yetişilememesinin bir sebebi de Asr-ı Saadetin bereketidir. Şöyle ki: Cehalet devri karanlığının hâkim olduğu bir asırda, birden İslamiyet güneşi doğmuş ve Asr-ı Cehalet yerini, Asr-ı Nura ve Asr-ı Saadete bırakmıştır. Vahyin ışığındaki bu büyük inkılâp ile hayır ve hak bütün güzelliğiyle, şer ve batıl da bütün çirkinliğiyle ortaya çıkmış ve maddeten hissedilmiştir. Bu asırda, şer ve hayır arasında öyle bir ayrılık, yalan ve doğruluk ortasında öyle bir mesafe açılmıştır ki; araları, küfür ve iman kadar, belki cennet ve cehennem kadar uzaklaşmıştı.

İşte böyle bir zamanda, fıtraten yüksek hisler sahibi, güzel ahlâka meftun; izzet ve güzelliğe meyyal olan sahabeler, elbette ihtiyarlarıyla, yalan ve şerre ellerini uzatmamış; doğruluğun, hayrın ve hakkın mümessili ve numunesi olan Habibullah'ın (asm) a'lâ-yı illiyyîndeki makamına bakarak, bütün kuvvet ve himmetleriyle o tarafa doğru koşmuşlardır. Zaten o tarafa koşmaları, onların fıtratlarının ve seciyelerinin bir gereğidir.

Asr-ı saadetin bu özelliğini şöyle izah edebiliriz:

Nasıl ki zaman oluyor; medeniyet çarşısında ve sosyal hayatın dükkânında, bazı şeylerin verdiği müthiş neticelerden ve çirkin eserlerden, öldürücü zehir gibi herkes bütün kuvvetiyle ondan nefret edip kaçıyor. Bazı şeylerin ve manevî metaların verdikleri güzel neticeler ve kıymetli eserler ise, faydalı bir ilaç ve bir pırlanta gibi, herkesin nazar-ı rağbetini kendine çekiyor. Herkes elinden geldiği kadar onları satın almağa çalışır. Öyle de, Asr-ı saadet çarşısında, yalan, şer ve küfür gibi maddeler, ebedi sıkıntı ve azap gibi neticeleri verdiğinden, yüksek ahlak ve kemale meftun olan sahabelerin zehirden kaçar gibi onlardan kaçmaları ve nefret etmeleri delil dahi istemez. Bununla birlikte, ebedi saadeti netice veren ve nuranî meyveler yetiştiren doğruluğa, hakka ve imana, en faydalı bir ilaç, en kıymetli bir elmas gibi bütün kuvvetleriyle ve hissiyat ve latifeleriyle müşteri ve âşık olmaları zarurîdir.

Hâlbuki o asırdan sonra, git gide sıdk ve yalan ortasındaki mesafe azala azala, ta omuz omuza geldi. Bir dükkânda, ikisi beraber satılmağa başladı ve ahlak bozuldu. Siyasî propagandalar yalana fazla revaç verdi. Yalanın müthiş çirkinliği gizlenip, doğruluğun parlak güzelliği görünmemeye başladı.

Acaba böyle kirlenmiş bir zamanda, kimin haddi var ki, sahabenin adalet, sıdk, ulviyet ve hakkaniyet hususundaki kuvvetlerine, metanetlerine ve takvalarına yetişebilsin veya onları geçebilsin.

Üçüncü sebep: Zikir ve ibadetten alınan nur ve feyiz cihetiyle sahabelere yetişilemez. Bu meseleyi, Bediüzzaman Hazretleri şöyle izah eder:

“Bir zaman kalbime geldi, niçin Muhyiddin-i Arabî gibi harika zatlar sahabelere yetişemiyorlar?”

“Sonra namaz içinde سُبْحَانَ رَبِّىَ اْلاَعْلَى dediğimde, şu kelimenin manası inkişaf etti. Tam manasıyla değil, fakat bir parça hakikati göründü. Kalben dedim: Keşke bir tek namaza bu kelime gibi muvaffak olsaydım, bir sene ibadetten daha iyi idi. Namazdan sonra anladım ki, o hatıra ve o hal, sahabelerin ibadetteki derecelerine yetişilemediğine bir irşattır.”

“Evet, Kur’an-ı Hakim’in nuruyla ve vahyin bereketiyle hasıl olan o büyük inkılap içinde, zıtlar birbirinden çıkıp ayrılırken; şerler bütün çeşitleriyle, karanlığıyla ve teferruatıyla; hayır ve kemâlât da bütün nurlarıyla ve neticeleriyle karşı karşıya geldiği bir zamanda, her zikir ve tesbih, bütün manasının tabakalarını turfanda ve taze bir surette ifade ediyordu. Ayrıca insanların bütün hisleri, manevi latifeleri; hatta vehim, hayal ve sır gibi duyguları, o büyük inkılâpta uyanık ve heyecana gelmiş bir vaziyette, o zikir ve tesbihteki çeşitli manaları kendi zevklerine göre alıyor ve emiyordu.”

“İşte şu hikmete binaen, bütün hissiyatları uyanık ve latifeleri hüşyar olan sahabeler, imanî nurları içinde barındıran mübarek kelimeleri ve zikir sözlerini dedikleri vakit, kelimenin bütün manasıyla söyler ve bütün latifeleriyle hisselerini alırlardı.”

“Hâlbuki o infilâk ve inkılaptan sonra, gitgide duygu ve latifler uykuya daldı; hisler o hakikatler noktasında gaflete düştü; o mübarek kelimeler, meyveler gibi gitgide, alışkanlık perdesiyle letafetini ve tazeliğini kaybetti. Artık ancak kuvvetli ve tefekkürî bir ameliyatla evvelki hal his edilebilir.”

“İşte bu sırdandır ki, zikir ve ibadet yoluyla, kırk dakikada bir sahabenin kazandığı fazilete ve makama, kırk günde, hatta kırk senede başkası ancak yetişebilir.”

Dördüncü sebep: Amellerin fazileti ve o amel mukabilinde sevap kazanmak cihetiyle sahabelere yetişilemez. Mesela, nasıl ki bir asker -bazı şartlar dâhilinde- mühim ve tehlikeli bir mevkide bir saat nöbet tutsa, bir sene ibadet etmiş kadar sevap kazanabilir. Eğer bir kurşunu yese, o dakikada şehit olarak öyle bir makam kazanır ki, bir veli kırk senede, riyazet ve ibadetle o makamı ancak kazanabilir. Hem bir hastanın, hastalığına sabretmek ve şükretmek şartıyla -hastalığının şiddetine göre- bazen bir dakikası, bir gün ibadet hükmüne geçer. Hatta bazı hastalıklar neticesinde ölüm ile ahiret şehidi derecesine yükselir.

Aynen bunun gibi, sahabelerin Allah yolundaki gayretleri, hizmetleri, fedakârlıkları ve hak namına bütün dünyaya harp ilan etmeleri o kadar yüksektir ki; bir dakikasına, başkaları bir senede yetişemez. Hatta denilebilir ki, sahabelerin bütün ömür dakikaları, şehit olan neferin dakikası gibidir; bütün saatleri, tehlikeli bir mevkide nöbet tutan fedakâr bir askerin nöbeti gibidir ki, amel az; ücreti çok ve kıymeti yüksektir.

Ayrıca sahabeler, İslamiyet’in tesisinde ve Kur’an’ın neşrinde saff-ı evveli teşkil ediyorlar. Yani İslam ve iman, onların eliyle ve onların gayretiyle, onlardan sonraki asırlara ulaşmıştır. İlk el, onlardır. Bu sebeple, bütün ümmetin hasenatından onlara bir hisse çıkar. Zira Kur’an’da, “Kim güzel bir işe aracı olursa, o işten onun bir nasibi vardır…” (Nisa, 4/85) buyrulmuştur.

Efendimiz (asm) ise bu hakikate, “Bir işe sebep olan, onu yapan gibidir” hadisiyle işaret etmiştir. Bu mealde, pek çok ayet ve hadis-i şerif mevcuttur. Madem sahabeler, İslam’ın saff-ı evveli ve ilk elidir ve madem İslam ve iman onların gayret ve hizmetleriyle bizlere kadar ulaşmıştır; elbette ümmetin herbir ferdinin ibadetinden onların bir hissesi vardır. Bu mesele şuna benzer: Bir cami yaptıran, içinde namaz kılan kişilerin kazandığı sevaptan hissedar olur. Ya da, ilim öğreten bir hoca, öğrencisi o ilim ile amel ettikçe veya o ilmi başkasına öğrettikçe, o öğrencinin sevabına ortak olur. Ya da, bir kitap yazan, o kitabı okuyanlar adedinde sevaplar kazanır. Yani, “Bir işe sebep olan, onu işleyen gibidir.” O halde, ümmetin hiçbir ferdi sahabelere sevap cihetiyle yetişemez; zira bizlerin yaptığı ameller, amel defterlerimize kaydedilirken, aynı anda -gayreti derecesinde- sahabelerin de amel defterlerine kaydedilmektedir. Dolayısıyla bir kişi, bir sahabeden fazla da ibadet etse, ona yetişemez; çünkü yaptığı ibadetin sevabı, kendi amel defterine yazılırken, aynı anda o sahabenin de amel defterine kaydedilmektedir.

Ayrıca her mümin, kıldığı namazda َللّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَاَصْحَابِهِ “Ey Allahım! Efendimiz Muhammed’e (asm) ve âline ve sahabelerine salat eyle.” demekle, sahabe-i kiram hazretlerine dua ediyor, namazda onları zikrediyor ve onların mertebesinin yükselmesini Cenab-ı Hakk’tan niyaz ediyor. Elbette, böyle on dört asır boyunca, her gün beş vakit namazda, yüz binlerce müminin duasına mazhar olan bir kâfile-i nuraniyeye yetişmek mümkün değildir ve yetişilemez.

Hem nasıl ki, bir ağacın kökündeki küçük bir meziyet, ağacın dallarında büyük bir suret alır; büyük bir daldan daha büyük olur. Aynen bunun gibi, sahabeler, İslamiyet ağacının köklerinden ve esaslarından oldukları için, İslamiyet ağacın dallarında büyük bir suret alır, büyük bir daldan daha büyük olur. Az amelleri çoktur, küçük hizmetleri büyüktür. Onlara yetişmek için, ancak hakikî bir sahabe olmak lâzım gelir.

Hatta Peygamberimiz (asm) ile beraber olmak ve onunla cihada katılmak, öyle bir şeref ve öyle bir makamdır ki, melekler dahi bu şereften ve makamdan nasiplerini almışlardır. Şöyle ki:

Rifaa İbnu Rafi’ ez-Züraki Hazretleri şöyle naklediyor: Cebrail (as), Efendimize (asm) gelerek şöyle dedi:

- İçinizdeki Bedir Ehlini ne addediyorsunuz?

Efendimiz (asm):

- Müslümanların en faziletlileridir, buyurdu.

Bunun üzerine Cebrail (as):

- Biz de, Bedir’e katılan melekleri en faziletlilerimiz biliyoruz, dedi.

Acaba, Bedir savaşına katılan melekler dahi, Bedir’e iştirak etmeleri sebebiyle böyle büyük bir şerefe nail olup, diğer meleklere faziletçe üstün gelirse, hiç mümkün müdür ki, Bedir Ehline, Uhud Ashabına ve diğer sahabelere yetişilsin ve onlar geçilsin!..

Beşinci sebep: İctihad yapmada ve Kur’an ve sünnetten hüküm çıkarmada; yani Cenab-ı Hakk'ın emir ve yasaklarını kelamından anlamak hususunda sahabelere yetişilemez. Bu bahsi daha önce izah ettiğimizden, bu makamda sadece kısa bir işaret ile iktifa ediyoruz:

O zamandaki o büyük inkılâp, Allah’ın razı olduğu şeyleri ve ilahî hükümleri anlamak üzerine dönüyordu. Bundan başka hiçbir şey, akılları ve kalpleri meşgul etmiyordu. Bütün zihinler, Kur’an ve sünnetin hükümlerini anlamaya müteveccih idi. Bütün kalpler, "Rabbimizin bizden istediği nedir!" diye merak ederdi. Zamanın durumu, bu hali ders verecek ve hissettirecek bir tarzda cereyan ediyordu. Bütün konuşmalar ve sohbetler, bu manalar üzerine vuku buluyordu. Her şey, her hal; bütün muhavereler, konuşmalar, sohbetler ve hikâyeler, bu manaları ders verecek bir tarzda cereyan ettiğinden; her şey onlara bir muallim oluyor ve bu sayede ictihad kabiliyetleri kendiliğinden kemale ulaşıp, fikirleri nurlanıyordu. Âdeta içtihad ve hüküm çıkarmadaki yetenekleri, kibrit gibi olup, bir çakmakla yanıyordu.

Bu asırda ise, bir sahabenin bir günde veya bir ayda kazandığı ictihad mertebesini, o sahabenin zekâ derecesinde ve kabiliyetinde olan başka bir adam, on senede, belki yüz senede kazanamaz. Çünkü şimdi ebedi saadete bedel, dünya saadeti medar-ı nazardır. Beşerin dikkati, başka maksatlara müteveccihtir. Tevekkülsüzlük içindeki geçim derdi ruhu sersem ediyor. Felsefî akımlar ve maddecilik akla körlük veriyor. Ve bunlar neticesinde, beşerin toplum hayatı, o şahsın zihnine ve kabiliyetine, ictihad hususunda bir kuvvet vermediği gibi, dağınıklık veriyor ve şaşırtıyor; ona muallim değil, zihnini körelten bir unsur oluyor. Bu sebeple de, sahabenin on senede kazandığını, öteki yüz senede kazanamıyor.

Altıncı sebep: Sahabelerin kurbiyet-i ilâhiye noktasındaki makamlarına velâyet ayağıyla yetişilemez.

Son derece ince olan bu meselenin izahına geçmeden önce, “akrebiyet” ve “kurbiyet” kelimelerinin manalarını öğrenmemiz gerekiyor.

Akrebiyet: Cenab-ı Hakk’ın insana olan yakınlığıdır.

Kurbiyet ise: Bir şeye kendi gayretiyle yakınlaşmaktır.

Mesela, güneş bize çok yakındır. Işığı ile başımızı okşar ve göz bebeğimizde parlar. Biz ise güneşe çok uzağız. Aramızda 150.000.000 km. mesafe var. Şimdi, güneşin yakınlığını kazanmak iki cihetle olur:

Birincisi: Akrebiyettir. Yani, güneşin bize yakınlığı cihetiyle ona yakın olmaktır.

İkincisi: Kurbiyettir. Yani, güneşin bize olan uzaklığı sebebiyle bizim ona yaklaşmamızdır. Bu cihetten güneşe yakın olabilmek için, çok mertebeleri aşmak ve semada çok uzun bir seyahat yapmak gerekir ki, güneşe yakınlık kazanılabilsin.

Aynen bunun gibi, Cenab-ı Hakk’ın da bize karşı iki ciheti vardır: Birinci cihetle Cenab-ı Hak bize yakındır, hem de her şeyden daha fazla yakındır. İsim ve sıfatlarının tecellisi ile bizleri ihata etmiştir. İkinci cihetle ise, biz O’ndan nihayetsiz uzağız.

Allah’ın yakınlığını kazanmak ise iki suretle olur:

Birisi: Akrebiyetin inkişafıyladır; yani Allah’ın bize yakınlığı cihetiyledir.

İkincisi: Kurbiyet cihetiyledir; yani bizim uzaklığımız noktasında, mertebeleri geçerek bir derece yakınlığa müşerref olmaktır.

Peygamberimiz (asm)’in hakiki varisleri olan sahabeler, Efendimiz (asm)’in sohbetine mazhar olmak cihetiyle birinci surete mazhardırlar. Onların Cenab-ı Hakk’a olan yakınlığı, akrebiyet cihetiyle; yani, Allah Teâlâ’nın yakınlığına mazhar olmak cihetiyledir. Diğer velilerin yakınlığı ise kurbiyet cihetiyle olup, mertebeleri katederek, bir derece ilahî yakınlığa mazhar olmaktır ki, genellikle velayetin seyr ü sülûkü ve nefsî ve afakî tefekkürler ile cereyan ediyor.

Sahabelerin mazhar olduğu birinci suret vehbidir; yani Allah vergisidir. Çalışarak ele geçen bir şey değildir. Rahmanî bir cezbedir ve mahbubiyet makamıdır. Burada yol kısadır, fakat çok yüksek ve metindir; çok halistir ve gölgesizdir.

Evliyaların yolu olan ikinci yol ise, vehbi değil, kesbidir. Yani çalışarak ve zahmet çekerek ele geçer. Uzundur ve gölgelidir. Acayip harikaları, keramet ve keşifleri çok ise de, kıymetçe evvelkisine yetişemez.

Bu iki yolun farkını şu misalle anlayabiliriz:

Mesela, dünkü güne, bugün yetişmek için iki yol vardır:

Birincisi: Zamanın cereyanına tabi olmayarak, kudsi bir kuvvet ile zamanın üstüne çıkıp, dünü bugün gibi hazır görmektir.

İkincisi: Bir sene ileri gidip, dönüp dolaşıp düne gelmektir; fakat yine dünü elde tutamaz, onu bırakıp gider.

Aynen bunun gibi, zahirden hakikate geçmek de iki suretledir:

Birisi: Doğrudan doğruya hakikatin cezbesine kapılıp, tarikat berzahına girmeden, hakikatin kendisine ulaşmaktır. İşte bu yol sahabelerin yoludur.

İkincisi: Çok mertebelerden seyrü sülûk suretiyle geçmektir. Bu yol ise velilerin yolu olup, birinci yola kıyasla mertebesi çok düşüktür.

Sorularla İslamiyet

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum