Esmaü’l-Hüsna Konusunda Said Nursi’nin Bazı Tespitleri-2

İsimlerin Tecelli Mertebeleri Sırrı

İlk 4 yönün neticesinde her canlı ve nesne hadiste[1] bildirildiği üzere 1001 ismin 70 mertebe cüz’î ve küllî, umumî ve hususi, az ve çok, büyük ve küçük farklı mertebede tecellileri ile sarılmış ve kuşatılmıştır. Nasıl elmas ve yakutlar vitrinde değil de kasada kumaşlar içine sarılır; özel müşterilere gösterilmek için ancak kumaşları açılarak gösterilir. Eğer mücevher çok kıymetli ve antika ise, sarılan kumaşın cinsi, sayısı ona göre değişir. İşte her bir canlı Allah’ın öyle bir antika sanatıdır ki 70 farklı perde ile, 1001 isim ile sarılmış bir sırrı taşıyor. Önemi arttıkça yapılan saklama bazen gözle görünür hale geliyor.

Mesela gözler, göz kapaklarımızla; dişler, dudaklarımızla; kemikler, derilerimiz ve etlerimizle saklanmış… Eğer hassasiyet çok artarsa mahfaza sert ve kaba hale gelir ki, zarar hiç ulaşmasın… Kalbimiz, göğüs kafesi içinde; beynimiz, kafatasımız içinde saklanır. Bunlar da birer perdedir, fakat kalın, sert ve kaba birer perdedirler. Bazen perdelenen şey öyle önemlidir ki, ona gelecek zarar için âlem seferber olur. Kâbe gibi… Ebrehe’nin orduları zarar vermesin diye ebâbil kuşları gökyüzünde toplanıp teçhiz edildi. Bazen perdelenen öyle nazenin olur ki kanı yere akacak diye yer yerinden sarsılır, dağlar yerinden oynatılır. Hz. Peygamber (ASM) gibi… Taif’te yanağından akan kan yere düşmemesi için Hz. Zeyd (RA) çırpınırken Onun mahzun kalbini teselli etmek için Dağlar Meleği nüzul eder. “İstersen şu iki dağı birleştireyim de şu zâlim kavim cezasını çeksin” der.[2]

70.000 perde ile insanı sarıp muhafaza eden Zât, bize Ehadiyeti ile, bizi bizden daha iyi bilmesi ile, bizim vücud ve hayatımızı idare etmesi ile bize bizden daha yakın olduğunu bildiriyor, gösteriyor ve hissettiriyor. Fakat biz Onu tanımaya kalkarsak Ona gidecek yolumuz, bizim türümüzde kendi ağırlığını hissettiren Esma-yı Hüsna olmalıdır. O bizim otobanımız… En kolay ve hızlı yol alacağımız hakikat… İşte bu yolculukta kendi vücud ve hayatımızda tecelli eden mesela Hâlık isminden yola çıkarsak Halık-ı Külli Şey (Her Şeyin Yaratıcısı) seviyesine kadar ilerlememiz gerekir. Bu, en ileri seviyedir. Bundan sonra “halıkiyet sıfatı”nın (yaratıcılık sıfatı) dairesine girebiliriz. O daire daha da geniştir. Halık-ı Külli Şey, yaratılmış ve yaratılacak her şeyi içine alır. Halıkıyet ise, “yaratılabilecek her şeyi” içine alır. Bu, diğeriyle kıyaslandığında şunu görürüz: “Yaratılabilecek şeyler, sonsuzdur. Yaratılan ve yaratılacak şeyler ise belirli bir sayıdadır. Bu manada sonsuz ve sayısız ile sonlu ve sayılı bir şey kıyaslanırsa yaratılanların yaratılabilecekler karşısında sıfır miktarında olduğu görülür. Bu da bize Allah’ın büyüklüğünü gösterdiği gibi, Onun zenginliğini de bize bildirir.

Bir asker, Kumandan-ı Azam ünvanıyla Padişahını tanımaya kalksa, onbaşı-yüzbaşı-binbaşı gibi mertebeler ve bu mertebelerin kendini gösterdiği kara-hava-deniz orduları ve bütün bunların tamamı noktasında genelkurmay başkanını ve onun da âmiri olanı bulur ve bilir. Fakat burada zaman ve mekânla sınırlı bir kumandan-ı azamı misal verdik. Oysa Padişah-ı Rabbü’l-Âlemîn, zaman ve mekandan münezzehtir. Kara-hava-denizdeki bütün canlı türler Onun askerleridir. Gökler 7 tabakası ile, içindeki yıldızlar-gezegenler-uydular-meteor askerleriyle; bunların nezaretçisi, binicisi sayısız melekleri, ruhanileri, cinleri ile Allah’ın askerleridirler. Cehennem zebanileri, Cennet gılmanları ve hurileri ile her biri Allah’ın birer askeridir. Bu şekilde Allah’ı “sultan ve askerleri” şeklinde tanımaya kalkan biri bütün bu âlemlerdeki kumandanlık mertebelerini temaşa ede ede gezmesi lazım. Tâ ki Padişahını kumandanlık ismiyle hakkıyla bilebilsin ve tanısın. Bütün bunlardan sıfatlarına, sıfatlarından arkada şuunatına, onun da kaynağı olan Zâtına ulaşır. Fakat bu yolculukla Onun Zât-ı Akdes’ini, tek bir isim-sıfat ve şe’niyle tanımış oldu. Kemal seviye ise bütün esma-sıfât ve şuunatıyla tanımada…

Bu noktada Said Nursi diyor ki, bir ismin bütün seviyelerini ve mertebelerini gezsen en sonunda tekrar bu âleme gelecek, başka bir isim ile aynı yolcuğu yapacaksın. Yine tekrar geleceksin. Daha güzeli ve ötesi var: “Bir şeyde bütün isimleri görmeye çalış. Göstermiyorsa, gösterdiklerini gör. Gösterenler varsa, onlar üzerinden yürü. Fakat farklı nesneleri gösterdikleri ortak isimlerde cem et… Bir nesnede bütün isimleri Ehadiyet olarak cem edip görebilirsin. Fakat cansızların tamamını kudret-ilim-iradede cem ederek, kendin dahil dış dünyayı Alîm-Kadîr-Mürîd isimlerinde yekpare yapabilirsin. Farklılıkları kalmak ve görünmekle beraber; bu İlahi özlerinde birleştirerek… Tıpkı bir ağaç gibi… Nasıl ağaçta dal, budak, tomurcuk, yaprak, çiçek ve meyve var. Hepsi bir birinden farklı ama hepsi tek bir ağaca bağlı ve o ağaçtan çıkıyor ve o ağacın eseri… Aynen öyle de kâinat bir ağaç; unsurlar, dalları ve gövdesi; bitkiler ve ağaçlar, yaprakları; hayvanlar, çiçekleri; insanlar ise, kâinat ağacının şuurlu meyveleridir.” Bu tarz bir külli bakışta Vâhidiyet ile Esmayı cem ettik. Fakat bu cem’de, her nesnedeki özel cem olan Ehadiyeti de unutmadık. Vâhidiyet içinde Ehadiyeti de görebiliyoruz. Marifetullahta kemal, bu seviyeye verilen isimdir. Yani cem içinde cem… Tasavvufi tabirle cem’ü’l-cem… Yani kemal-i vahdâniyet… Neden kemal? Çünkü Ehadiyet tecelli ettiği yerde bir “cemal” ortaya çıkar. Vâhidiyet tecelli edince “celal” zuhur eder. Vâhidiyet içinde Ehadiyet, celal içinde cemali gösterir. Celal içinde cemal ise, kemali gösterir.[3] Bir insana uyarlarsak Hz. Ömer (RA) gibi olur. Son derece celalli ama aynı zamanda şefkatli… Annenin şefkatinde cemal, babanın şefkatinde ise kemal hissedilir.

Said Nursi bu Söz’ün başında serlevha yaptığı “Allahu lâ ilahe illa hüve lehü’l-esmâü’l-hüsna[4] ayeti hakkında “Şu âyet-i celîlenin şecere-i nuraniyesinin çok hakikatlerinden bir hakikatinin 5 dalına işaret ederiz” der. Neden? Çünkü dal ağaçta olur. Şecere, Arapça’da ağaç demektir. Asıl iş, bu sözden Esma-yı Hüsna’nın bir ağaç gibi tecelli etmesi meselesini ders almak…

[1] bk. İmam Gazâlî, İhyâ-u Ulûmi'd-Dîn, 1:101; Ebû Ya'lâ, el-Müsned 13:520; et-Taberânî, el-Mu'cemü'l-Evsat 6:278, 8:382; er-Rûyânî, el-Müsned 2:212; İbni Ebî Âsım, es-Sünne 2:367.

[2] İbni Hişâm, Sîre: 2/60-63; Buharî, 4/83.

[3] Mesnevi-i Nuriye, 10. Risale.

[4] Taha suresi, 8.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
16 Yorum