Enaniyet-kimlik ilişkisi üzerine

Zat, sıfat ve sıfattan çıkan fiiller… Zat, sıfat ile tavsif edilir. Bu hususta konu Rabb’ül âlemîn olan Cenab-ı Hak olunca tüm yönlerden nihayetsiz kemâliyet söz konusudur. Fakat biz aciz, zayıf ve fakir insanlara gelince işin rengi değişir.
Çünkü biz (her okuyan bunu “ben” diye okuyabilir) bu dünyada sahip olduğumuz! bütün özelliklerin Allah’tan olduğunu biliriz, aslında O’na aittir, bize emanettir, çok cüz’îdir ve ona dönecektir. Bu özelliklere bir cihetten enaniyet de diyebiliriz. Enaniyet denilen olgunun nefsin önde gelen özelliklerinden olduğu herkesçe malumdur.

“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik, onlar onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korktular da insan onu yüklendi. O cidden çok zâlim, çok cahil bulunuyor.” (1)
Evet, her şeyin düğümlendiği, birçok diyalektiğin ondan çıktığı merkez üssü enaniyettir. İman ve küfrü, nefs-i emmare ile nefs-i mutmainneyi, sefahet ile takvayı, riya ile ihlası ona dayandırabiliriz. Enaniyet hayatımızın tümünü kapsayan her an bizimle beraberliği olan bir varlıktır. Onun dokusu, rengi, tadı, kokusu, sesi ne ise eylemlerimiz de onun gibi temas eder onun gibi görünür, onun rengiyle boyanır, onun gibi kokar onun gibi tat ve lezzet verir, onun gibi seslenir.

Kendimizi onunla tanımlar, tanıtırız. Ben neyim sorusunun cevabında, kimliğimizi bulmada bocaladığımız zaman hemen enaniyetimizden yardım isteriz. Bu konuda çok arzulu ve istekli olan enaniyet cevaplarıyla imdadımıza yetişir. İstinadımız olur. Kara gün dostumuzdur.

Evvela mesleğimizi hatırlatır. Sahip olduğumuz mal varlığımızı, bedenimizi, güç kuvvetimizi, yeteneklerimizi, güzelliğimizi, kartvizitimizi, eğitimimizi, bitirdiğimiz üniversiteyi, emrimiz altında çalışanları, arkadaşların sayısını, telefonumuzda kaç kişinin numarasının kayıtlı olduğunu;  sonra yaşımızı, hangi gruba veya aileye mensup olduğumuzu, görmüş geçirmişliğimizi, kaç şehir gezdiğimizi, kaç kere yurtdışı seyahat yaptığımızı, kaç kişilik bir gruba hitap edip etkilediğimizi vs..

Aslında neymişizdir be! Enaniyet olmasaydı kimliğimizi bulamazdık herhalde. Baya güzel bir şeymiş bu enaniyet. Dost bile diyebiliriz, hemen yanı başımızda olan bir dost. “Bize o kadar farkındalık kazandırdı ki” deriz. Mutlu oluruz bu aydınlanmalarla. Saygı duymaya başlarız benliğimize ve buna “benlik saygısı” deriz. Bu olmazsa nasıl yaşar insan, benliğine saygı duymadan ruhsal ve psikolojik olarak bir durulma yaşayabilir mi? Gel-gitler içerisinde ömrü geçer.

Bazen benimsemiş olduğumuz dava ile tanımlarız kendimizi, dava eriyizdir, nurcuyuzdur, hizmet kahramanıyızdır, iman kurtarıcısı. Yine teşekkür ederiz enaniyetimize bize bu kudsî mana havuzunun içinde yer verdiği için.

Hakikatte birçok yönden o kendisine göre doğru olanı yapıyor ve öyle de olması gerekir. Çok doğru söylüyordur. Öyle herkes gibi olamayız. Farklıyızdır. Nesnel bir varlığımız olamaz. Var oluşumuzun anlamı nerede kalır o zaman. “Tek”izdir ve orijinalliğin verdiği haz ile hayatın anlamını kavramışızdır:
“Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında, bir enaniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazı da olsa, o cihette enaniyetlidir. Çabuk enaniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da; nefsi, o ilmî enaniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister.” (2)

Yaşadıkça değişen hayatımızla beraber enaniyetimizde de değişimler gözlemleriz, meğer o da bizi ne kadar yakından takip ediyormuş bizim eylemlerimize göre şekli, kokusu, dokusu, değişiyor ve bizi ona göre tanımlıyormuş. O zaman enaniyetimizi idealize etmeye başlarız. İdeal bir benlik tasavvur edip mevcut benliğimizi/enaniyetimizi ona yaklaştırmaya çalışırız.

Fakat bütün bu süreçte yanlış giden içimizi rahatsız eden bir şey vardır. Başta Said Nursî Hazretleri olmak üzere birçok kimse enaniyetten Allah’a sığınmıştır: “Senin yolunda o cüz'-i ihtiyarîden vazgeçiyorum ve enaniyetimden teberri ediyorum (uzak duruyorum).” (3)  diyebiliyor muyuz acaba?

Said Nursi, içinde bulunduğumuz zaman dilimini “benlik ve enaniyet asrı” (4) olarak nitelendirir. Ama ondan da kurtuluş yok gibi görünüyor. Peki, benliğimizi nasıl tanımalıyız. Tanıdıktan sonra mahiyetini öğrendikçe ne yapmalıyız? Onu anlamadan önce kendimizi sonra varlık dünyasını nasıl anlayabiliriz?:
“Âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zahiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır. Cenab-ı Hak, emanet cihetiyle insana "ene" namında öyle bir miftah vermiş ki; âlemin bütün kapılarını açar ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki; Hallak-ı Kâinat'ın künuz-u mahfiyesini onun ile keşfeder. Fakat ene, kendisi de gayet muğlak bir muamma ve açılması müşkil bir tılsımdır. Eğer onun hakikî mahiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse; kendisi açıldığı gibi, kâinat dahi açılır.” (5)

Bediüzzaman hazretleri yine Risale-i Nur’un başka bir meselesinde enaniyeti cep fenerine benzetiyor. İnsanın kendini ve varlık dünyasını anlamlandırma, aydınlatma sürecinde her şeyi farklı bir durumda gösteren, insanın peşini hiç bırakmayan ve sonunda da sahibini hiç de memnun etmeyen bir durumda resmediyor:
“O cep feneri ise, hodbin ve bildiğine itimad eden ve vahy-i semavîyi dinlemeyen enaniyet-i insaniyedir.” (6)
“Cisim ihtiyarlanırsa, enaniyet genç kalır.” (7)

Ettahiyyat duasında bütün tahiyyeleri, salevatları ve tayyip (8) olan şeyleri Allah’a veriyoruz. Madem “bütün iyilikler Allah’tan bütün kötülükler nefisten.” (9) Öyle ise benlik aynamızda görünen bütün güzellikler, övgüye layık iyilikler,  hoşnut olunan şeylerin hepsi Allah’a aittir ve ona veriyoruz. Bizde kalan ise acizlik fakirlik günahlardır. Benlik aynamız âlemlerin Rabbi’nin tecellilerini fıtratımızda yansıtıyor. Bu yansıyan sıfatları Allah’tan değil de aynadan bilirsek büyük hata etmiş olmaz mıyız?

Aynamız emanet ise ve emaneti, emanet sahibinin isteğine göre kullanmamız gerekiyor ise emanetin güzellikleriyle övünmemiz ne derece mantıklı? Hem emanetle emanetin sahibinin mülküne ortak olmaya çalışıyoruz. Hem de onun huzurunda. Kendimizce şirket kurmaya çalışıyoruz. Komik değil mi? Emanet olan bir ayna ile sonsuz zenginliğe gizliden gizliye ortak olmaya çalışmak…

Madalyonun diğer tarafından bakınca emanetteki güzelliklerin asıl sahibini görmek acaba anlam arayışımızın cevabı olabilir mi? Yani yansıyan güzelliklerin öyle sıradan güzellikler olmadığını derketmek, iştiyakla bakmak, hayran kalmak, ayinedar aşığı olmak..
Arada çok ince bir perde var değil mi? İman ile küfür arasındaki perde gibi. Firavun, bile bile Firavun olmamış. Gerçekten aynasındaki güzelliklere aşık olmuş fakat güzelliklerin aynanın aslî unsuru olmadığını belki mazhar olduğunu görememiş veya görmek istememiş.

Firavun gibi içimizdeki Firavuncuklarımız da ne diyor: Bu güzellikler benim olmalı veya doğrudan bu güzelliklerin hepsi “ben” olmalıyım diyor.
Tek ve biricik olmalıydık değil mi? Ferd ve Ehad olan Allah her aynaya ayrı ayrı yansıyor ve aynalardaki tecellilerin orijinalliği buradan geliyor olmasın? Tek ve biricik değiliz tek ve bir olan Allah’ın isim ve sıfatlarına sadece aynadarlık yapıyoruz. Kendimizi tanımlarken bir yönden benlik aynamızda yansıyan esma ve sıfatların yansımalarını tanımlıyoruzdur.

“Ene’den hüveye” (10) geçiş kolay değildir. “Ben”i bırakıp her şeyi O’na vermek… Hâlbuki ne güzeldi değil mi ben kimim sorusuna cevap verirken aynadakileri sayıp dökmek? Şimdi 40 yıllık nurcuyum diyemeyecek miyim? Elhamdülillah nur talebesiyim de mi diyemeyeceğim? Bediüzzaman Hazretlerinin enaniyetle ilgili olarak bahsettiği “enaniyetsiz büyüklük” (11)  de ne menem bir şeydir acaba? Eneden hüveye geçişle mi?

Peki, eneden hüveye geçince ben kimim? Nasıl tanımlayacağım kendimi? Elimdeki küçük büyük bütün mehasini Allah’a verirsem iflas ederim sorusu gelmiyor mu akla?
Yine Bediüzzaman soruların cevabı için imdadımıza yetişiyor. İki Cihan güneşinin (sas) “Elfakru fahrî” (fakirlik övündüğüm şeydir) sözünü hatırlatıyor. Vücut istiyorsan münadim (yok) ol ki vücut bulasın diyor. (12) Kul olmanın ne büyük bir makam ve şeref olduğunu (13) hatırlatıyor.

Var olmak, yok olmaktan geçiyor. (14) Tefekkürün ve zikrin çokça tekrarı enaniyetten marifetullaha geçişe zemin hazırlıyor.
Enaniyetin zıttı olan ihlas ve takva sırlarına vakıf ve mazhar olabilmek duasıyla…

DİPNOTLAR:
1-Ahzâb, 33/72.
2-Mektubat, s. 426.
3-Sözler, s. 212.
4-Emirdağ Lahikası-1, s. 166.
5-Sözler, s. 536 .
6- Sözler, s. 313.
7-Mesnevi-i Nuriye, s. 194.
8-Şualar, s. 645.
9-Nisâ Sûresi, 4/79.
10-Sözler, s. 359.
11-Şualar, s. 227.
12-Mesnevi-i Nuriye, s. 70.
13-Nur'un İlk Kapısı, s. 65.
14- Mesnevi-i Nuriye, s. 70.

İC

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum