Habibi Nacar YILMAZ
Enaniyetsiz misafirler…
70’li yılların sonuna doğru, karmaşa ve anarşinin üniversiteleri epeyce sardığı ve eğitimin felç olduğu yıllardı. Biz de Trabzon’da okuyorduk. Sınıfta kırka yakın öğrenci vardı ve sadece birkaç kişimiz sağ görüşlüydü. Eski Türk edebiyatı dersinde hocamız Kemal Bey, bana dönerek: “Bugün konumuz Süleyman Çelebi, sen bunu bilirsin, bildiğince anlatır mısın?” deyince ben de tahtaya kalktım ve bildiğim kadarıyla anlatmaya başladım.
Aklıma Süleyman Çelebinin Mevlit Mesnevisindeki birkaç beyit geldi ama ben şu beyiti tahtaya yazdım:
Allah’ın birliğine şüphe yok durur
Gerçi yanlış söyleyenler çok durur.
Bu beyiti izah için de “Bir iğne ustasız, bir harf katipsiz, bir köy muhtarsız olmaz da, nasıl oluyor ki şu muhteşem kainat yapansız olur?” deyip bunu örneklendirmeye çalıştım. Yani nasıl bir gözlük gözlükçüyü, ayakkabı ayakkabıcıyı, eldiven örücüyü gösterirse öyle de göz de gözün yapıcısını, ayak da ayağı bize hediye edeni, el de bunları takıp tanzim edeni gösterir, diye izahlarda bulundum.
Ders bitti, sınıftan çıkarken bir arkadaş elimi kapıya bastırıp “Beyefendi, sen hangi cesaretle bu sınıfta bize Allah’ı anlatıyorsun?” diyerek tehdit etmişti. Ben de dönüp “Hani siz fikir özgürlüğünü savunuyordunuz, nerede kaldı özgürlük?” deyince hiç unutamam şunu dedi: “Özgürlük bize, size değil…”
O zamandan beri bazı ağızlarda gezen sözde ‘barış, özgürlük, eşitlik’ gibi lafları iğreti bulur; “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” hakikatini hatırlarım.
Bana sataşan bu arkadaşımıza o zaman: “Asıl güç fikirdir, benim anlattıklarıma karşı bir sözün varsa dinleyelim, eğer yoksa senin bu kabalığın bir karton kuleden farksızdır” diyerek onu fikir tartışmasına davet etmiştim. Gerçekten tek kişiydim ama elimde kitap, ağzımda onlara vereceğim güçlü cevaplar vardı. O da kabul deyince bir pazar günü tespit ettiğimiz konuları tartışmak üzere buluşmuştuk. O arkadaş, tartışmak üzere işçi hakları, gelir dengesizliği, insanların kardeşliği gibi konuları; ben de başta ölüm olmak üzere, insan nedir, niçin yaratılmıştır ve kim yaratmıştır gibi konuları listeme eklemiştim.
Ona, bizi bir ölüm hakikatinin beklediğini, ölüme bir çare bulamadıktan sonra dünyevi makam, mevki ya da servetin bir anlam ifade etmediğini; bizimdir diye sahiplendiğimiz mal ve mülkün kısa bir süre sonra elimizden çıkacağını, bunlara bizim deyişimizin mecazi olduğunu, kabir istasyonundan sonra başlayacağımız yolculuğumuzda onların beş para etmediğini, öyleyse bunların elde edilmesi üzerine kurulan bir mücadelenin ve davanın anlamsız olduğunu anlatmak istiyordum.
Eğer bu hakikati kabul ederse bu sefer de asıl vazifemizin yalnız “Terbiye-i medeniye ile güzelce muhafaza-i nefis etmek, batın ve fercin hizmetine” münhasır olmadığını hatırlatacaktım. Ona şu tren örneğini verdim:
Bir trende seyahat ettiğimizi düşünelim. Bu trenin üç mevkisi var ve insanlar bu mevkilere sermayelerine göre bilet alıp biniyorlar. Birinci mevki yataklı, yemekli ve konforlu; ikincisi ise sadece yemekli; üçüncüsü de tahta iskemlede oturmalı ya da ayakta olsun. Bu trenin yolcularının trene biniş ve trenden iniş zamanları da muhtelif… Bir kısmı üç, bir kısmı beş ya da on gün yolculuk yapıyor ve trenden ister istemez iniyor. Yani yolculuğu ebedi değil. Mutlaka bitiyor!
Şimdi böyle bir trenin yolcusu iken sana: “Yahu bu trende gidiyorsun ama trenin kaptanı yokmuş” deseler, ne yaparsın? Kaptanının olmadığını bildiğin trende buna aldırmadan birinci mevkide gitmenin mücadelesini mi verirsin, yoksa treni durdurmanın, bu yolculuğu bitirmenin yollarını mı ararsın?
Devam ettim:
Biraz sonra da “Bu tren hem de bir uçuruma gidiyormuş” haberi de ilave olarak gelse bu iki habere karşı ne gibi bir çare üretebilirsin? Treni durdurmuyorlar ki inesin, trenin kaptanı yok ki ona derdini anlatasın.
Bu iki dehşetli haber karşısında insanın birinci konforlu mevkide yolculuk yapmasıyla üçüncü zahmetli mevkide olmasının bir farkı var mıdır? Bu durumda olan bir insanın: “Ben niçin üçüncü mevkide yolculuk yapıyorum, bak birincide gidenler çok daha rahat ve zahmetsiz gidiyor, o mevki benim hakkımdır” davasında bulunmasının ve bu davayı yolculuğunun gayesi yapmasının, bu kısa ömrünü yolculuğundaki rahatına adamasının bir mantığı olur mu? Bu haberler karşısında bulunan biçare insanın “İyi ya, ne güzel uçuruma gidiyormuşuz ama yine de birinci mevkide gidelim” demek anlamına gelen bunlardan ibret dersi almaması normal midir? Bu örneği anlatınca “Ne demek bu?” dedi ve hakikati idrak edemedi… Çünkü öyle bir güruh içine girmişti ki ‘akılları bozulmuş, kalpleri sönmüş, nefislerine mağlup olmuş, gayrı meşru lezzetlere dalmış, ikaz ve irşatlara kulakları tıkamış’ olduklarından uyanması bir hayli zor olmuş, belki de imkansız olmuştu.
Bak dedim kardeşim. Biz şu dünya treninde yolcuyuz. Bu yolculuk ruhlar aleminde başladı ve şimdi dünyadayız. Bu yolculuğumuzun ne zaman biteceği ve hangi istasyonda ineceğimiz de belli değil. Yani biz burada ebedi kalıcı değiliz. Bir sevkiyat var, bizi burada durdurmuyorlar, sen de görüyorsun. Bunları unutmanla bu sevkiyat durmuyor. Gözümüzü kapamakla gündüzü sadece kendimize gece yapıyoruz. Yani sen bunları düşünmediğinde yolculuk durmuyor, yolculuğa ara verilmiyor.
Bu dünya treninde inkar edemeyeceğimiz bir yolculuğumuz varsa ilk cevap arayacağımız soru nedir? Bu yolculuğa bizi kim, niçin çıkardı? Yolculuk kısa sürüp, ölümle sonuçlandığına göre ölümle nereye gidiyoruz? Bu yolculuktan sonra bizi ne beliyor? Bu soruların doğru cevaplarını bulmadan mücadelesini verdiğimiz işçi hakları, gelir dengesizliği gibi iddiaların bir anlamı olur mu? Senin davan, bu kısa yolculuktaki ‘mevki davasına’ benziyor. Hatta dünyada çok iyi bir mevkide olman senin başına daha da dert oluyor. Ölümü hiçlik, yokluk ve şu güzel dünyadan ayrılık ve bir son olarak görenler için ve sahip olduğu her şey onlardan ayrılacağı için bir azap vesilesi olmaz mı? Sen bu treni durduramayacağına, bu yolculuğa son veremeyeceğine göre o zaman bu tren nereye gidiyor, bu dünya treninin sahibi kimdir, sorularının cevaplarını bulmadıktan sonra senin davanın bir anlamı olur mu?”
“Kardeşim” dedi. “Bu kısa izahlardan sonra anladım ki benim davam, dava değil bir mevki kavgasıymış… Devam etmemizin bir anlamı yok o zaman.”
Ben de “istersen sana insanın kim ve asıl vazifesinin ne olduğunu hatırlatayım ve ayrılalım” dedim.
Bu dünya treninde biz misafiriz. Fakat bu trende bizim dışımızda da bir sürü misafir var. Hayvan ve bitkiler, yeryüzü ve denizdeki tüm canlılar da birer misafir. Fakat insan misafirinin sofrasına bir bakar mısın? Bir de diğer misafirlerden olan kedi, köpek, koyun ya da balıkların sofralarına bak! Bundan anla ki insan bu dünyada aziz ve değerli bir misafir… Diğer bütün misafirlerden farklı olarak bir de insana ruh cevheri ve akıl nimetinin yanında ‘ene’ dediğimiz benlik yani kendinin farkında olma, etrafını tanıma ve anlamlandırma nimeti de verilmiş.
Bizim gibi hayvanlar da misafir ama onlar enaniyetsiz misafir… Kendilerinden haberdar bile değiller. Kendilerinden haberleri olmayınca günahtan, gafletten uzak yaşıyorlar. Ruhları temiz, fıtratları saf… Gıybet etmezler, yalan söylemezler, çete kurmazlar, adam öldürüp anarşi çıkarmazlar elhasıl karanlık işlere girmezler. Kendilerine hizmet olarak ne emrediliyorsa onları yaparlar. Belki de onlar bizim gibi enaniyetli misafirlere bakıp, biraz da utanıp lisan-ı halleri ile şöyle diyorlar: Siz eneli misafir olan insanlar! Siz bu arzda halifesiniz. Bizim güya kumandanlarımızsınız. Sütünüz, etiniz, yününüz, balınız, yumurtanız, meyveniz, balığınız hülasa tüm ihtiyaçlarınız bizden size hediye. İsterseniz bizi kesip hizmetimize son verir, isterseniz binip gidersiniz. Fakat sizin pek çoğunuzu zalim ve cahil, gafil ve nankör, mücrim ve müflis, izansız ve itaatsiz olarak görüyoruz. Bu kadar nimetlere mazhar olmuşsunuz, nasıl da nankörlük yapıyor ve size bu sofraları kurup önünüze getiren Rabbinizi unutuyor, şükrünüzü ihmal ediyorsunuz? Bir de bizim sofralarımıza bakın, hiç memnuniyetsizliğimizi gördünüz mü?
Bütün bunları anlattıktan sonra şu tespit ile sohbeti bitirmiştim: ”İnsanın sahip olduğu göz, dil, kulak, akıl gibi mucizevi cihazlar ve kainatta görülen ve sanatkarını açıkça gösteren sanatlı eserler bir yana dursun, sadece insana verilen ‘benlik’ duygusu bile bir yandan Yaratıcının varlığına, diğer yandan da insanın onu tanımak için yaratıldığına delil olarak yeterdi.”
Evet dostlar, Rabbimizi sıfat ve şuunatıyla tanımak için bize verilen enemizi nerede kullanıyor, enesiz misafirlerden ders alabiliyor muyuz?
Selam ve dua ile…
Yazarın görüntülü sohbetleri: https://www.youtube.com/channel/UClcxDfhJE-MJhh_KbhrKqfQ
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.