Hüseyin KARA
‘Ene’, ‘Nahnu’ olma yolunda
Lemaat Ekseninde Duygu Çağrışımları (19)
İnsanın insan olma özü ve çekirdeği olan “ene”, fıtratın bir gereği olarak gerçek benlik olma aşamasında bütün duyguların birlik ve beraberliğini sağlarken, kemale doğru ilerleme yolunda da ciddi bir sürece girmiş oluyor.
Elbette Yaratıcı’nın güç ve tasarrufunu kabul etmekle ipin göğüsleneceğini sanarak başka arayışların ve bu doğrultuda bir mücadelenin içinde olmamak doğru değil. Oysa her an öz benliğimizi sarsacak oluşumlarla karşı karşıya kalma ihtimalimiz büyük. Bizde nefis ve nefisle kesintisiz dirsek temasında bulunan şeytan olduktan sonra geleceğimizi güvencede görmek kendimizi tanımama anlamına gelir.
Dünyada her şey bir süreç altında oluşur. Birden oluşan hiçbir şey yok. İnsana düşen yola koyulmak ve ilerlemektir. Kan ter içinde olmak, olmanın çilesini çekmek, batıp çıktıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi en dolu ümitlerle yeniden davranmak, yolculuk sürecinde karşılanması gereken kaçınılmaz sonuçlardır. Öyle ya yola girmeden ve yolculuk sürecine odaklanmadan yolculuk serüveni nasıl bitebilir?
Bir önceki yazıda vurgulanan şu ki; insanın “ene”sini olumlu yöne yönlendirdikten sonra, yapacağı ilk iş, “ben”inin kendi başına buyruk olmasını, kibir denen tutumunu, nefsinin çıkarını, zalimliğini, baskıcı tavrını tamamen bırakması asıldır; aksine kişilik yolunda bir kaza ile karşılaşmamak mümkün değil.
“Ben” yok “biz” var. Bu biz olmanın, yani bilinçli birliğin sloganıdır; ama slogan olarak asla kalmamalıdır. “Ene” yani ben, “nahnu” olmak zorundadır “ene”nin muhtemel kaymalarından kurtulmak için. Ama bu “ene” için öyle kolay değil. Bir süreç gereklidir; bir efor, bir gayret ve bir çile... “Benliğime, öz benliğime kavuştum” demekle olmuyor yalnızca. Bu dendiği anda zaten kavuşulmadığı anlaşılır. Olmak ya da olgunlaşmak dönemi uzun bir soluktur. Mevlana’nın dediği gibi “Hamdım. Piştim. Yandım” ilkesinin her basamağı süreci gerektiren birer aşamadır. Her aşamada kim bilir ne denli duygu yoğunlaşmaları yaşanır. Yanmak için, nefsin bütün çıkarlarından soyunmak için, Yaratıcı’nın yanında bir hiç olmak için kim bilir ne tökezlemeler, tökezlemelerden sonra nice çileler, nice gözyaşları, nice uykusuzluklar, nice sabırlar, nice ümitsizliklerden sonra ümit sabahında yeniden uyanmalardan geçilir!
“Hamdım. Piştim. Yandım” dönemi bazen ömrün uzun dönemini, bazen da koca bir ömrü alabilir ve bazen de ele avuca hiçbir şey geçmeden, Allah korusun ki bir iflas yaşanabilir. Gerçek benliğimizle olmak, topluma karışmak “oldum” demek kadar kolay değildir. Öyle sözle olacak şey değildir Yaratıcı’nın karşısında kendimizi bir hiç görebilme noktasına gelmek. Bu olgu yakaya rozet takmak ve bir levhaya nakşetmekle hiç olmaz. “Ene”, yani “ben”, “nahnu” olmaya hazır olmadan, karışılan “nahnu” nun da bozucu bir unsuru olabilir.
Fıtrat yolunda ilerlemeyen ve olması gerekeni yapmayan “ene”, her an egoya döneceğini hatırdan çıkarmamamız gerekir. Aksine bir ömür boyu yalancı ve uyduruk “ene”nin emrinde, kedinin elinde bir fare gibi oyuncak olabiliriz. Üstelik bunun farkına da varamayız. Egomuzun tutsağı oluruz. Onu her yerde ve her işte dinleriz. İsteklerini bir buyruk olarak kabul ederiz. Onun bize telkin ettiği hep yalnız kendine kulak vermek, başkalarının doğrularını dinlememektir, başka uyarılara kulak tıkamaktır. Aslında yalancı “ene” bir hapishanedir; kısır bir döngüdür, bir fasit dairedir, büyük bir çapsızlıktır ve sona doğru gözü kapalı gitmektir. Böylelikle hakikat adına hep yanlışlar yaparız. Çamuru misk ve amber sanıp yüzümüze süreriz. Bilincin dışında koyu gafleti yaşarız. Hal böyle olunca, gafil “ben”, kendi kabuğunu yırtıp “nahnu” nun o engin denizinde nasıl kulaç atabilir?
Özgürlük bazında “ene” gerçek ene olabilmesi için gerekli şartlar vardır elbette. Son derece elverişsiz aile ortamında yetişen bir çocuktan sağlıklı bir “ene” yi beklemek elbette uzak bir ihtimaldir. Sevgiden uzak korku ve baskı ile büyüyen bir çocuk, “nahnu” bilinciyle kurulan toplumun özgür insanı olamaz.
“Ene”nin “Nahnu” olması bilinç ile olur. “Ene” yani ben, kendini kabul etmeden kendisiyle bütünleşemez ve kendisiyle bütünleşmeden de başkalarıyla da bütünleşemez, başkalarını sevip sayamaz; onlarla istenilen bir birlik sağlayamaz, sahabe döneminde olduğu gibi sağlıklı toplumun temelini atamaz. İnsan önce kendini olduğu gibi kabul etmesi ve sonra kendisiyle bütünleşmesi hem sağlıklı ben ve hem de sağlıklı “nahnu” için atılacak ilk adımdır. Bu demektir ki sağlıklı bir benliğin temelleri aileye kadar iner. Sağlıklı benlik özgürlüklerle olur. Pedagoji ve psikoloji kurallarına göre insanın benliği aşağı yukarı 0-6 yaş arasında oluşacağı göz önünde bulundurulursa, sağlıklı “ben”, biz bilincini oluşturacak gerçek benlik için bu dönemde istenilen özgürlüklerin çocuğa kazandırılması şarttır.
Nedir bu özgürlükler? Bir dostumun özetlediği gibi başlıca beş özgürlük var çocuğa verilmesi gereken: Sansürsüz algılama özgürlüğü, dilediği gibi düşünme özgürlüğü, içinden geldiğince hissetme özgürlüğü, seçme özgürlüğü, sınırsız hayal kurma özgürlüğü. Henüz çocukken bu özgürlükleri almışsak, sağlıklı benin temellini atmış oluruz. Bu takdirde bizi güzel bir gelecek, yasaksız bir dünya, özgür bir duygu açılımı bekleyebilir. Yok, bu özgürlükler alınmadan kurulan benlik, bu tür özgürlük olgularından hem haz alamaz ve hem bu özgürlükleri başkalarının tatmasına izin vermez. Olmayan bir şeyi vermek ya da yaşamak gibi…
Bu özgürlükleri özümsemeden kurulan “ene”, yani benlik hastalıklı ya da eksik, yalancı benliktir, yani egodur. Böylesi bir benlik gururdur, kibirdir; her şeyin kendi çıkarı için olmasını ister. Hem sahibi ve hem de başkaları tarafından sevilmesini ister. Bediüzzaman da Lemaat’ta haklı olarak “Enesini sevenler, başkaları sevmezler” ve bir başka yerde “Ey enesi çifteli, kafası da kibirli!” diye, sağlıksız kurulan benliğin “nahnu” bilincine göre hareket edemeyeceğini söyler. Olması gerekenler yapılmadıktan sonra istenildiği kadar “ene yok nahnu var” diye bağırılsın, “nahnu”yu oluşturmak uzak bir ihtimaldir. Egosunu seven elbette başkasını sevemez, çıkarını bırakıp başkasını kendine tercih ederek “îsâr” erdemini diriltemez, birileri için saçlarını süpürge yapamaz, davası için dünyasını ve gerektiğinde ahiretini feda etme kahramanlığını gösteremez.
Önce sağlıklı benlik sonra sağlıklı toplum... Bu bir süreç işidir. Sahabe toplumu bu süreçten geçerek bu benliklerle kurulmuş. Ancak onların olma süreçleri çok uzun sürmemiş; çünkü onların öğretmeni ve terbiyecisi Peygamberimizdi. Özgür bireylerin özgür toplumu… Sağlıklı benlikler ve sağlıklı toplumlar bedellerini ödemişlerdir. Yoksa bedelsiz bir erdem kazanılamaz.
İslam önce bireyi düzene sokar sonra toplumu. Sakat temel taşları üzerinde bina inşa edilemez. Sevgi ve özgür büyümeyen çocuklardan sevgi imparatorluğu oluşamaz. Uğraş göstermeden, efor harcamadan bir arpa boyu mesafe alınamaz.
İslam ve Kur’an’ın sağlıklı benliklerden aslında kurmak istediği “Nahnu” yani biz bilinciyle oluşan toplumlardır. Dünya düzeni de bundan başkası ile sağlanamaz. Böylesi toplumların karakteristik özellikleri neler olabilir diye akla gelebilir.
Yazıyı buraya kadar getirmişsek “nahnu” bilinciyle oluşan toplumların bazı özelliklerini gelişi güzel de olsa yazmada yarar var: a) Kozmik bir bakış açısı kazandırır; bu aynı zamanda bize evrensel bakışı verir. b) Kendimize ve başkalarına karşı yabancılaşma sona erer. c) Anlaşılma değil anlayış kazanmaya yoğunlaşırız. ç) Eşitlik duygusunu güçlendiririz. d) Adalet kavramı bizde daha bir detayla yerleşmiş olur. e) Hiç kimseyi ayırmadan, kayırmadan herkese aynı gözle bakabilme zenginlik ve enginliğine kavuşuruz.
Böylece toplum bir fertmiş gibi hareket eder. Birinin duyduğu sevinci ya da acıyı toplumun bütünü de duyar; yani her parçası, her bireyi, herkes. Kalpler kocaman tek kalbe dönüşür. Artık hiç kimse “bence böyledir” demez, “hakikate göre böyledir” der ve uyulması gerekenlere hakikatin gözlüğünden bakarak uyulur.
“Biz” yani “nahnu” bilincinin hâkim olduğu toplumlarda herkes hakkına razıdır, kimse başkasının özgürlük sınırlarını zorlamaz.
Dünya cennete dönüşür.
Rekabet yerine yarış duyguları canlanır.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.