Erdem AKÇA
İzmir ve Erzincan Depremleri Hakkında Said Nursi’nin Tespitleri ve Görüşleri
Depremler doğal bir süreç mi, İlâhî bir ikaz mı?-4
Ahiretin varlığına ve geleceğine dair bazı hakikatler
Âhiret aynen dünyamız gibi maddi bir âlemdir. Fakat sonsuz derecede daha güzel, daha muhteşem, daha ferah ve mükemmel tarzda… Âhiret aynen dünyamız gibi diri ve canlı bir âlemdir. Fakat taşı ve toprağıyla, zerresi ve yıldızlarıyla hayat, his, şuur, akıl ve idrak dolu… Âhiret aynen dünyamız gibi yaratılmış ve yaratılacak şeylerle inşa edilmiş bir mutluluk sarayı, güzellikler âlemidir.
Ontoloji, mimari, mühendislik ve benzeri bütün bilim dalları bilginin, yaratmadan ve maddi varlıktan önce var olduğunu görüyor. Ontoloji bilimi, mahiyet ve hakikat; mimari, plan ve proje; mühendislik, yazılım ve program; biyoloji, genetik kod ve DNA ve diğer bilim dalları benzeri isimlerle bu ilmî mevcudiyeti adlandırıyor. Bilim dallarındaki bu ortak dil ve tespit gösteriyor ki, bilgi varlıktan öncedir. Hz. Peygamber (ASM) bu konuyu şu şekilde ifade eder: “Ya men hüve ilmuhu sâbık”[1] (Ey ilmi her şeyi geçen, her şeyden önce var olan Zât!)
Canlıların şekil, renk, denge, düzen, sayı, büyüklük, ağırlık, fonksiyon ve benzeri bütün özelliklerinin genetik bilgilere göre gerçekleşmesi gösterir ki, varlığın görünür bütün özellikleri bilgiye dayanmaktadır. Cansızlara hükmeden bilgiye nazaran canlılar üzerinde hükmünü gösteren bilginin yoğunluğu, detaylara kadar nüfuz eden ve her şeyi bir sanat eseri haline getiren yapısı göz önüne alınırsa görülür ki, bilgi kimdeyse hüküm onundur. Bilgi mükemmelleşirse yaratıcılık zirveleşir. Bilgi nüfuz kazandıkça her şey sanatlaşır. Kur’an bu meseleyi şöyle ifade eder: “Elâ ya’lemu men halaka ve hüve’l-latîfü’l-habîr”[2] (Uyanın! Yaratan hiç yarattığı şeyi bilmez olabilir mi? O her şeyin derinliklerine ve inceliklerine nüfuz eden, her şeyin özünü bilen Latîf; her şeyin dışını, fonksiyonlarını, yaptıklarını ve ortaya koyduklarını bilen, her şeyin farkında olan Habîr’dir.)
Habîr isminin tecrübe etme, şuurlu olma, sınama gibi manaları yaratmanın, yaratılanların mahiyet ve hakikatlerini, irade ve benliklerini tecrübe etme, onların ilimlerini “şuur” haline getirme, onları ebedî hayatın sonsuz Cennetine layık hale getirtme amaçlı olduğunu bildirir. Kur’an bu manada dünyaya gelişin gayelerini madde madde şöyle sıralar:
- Potansiyel yeteneklerini açarak ebedî saadeti ve sonsuz saltanatı elde etmek…
- İlim, hikmet, ihlas, takva, merhamet, şefkat, aşk, şevk gibi ebedî özelliklerle evrensel bir ruha sahip olarak mükemmelleşmek…
- Hak ve hakikat yolunda benliğini, hayatını, mal ve mülkünü feda ederek şehid ve gazi makamına çıkmak…
- Kendisi muhtaç olsa da başkalarını kendine tercih edecek bir kutsallık algısına yükselerek hayatını Kuddüs ve Selam isimlerinin aynası haline getirmek…
- Elindeki külli veya cüz’î imkanlarla muhtaç ve fakirlerin ihtiyaçlarını gidermeye çalışan bir külli merhameti, âciz ve zayıfları himaye etmeye çalışan yüksek bir şefkati hayatına yerleştirmek…
- Ailesi ve sevdikleri dahi olsa suç işleyenlere karşı adalet ve hakkaniyetin kılıcı ve temsilcisi olmak…
- Önce kendi çocuklarının, daha geniş dairede bütün ülkesinin, en geniş dairede bütün insanların, canlıların ve yaratılmışların şefkatli bir babası, merhametli bir annesi olarak Evrensel Bir Baba ve Anne makamına çıkmak…
- Aklını, hikmet ile; öfkesini, cesaret ile; şehvetini, iffet ile dengeye getirerek bir denge, hidayet ve istikamet insanı haline gelmek; başkalarını da bu dengeli hale davet eden güzel bir ahlak ve karaktere erişmek…
- Gözünü, ibret ve temaşanın; kulağını, işitmek ve itaatin; aklını, tefekkür ve tetkikin; kalbini, sevgi ve merhametin; nefsini, şükür ve minnettarlığın; ruhunu cihad[3] ve sabrın, hafızasını, ilim ve hikmetin; şuurunu ise hakikat ve ebediyetin merkezi haline getirerek kıymetlendirmek…
- Bütün fiillerini ilim ve hikmetin çerçevesinde Evrensel Denge ve Düzene ayak uydurarak Allah’ın halifesi, kulu ve askeri makamına çıkmak…
Bütün bu hikmetler Kur’anın genel çerçevesinde işlendiği gibi birçok âyette Cenab-ı Hak şöyle der: “Ve ma halakna’s-semavati ve’l-ardi ve mâ beynehuma laibîn * Mâ halaknahuma illa bi’l-hakki velakinne ekserehum lâ ya’lemun”[4] (Biz gökleri ve yeri ve arasındakileri bir oyuncu olmak için yaratmadık. Biz gökleri, yeri ve arasındakileri hak ile ve hak bir gerekçe için yarattık. Fakat insanların çoğunluğu bunu bilmiyor.)
Bu ve benzeri hikmetler her bir insanın hayatını sonsuz hayatı hak edecek bir hale getirdiği gibi cansızların canlılığa, canlıların his ve şuura, şuur sahiplerinin akıl ve hikmet sahiplerine hizmetkârlığı şeklindeki Evrensel Düzen’in de gereği ve sonucudur. Bu manada her bir insan kâinat ağacının şuurlu bir meyvesi olmakla bir sonucu olduğu gibi, insanın ilmi, imanı, ibadet ve hayırlı faaliyetleri, ihlası ve güzel ahlakı da insanın fıtrat ve şuurunun meyveleridir. Kâinatın varlığından asıl gaye hür irade sahibi insanların hayatıyla zuhur eden, bu şuurlu ve iradî fiillerdir. Bu yönüyle din ve Kur’an şuurlu her bir insan hayatını bir “âlem” ve “kâinat” olarak değerlendirerek hesaba çeker.[5] Bu yönüyle bir insana tek başına dahi kılsa namazında “İyyake na’budu ve iyyâke nestaîn”[6] (Biz yalnız Sana ibadet ederiz ve biz yalnız Senden yardım dileriz) demeyi ona farz kılar. Bu dua yapılmamış namazı namaz saymaz. Her bir insan külli şuuru, hür iradesi, zaman-üstü aklı ve algısı ile yaratılış âleminde bir milletvekili konumundadır.
Her bir insan ömrü boyunca bir yükseliş ve düşüş yolculuğuna giriyor. Bilgi, tecrübe ve şuur yoluna girenlerin en mükemmel halleri, ölüm öncesi durumlarıdır. Düşüş yoluna girenlerin ise en feci halleri ölüm önceleridir. Yükseliş yoluna girenlerin yükselişlerini ebedî devam ettirecekleri mükâfât yeri Ahiret Hayatı’dır. Hayatı kendilerine ve başkalarına zehir ve zulüm eden düşüş ehlinin de cezalarını çekecekler yer ebedi Âhiret’tir. Cennet Bahçesinin ve Cehennem hapishanesinin varlığını her istikametli akıl gördüğü ve istediği gibi, kalp de, vicdan da, ruh da görür ve ister. Aksi takdirde zâlimlerin yaptıkları zulümler yanlarına kâr kalır. Mazlumlar ise çektiği acılar ve mağduriyetlerle yok olur giderler. Hiçbir akıl ve vicdan bunu kabul edemez.
Canlı ve cansızların mahiyetleri, programları, genetik kodları dünya hayatı boyunca bu şekilde aktif olarak çalışır, vazifelerini görür, manasını ifade eder. Cenab-ı Hak bütün bunları şuur ve akıl sahiplerinin hafızalarına silinmez yazılarla yazdığı gibi, diğer şuur ve akıl sahiplerinin gözlerini bir kamera gibi arşiv aracı, cansız nesneleri ise bir disket ve CD, havayı ses ve görüntü dalgalarının kaydedilip saklandığı bir dijital platform, kâinatı ve insanın atomlarının arasındaki geniş mesafeleri dolduran kara enerjiyi bir kayıt merkezi haline getirerek bin bir çeşitte, bin bir şekilde her şeyin bilgisini kaydeder, saklar, muhafaza eder. Levh-i Mahfuz, İmam-ı Mübin, Kitab-ı Mübin, Ümmü’l-Kitab gibi İlâhî ve evrensel kayıt boyutları da hesaba katılınca yaratılmışlara ve fiillerine ait bilgilerin kaybolmasının imkansızlığı anlaşılır.
Yâsin suresi canlıların ve özellikle şuur sahiplerinin ölüm ile toprağa dönüşmelerinden sonra tekrar yaratılmaları ve diriltilmeleri meselesini döneminin deistleri olan müşriklerin bir itirazlı sorusu üzerine ilmi merkeze alarak şöyle cevaplar:
77. İnsan, bizim, kendisini az bir sudan (meniden) yarattığımızı görmedi mi ki, kalkmış apaçık bir düşman kesilmiştir.
78. Bir de kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek getirdi. Dedi ki: "Bu çürümüş, toz haline gelmiş kemikleri kim diriltecek?"
79. De ki: "Onları ilk defa inşa eden, topraktan çıkartan ve yaratan diriltecektir. O, her yaratılışı, her türlü yaratmayı hakkıyla bilen Alîm’dir."
Kur’an bu ayetiyle yaratma-bilgi ilişkisinin muazzamlığını tekrar vurgular. Bilgi, yaratanda var olduğu sürece yarattığını tekrar yaratması önünde hiçbir engel olmadığına işaret eder.
Dünyada ve Âhirette yaratmanın temelde bilgi ve kudrete dayansa da yaratmada aslî rolün İlahî İrade’de olduğunu yine Yasin suresi şöyle anlatır:
“İnnema emruhu iza erâde şey’en en yekûle lehu kün feyekün. Fe sübhanellezi bi yedihi melekût küllü şey’in ve ileyhi türceûn”[7] (O, bir şeyin var olmasını irâde ettiği ve istediği zaman Onun işi o şeyin mahiyetine ‘ Ol! ’ demektir. O da hemen olmaya başlar. Her şeyin melekutu, özü ve ilmî mevcudiyeti elinde olan Allah’ın şanı ne yücedir. Siz ölünce Onun huzuruna, ilmine geri döndürüleceksiniz.)
İlim ve hikmetiyle bu dünya hayatını kuran, kerem ve lütfuyla insanı bu hayata getiren, ölüm, şehitlik ve saire sebeplerle dünya hayatından insanı alan Allah’ın insanlar için 2. hayatı verebilmesi ve yapabilmesi önünde gerek bilgi ve gerekse kudret açısından hiçbir engel bulunmuyor. Dünya hayatının, faniliğinin gösterdiği üzere hedef-hayat olmaması, dünyada yaşanan sayısız hak ve hukukların tahakkukunun ebedî hayatı istemesi gibi gerekçeler yanında Müminun suresinde şu âyetler Allah’ın, ebedî bir mükafat Cennetini ve daimi bir ceza Cehennemini istediğini gösterir:
112. Allah, mahşer günü (inkârcılara) "Yeryüzünde kaç sene kaldınız?" diye sorar.
113. Onlar, "Bir gün, ya da bir günden daha az bir süre kaldık. Hesap tutanlara sor" derler.
114. Allah, şöyle der: "Çok az bir zaman kaldınız. Keşke bunu (daha önce) bilmiş olsaydınız."
115. "Sizi boşuna yarattığımızı ve bize tekrar döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?"
Bilim Dalları Açısından Âhiretin Varlığının Zaruriliği
Hukuk bilimi açısından Âhiret varlığı zaruri bir âlemdir. Çünkü hukuk, suça verilen cezalar üzerine temellenir. Suçların en büyüğü bir canlıyı haksız yere kasden katletmektir. Bu manada kasdî cinayetlerin İlâhî adalette cezası olan “idam” ı kabul etmeyen beşerî hukuk dahi kasdî cinayeti 24 yıldan müebbede kadar uzatır. Fakat bir insanın ortalama ömrü 60-70 yıl olduğundan 10, 20, 50 ve saire gittikçe artan sayıda seri cinayetleri işleyen kişilerin hukuk ve adalet noktasında hak cezasının tatbiki dünya şartları açısından mümkün değildir. Bu pencereden bakınca:
-Dünyevi menfaatleri için ülkeleri işgal eden,
-Milyonlarca kişiyi katleden,
-Sayısız kadın ve kız çocuğuna tecavüz ettirip öldürten,
-Masum çocukları, kundakta bebekleri, âciz yaşlı kadın ve erkekleri katleden, tarih boyunca yaşamış ve hâl-i hazırda yaşayan ve gelecekte yaşayacak zâlimlerin suçları akıl mahkemesinde yargılandığında “Zâlimler için yaşasın Cehennem” sözü hukuk biliminin Âhiret konusunda parolası ve mottosu olacaktır. Hukuk, Âhiretsiz olamaz.
İktisad bilimi açısından Âhiretin varlığı mecburidir. Çünkü iktisad açısından emek ve ücret ayrı düşünülemez. Bu bir kanundur. Bir emeğin ücret miktarı ise emeğin gördüğü vazife, yaşanan zorluklar ve taşıdığı riske göre artar. Bu çerçeveden bakılınca insanları
- Yokluk ve hiçlik karanlıklarından Âhirete iman ile kurtaran…
- Yetimlik ve kimsesizlik karanlıkları ve acılarından Allah’a iman ile kurtarıp teselli veren…
- Toplumları ve medeniyetleri ahlaksızlık ve zulüm bataklığından hak, adalet, merhamet ve şefkat hakikatleri ile kurtaran…
- Her bir insana hakkı, hakikati, ebediyeti ve sonsuz saadeti kazandıran din hakikati için meydana çıkıp bütün ömrünü bu yolda harcayan…
- Birçoğu yaptığı bu hizmet uğrunda şehit edilen…
- Hepsi bu uğurda sayısız işkence, ambargo, baskı ve göçü yaşayan…
- Dünya zevki ve rahatı namına bir şey bilmeyen 124.000 peygamberin ve onlar gibi yaşayan sayısız Allah dostu evliyanın ve şehitlerin hayatları…
- Ömrünü zahmet, fakirlik, bin bir sıkıntı ve zorlukla geçiren milyarlarca insanın acı dolu dürüst hayatları Ahireti mecburi olarak isterler.
Ücret kanunu açısından Âhiret sonsuz bir sonuçtur. Kur’an bu meseleyi Cenneti “ecrin kerîm”[8], “ecrin azîm”[9] diye isimlendirmekle ifade eder.
Psikoloji bilimi açısından Âhiret, insanın varlığı ve aklı kadar zaruri bir gerçektir. Çünkü bütün canlılarda bulunan korku ve sevgi hisleri, onların hayatlarını muhafaza ve nesillerini devam için verilmişken insan türü için bir bela hükmüne geçiyorlar. İnsanın geçmiş ve gelecek zamanların farkında olan aklı, ondaki sevgiyi bütün varlıkları içine alacak şekilde büyüttüğü gibi ondaki korku duygusunu da bütün her şeyi kuşatacak surette genişletmiştir. Bu yönüyle insan, bir çiçeği sevdiği gibi, koca baharı da sever; bir bahçeyi istediği gibi ebedî Cenneti de ister; bir dostunu görmek için bir memleketten diğer memlekete seyahat ettiği gibi Allah’ı görmek ve Onunla konuşmak için dünya kapısını kapatıp Ahiret kapısını açabilecek bir sonsuz potansiyele ve duygu çapına yükselir. Kâinatın fani, ölümlü, pörsüyen yapısı kalb için sevgi duygusunu üzüntülerin kaynağı kılar. Gördüğü, tattığı ve elde ettiği şeylerin geçip gitmesi kalp açısından dünyayı yakıcı bir Cehenneme dönüştürür. Korku duygusu ise insanın ruhunu kilitler, presler ve ezer. Gelecek zamanın belirsizlikleri, muhtemel olumsuzlukları, gelebilecek dehşet verici hadiseler nura muhtaç insanın ruhu için dünyayı dondurucu bir Zemherir haline getirir. Hakikat ufkuna çıkamamış her insan bu hüzünler Cehennemi, korkular Zemheriri içinde kavrulup durur.
Ânlık şuuru olan hayvanların yanında bu haliyle her bir insan en bedbaht bir hale düşer. İnsanın zamansızlığı idrak edebilen aklının, geçmiş zamanı ve ezeliyeti hisseden kalbinin, gelecek zamanı ve ebediyeti gören ruhunun, hakkı arayan vicdanının, hakikati gören şuurunun yüksek ve külli yapısı insan fıtratının ebedî saadet için yaratıldığını ve hayvanlardan binlerce kat üstte olduğunu gösterir.
Peygamberlerin gelmesinin en büyük psikolojik sebebi her insanın fıtraten muhtaç olduğu ebedî mutluluğu her bir ruha hediye etmektir. Peygamberler, Allah’ın varlığını bütün insanlara kalplerinde hissettirerek, Allah’ın birliğini ruhlarının derinliklerinde insanlara yaşattırarak insanların ebedî mutluluk ihtiyacını tatmin ve teskin ediyorlar.[10] Fani dünyanın hüzünlü ve korkulu yapısı, “Her arzunun sonsuz bir şekilde gerçekleştiği ebedî mutluluk” için uygun bir yer değildir. Her fıtrattaki saadet arzusu, huzur ve hakikat arayışının varlığı, dünyanın her arzunun gerçekleşmesi için darlığı, faniliği ve sınırlılığı, insan ruhunun bu arzu gerçekleşmediği zaman en bedbaht konuma düşmesi, gösterir ki insanın zaman-üstüne açık ve zamansızlığı gören ve hisseden fıtratı için Âhiret zaruri bir sonuçtur. İnsan, Ahiretsiz olamaz.
Bu şekilde bütün bilim dalları kendi terminolojileri ve hakikatleri boyutuyla incelenirse Âhiretin varlığı, geleceği ve insanın orada bir mükafat ve mücazat ile karşılaşacağı aklen, kalben ve ruhen net olarak görünür. Bu manada bilim ve din aynı hakikatin farklı surette dili ve habercisi olurlar.
İzmir ve Erzincan Depremleri Hakkında
Bediüzzaman Said Nursi’nin Tespitleri ve Görüşleri
Şu sûre kat’iyyen ifade ediyor ki: Küre-i Arz (Toprak Küre; Dünya), hareket ve zelzelesinde vahy ve ilhama mazhar olarak emir tahtında (altında) depreniyor. Bâzan da titriyor.
[Mânevî ve ehemmiyetli bir cânibden (taraftan), şimdiki zelzele münâsebetiyle altı-yedi cüz’î suale karşı, yine mânevî ihtar yardımıyla cevapları kalbe geldi. Tafsilen (detaylı) yazmak kaç def’a niyet ettimse de izin verilmedi. Yalnız icmâlen (özet olarak) kısacık yazılacak.]
Birinci Sual: Bu zelzelenin maddî musibetinden daha elîm (acıklı) mânevî bir musibeti olarak, şu zelzelenin devamından gelen korku ve me’yusiyet (ümitsizlik), ekser halkın ekser memlekette gece istirahatını selbederek (zorla alarak), dehşetli bir azab vermesi nedendir?
Yine mânevî cevap: Şöyle denildi ki: Ramazan-ı Şerifin teravih vaktinde kemâl-i neş’e ve sürur ile sarhoşçasına gayet heveskârane (nefsani arzuları uyandıran) şarkıları ve bâzan kızların sesleriyle, radyo ağzıyla bu mübârek merkez-i İslâmiyyetin (Müslümanlık merkezinin) her köşesinde câzibedârane (cezbedici şekilde) işittirilmesi, bu korku azabını netice verdi.
[Psikolojik olarak sabittir ki, insanın kulağı kalbine açılır. Duygular ile kulak arasında yakın ilişki bulunuyor. Namahrem kadın sesi, erkek fıtratı açısından cinsel manada uyarıcıdır. Sürekli dinlenilen şarkılar, bu uyarımı sürekli hale getiren bir telkin vazifesi görür. Bu durum toplumsal boyutta cinsel suçların ve duygusal krizlerin büyük bir sebebini teşkil eder. Cumhuriyet yıllarına göre günümüzde cinsel suçların gittikçe katlanarak büyüyen yapısı ile kadın sesi, görüntüsü ve kadınların cinsel mesaj içeren danslarını taşıyan günümüz şarkılarının yayılışı arasında doğru orantı bulunmaktadır. Tıbben ve psikolojik olarak sabittir ki, bir erkekte cinsellik fıtrata uygun seviyenin ötesine geçtiğinde erkekte kadınsılaşma başlar.[12] Kadın fıtratı ise zayıf ve kırılgan olduğu için kendinden güçlüleri gördüğünde korku ve evhamı tavan dereceye yükselir. Bu manada depremlerin artçı yapısının erkeklerde uyandırdığı evham ve korku terörünün arka planında cinsel aşırılıklar, bunların temelinde ise erkeklerin mahremi olmayan kadınların ses, söz ve şarkılarının telkinlerine sürekli maruz kalmaları vardır. (Erdem Akça)]
İkinci Sual: Niçin gâvurların memleketlerinde bu semâvî tokat başlarına gelmiyor? Bu bîçare müslümanlara iniyor?
Elcevab: Büyük hatâlar ve cinâyetler te’hir (erteleme) ile büyük merkezlerde; ve küçücük cinâyetler, tâcil (acele davranma) ile küçük merkezlerde verildiği gibi; mühim bir hikmete binâen, ehl-i küfrün (inançsızların) cinâyetlerinin kısm-ı âzamı (büyük böülümü), Mahkeme-i Kübrâ-yı Haşre (Mahşerdeki Büyük mahkemeye) te’hir edilerek ehl-i îmanın hatâları, kısmen bu dünyada cezası verilir.[13]
Üçüncü Sual: Bâzı eşhasın (kişilerin) hatâsından gelen bu musibet bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir?
Elcevab: Umumî musibet, ekseriyetin hatâsından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın o zâlim eşhasın harekâtına fiilen veya iltizâmen veya iltihaken (katılarak) taraftar olmasıyla mânen iştirâk eder, musibet-i âmmeye (genel çaplı bir musibete) sebebiyet verir.
Dördüncü Sual: Mâdem bu zelzele musibeti, hatâların neticesi ve keffaret-üz-zünûbdur (günahlara kefarettir). Mâsumların ve hatâsızların o musibet içinde yanması nedendir? Adâletullah (Allah’ın adaleti) nasıl müsaade eder?
Yine mânevî canibden el-cevab: Bu mes’ele sırr-ı kadere taallûk ettiği için, Risâle-i Kader’e havale edip yalnız burada bu kadar denildi:
“Bir belâ, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zâlimlere mahsus kalmayıp mâsumları da yakar.”
Şu âyetin sırrı şudur ki: Bu dünya bir meydân-ı tecrübe ve imtihandır (tecrübe ve imtihan meydanıdır) ve dâr-ı teklif ve mücahededir (hak uğrunda çaba gösterme ve sorumluluk yeridir). İmtihan ve teklif, iktizâ ederler (gerektirirler) ki, hakîkatler perdeli kalıp, tâ müsabaka (hayırda yarışma) ve mücahede (hak uğrunda çabalama) ile Ebu Bekirler, Â’lâ-yı İlliyyîne (yücelerin en yücesine) çıksınlar ve Ebu Cehiller, esfel-i sâfilîne (aşağıların en aşağısına) girsinler. Eğer masumlar böyle musîbetlerde sağlam kalsaydılar, Ebû Cehiller aynen Ebu Bekirler gibi teslim olup, mücahede ile mânevî terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif (sorumluluk sırrı) bozulacaktı.
Mâdem mazlum, zâlim ile beraber musîbete düşmek, hikmet-i İlâhîce lâzım geliyor. Acaba o bîçâre mazlumların rahmet ve adâletten hisseleri nedir?
Bu suale karşı cevaben denildi ki: O musibetteki gazab ve hiddet içinde onlara bir rahmet cilvesi var. Çünki o mâsumların fâni malları, onların hakkında sadaka olup, bâki bir mal hükmüne geçtiği gibi, fâni hayatları dahi bir bâki hayatı kazandıracak derecede bir nev’i şehâdet (şehitlik) hükmünde olarak, nisbeten az ve muvakkat bir meşakkat ve azabdan büyük ve dâimî bir kazancı kazandıran bu zelzele, onlar hakkında ayn-ı gazab (gazabın kendi) içinde bir rahmettir.
Beşinci Sual: Âdil ve Rahîm, Kadîr ve Hakîm, neden hususî hatâlara hususî ceza vermeyip, koca bir unsuru (toprak, hava gibi ana maddeyi) musallat eder. Bu hal cemâl-i rahmetine (rahmet güzelliğine) ve şümûl-ü kudretine (kudretinin kuşatıcılığına) nasıl muvafık (uygun) düşer?
Elcevab: Kadîr-i Zülcelâl, her bir unsura çok vazifeler vermiş ve her bir vazifede çok neticeler verdiriyor. Bir unsurun bir tek vazifesinde, bir tek neticesi çirkin ve şer ve musîbet olsa da, sâir güzel neticeler, bu neticeyi de güzel hükmüne getirir. Eğer bu tek çirkin netice vücûda gelmemek için, insâna karşı hiddete gelmiş o unsur, o vazifeden men’edilse; o vakit o güzel neticeler adedince hayırlar terkedilir ve lüzumlu bir hayrı yapmamak, şer olması haysiyetiyle, o hayırlar adedince şerler yapılır. Tâ bir tek şer gelmesin gibi; gayet çirkin ve hilâf-ı hikmet (hikmete zıt) ve hilâf-ı hakikat (hakikata aykırı) bir kusurdur. Kudret ve hikmet ve hakîkat kusurdan münezzehtirler. Mâdem bir kısım hatâlar, unsurları ve arzı hiddete getirecek derecede bir şümûllü (kuşatıcı) isyandır ve çok mahlûkatın (yaratılmışların) hukukuna bir tahkirli (hakaret etmeyi içeren) tecavüzdür. Elbette o cinâyetin fevkalâde çirkinliğini göstermek için, koca bir unsura, küllî vazifesi içinde “Onları terbiye et” diye emir verilmesi ayn-ı hikmettir ve adâlettir (hikmet ve adaletin ta kendisidir) ve mazlumlara ayn-ı rahmettir.
Altıncı Sual: Zelzele, küre-i arzın içinde inkılâbat-ı mâdeniyyenin (madenlerin dönüşümünün) neticesi olduğunu ehl-i gaflet (hakikatten habersiz kişiler) işaa edip (yayarak), âdeta tesadüfî (rastgele olmuş) ve tabiî (doğal) ve maksadsız (hedefsiz) bir hâdise nazarıyla bakarlar. Bu hâdisenin mânevî esbabını (sebeplerini, iplerini) ve neticelerini görmüyorlar, tâ ki intibaha (uyanışa) gelsinler. Bunların istinad ettiği (dayandığı) maddenin bir hakîkatı var mıdır?
Elcevab: Dalâletten (sapkınlıktan) başka hiçbir hakîkatı yoktur. Çünki; her sene elli milyondan ziyâde münakkaş (nakışlarla işlenmiş), muntâzam gömlekleri giyen ve değiştiren küre-i arzın üstünde binler envâ’ın (türlerin) bir tek nev’i (türü) olan, meselâ sinek tâifesinden hadsiz efradından bir tek ferdin yüzer a’zâsından (organlarından) bir tek uzvu olan kanadının kasd (hedeflilik) ve irade ve meşiet (dileyiş) ve hikmet cilvesine mazhariyeti ve ona lâkayd kalmaması ve başıboş bırakmaması gösteriyor ki, değil hadsiz zîşuurun (şuur sahibinin) beşiği ve anası ve mercii ve hâmisi (koruyucusu) olan koca küre-i arzın ehemmiyetli ef’al ve ahvâli (eylemleri ve halleri), belki hiçbir şeyi, -cüz’î olsun küllî olsun- irade ve ihtiyar ve kasd-ı İlâhî hâricinde olmaz.
Fakat Kadîr-i Mutlak, hikmetinin muktezasıyla (gereğiyle) zâhir esbabı tasarrufâtına (görünürdeki sebepleri yapacağı değişimlere) perde ediyor. Zelzeleyi irade ettiği vakit, bâzan da bir madeni harekete emredip, ateşlendiriyor.
Haydi, mâdenî inkılâbât dahi olsa, yine emir ve hikmet-i İlâhî ile olur; başka olamaz. Meselâ: Bir adam bir tüfek ile birisini vurdu. Vuran adama hiç bakılmasa, yalnız fişekteki barutun ateş alması noktasına hasr-ı nazar edip (bakışını sınırlayıp), bîçare maktûlün büsbütün hukukunu zayi’ etmek; ne derece belâhet (geri zekâlılık) ve divâneliktir. Aynen öyle de: Kadîr-i Zülcelâl’in musahhar (boyun eğdirilmiş) bir memuru, belki bir gemisi, bir tayyaresi (uçağı) olan Küre-i arzın içinde bulunan ve hikmet ve irâde ile iddihar edilen (depolanan) bir bombayı, ehl-i gaflet ve tuğyânı (hakikatten habersiz olan ve taşkınlık yapanları) uyandırmak için, “ateşlendir” diye olan emr-i Rabbânîyi unutmak ve tabiata sapmak, hamakatın en eşneidir (ahmaklığın ve akılsızlığın en kötüsüdür.)
Altıncı Sualin Tetimmesi ve Hâşiyesi: Ehl-i dalâlet ve ilhad (hakikat ve hak yolundan sapanlar), mesleklerini muhâfaza ve ehl-i îmânın intibahlarına (uyanmalarına) mukabele ve mümânâat etmek (engellemek) için, o derece garib bir temerrüd (dikbaşlılık) ve acîb bir hamakat (akılsızlık) gösteriyorlar ki, insânı insânîyyetten pişman eder.
Meselâ: Bu âhirde beşerin bir derece umumiyet (genellik) şeklini alan zulümlü, zulümatlı (karanlıklı) isyânından, kâinat ve anâsır-ı külliyye (toprak, hava, su gibi külli varlıklar) kızdıklarından ve Hâlık-ı Arz ve Semâvat dahi, değil hususî bir rubûbiyyet (terbiye edicilik), belki bütün kâinatın, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâkimi haysiyetiyle, küllî ve geniş bir tecelli ile kâinatın heyet-i mecmuasında (tamamında) ve rubûbiyyetin daire-i külliyesinde (terbiye ediciliğin evrensel boyutunda) nev’-i insânı uyandırmak ve dehşetli tuğyanından (taşkınlığından) vazgeçirmek ve tanımak istemedikleri Kâinat Sultanını tanıttırmak için emsalsiz, kesilmeyen bir su, hava ve elektrikten; zelzeleyi, fırtınayı ve Harb-i Umumî gibi umumî ve dehşetli âfâtı (âfetleri) nev’-i insânın yüzüne çarparak onunla Hikmetini, Kudretini, Adâletini, Kayyumiyyetini, İrâdesini ve Hâkimiyyetini pek zâhir bir sûrette gösterdiği halde; insân sûretinde bir kısım ahmak şeytanlar ise, o küllî işârât-ı Rabbâniyyeye (Rububiyet işaretlerine) ve terbiyye-i İlâhiyyeye karşı eblehane (en geri zekâlı şekilde) bir temerrüd (dikbaşlılık) ile mukabele edip diyorlar ki: “Tabiattır; bir mâdenin patlamasıdır, tesadüfîdir. Güneşin harareti elektrikle çarpmasıdır ki, Amerika’da beş saat bütün makinaları durdurmuş ve Kastamonu vilâyeti cevvinde (gökyüzünde) ve havasında semâyı kızartmış, yangın sûretini vermiş” diye mânâsız hezeyanlar (saçmalıklar) ediyorlar. Dalâletten (sapkınlıktan, hakikatsizlikten) gelen hadsiz bir cehâlet ve zındıkadan (dinsizlikten) neş’et eden çirkin bir temerrüd (dikbaşlılık) sebebiyle bilmiyorlar ki:
Esbab (sebepler) yalnız birer bahanedirler, birer perdedirler. Dağ gibi bir çam ağacının cihazâtını (donanımlarını) dokumak ve yetiştirmek için bir köy kadar yüz fabrika ve tezgâh yerine küçücük çekirdeği gösterir: “İşte bu ağaç bundan çıkmış” diye Sâniinin (Sanatkârının) o çamdaki gösterdiği bin mu’cizâtı (mucizeleri) inkâr eder misillü bâzı zâhirî sebebleri irae eder (gösterir). Hâlık’ın (Yaratıcının) ihtiyar (hayrı seçmesi) ve hikmet ile işlenen pek büyük bir fiil-i Rubûbiyyetini (Terbiye fiilini) hiçe indirir… Bâzan gayet derin ve bilinmez ve çok ehemmiyetli, bin cihette de hikmeti olan bir hakîkata fennî bir nam (isim) takar. Gûya o nam ile mâhiyeti anlaşıldı, âdileşti, hikmetsiz, mânâsız kaldı.
İşte gel! Belâhet ve hamakatın (geri zekâlılık ve akılsızlığın) nihayetsiz (sonsuz) derecelerine bak ki: Yüz sahife ile târif edilse ve hikmetleri beyân edilse ancak tamamıyla bilinecek derin ve geniş bir hakîkat-ı meçhuleye (bilinmeyen bir hakikate) bir nam takar; mâlûm bir şey gibi: “Bu budur” der. Meselâ: Güneşin bir maddesi, elektrikle çarpmasıdır. Hem birer irade-i külliyye (Evrensel İrade) ve birer ihtiyar-ı âmm (Genel Bir Hayır Tercihi) ve birer hâkimiyyet-i nev’iyyenin ünvanları (Tür Bazlı Egemenlik Ünvanları) bulunan ve “Âdetullah” (Allah’ın Sürekli Yaptığı Fiiller) namıyla yâd edilen fıtrî kanunların birisine, hususî ve kasdî bir hâdise-i rubûbiyyeti (terbiye olayını) irca’ eder (dayandırır). O irca (dayandırma) ile, onun nisbetini irade-i ihtiyariyyeden (bağını İlâhî iradeden) keser; sonra tutar tesadüfe, tabiata havale eder. Ebû Cehil’den ziyâde muzaaf (katmerli) bir echeliyyet (en cahillik) gösterir. Bir neferin veya bir taburun zaferli harbini, bir nizâm ve kanun-u askeriyyeye (askerî kanun ve düzene) isnad edip (dayandırıp); kumandanından, pâdişahından, hükûmetinden ve kasdî harekâttan (zefer hedefine yönelik hareketlerinden) alâkasını keser misillü âsi bir divane olur.
Hem meyvedâr bir ağacın bir çekirdekten icâdı gibi, bir tırnak kadar bir odun parçasından çok mu’cizâtlı bir usta, yüz okka muhtelif taamları (yiyecekleri), yüz arşın muhtelif kumaşları yapsa; bir adam o odun parçasını gösterip dese: “Bu işler, tabiî ve tesadüfî olarak bundan olmuş.” O ustanın hârika san’atlarını, hünerlerini hiçe indirse, ne derece bir hamakattır. Aynen öyle de...
Yedinci Sual: Bu hâdise-i arziyye (yerküreye ait olay), bu memleketin ahâli-i İslâmiyyesine (Müslüman halkına) bakması ve onları hedef etmesi, ne ile anlaşılıyor ve neden Erzincan ve İzmir taraflarına daha ziyâde ilişiyor?
Elcevab: Bu hâdise, hem şiddetli kışta, hem karanlıklı gecede, hem dehşetli soğukta, hem Ramazanın hürmetini tutmayan bu memlekete mahsus olması; hem tahribatından intibaha gelmediklerinden, hafifçe gafilleri uyandırmak için, o zelzelenin devam etmesi gibi çok emârelerin delâletiyle (belirtilerin delil olmasıyla) bu hâdise ehl-i îmanı (inançlıları) hedef edip, onlara bakıp namaza ve niyaza uyandırmak için sarsıyor ve kendisi de titriyor. Bîçâre Erzincan gibi yerlerde daha ziyâde sarsmasının iki vechi (yönü) var:
Biri: Hatâları az olmak cihetiyle temizlemek için tâcil (acele) edildi.
İkincisi: O gibi yerlerde kuvvetli ve hakîkatlı îmân muhafızları ve İslâmiyet hâmileri (koruyucuları) az veya tam mâğlub olmak fırsatıyla, ehl-i zındıkanın (dinsizliğin) orada tesirli (etkili) bir merkez-i faaliyet (faaliyet merkezi) tesisleri cihetiyle en evvel oraları tokatladı, ihtimali var.
-SON-
[1] Cevşenü’l-Kebîr, 98. Bab, 1. Ukde.
[2] Mülk suresi, 14.
[3] Cihad, hak ve hakikat yolunda çaba gösterme demektir.
[4] Duhan suresi, 38-39 ve benzeri bir çok âyet.
[5] Fatiha suresi, 2.
[6] Fatiha suresi, 5.
[7] Yasin suresi, 82-83.
[8] Yasin suresi, 11. Ecrin kerim, değerli, cömertçe, sonsuz ve sabit ücret demektir.
[9] Maide suresi, 9. Ecrun azim, azametli, çok büyük ücret demektir.
[10] Mekke’de inen bir çok sure hep saadeti ve zıddı olan şekaveti vurgular. Bakınız A’la Suresi, Taha suresi, İnsan suresi ve diğerleri… Taha suresi hemen girişinde şöyle der: “ Mâ enzelnâ aleyke’l-Kur’ane li teşka ” ( Biz bu Kur’anı sana mutsuz olasın diye değil, ebedî saadeti hissedesin diye indirdik. )
[11] Zilzal suresi, 1-5.
[12] Carl Jung, bu meseleyi 4 Arketip kitabında, Anima-Animus meselesi ile işler. Her animada (erkek) bir animus (dişi) boyut; her animusta da bir anima yönü olduğunu; kişinin fiilleriyle bu zıt yönlerin geliştiğini ifade eder.
[13] Hem, Rus gibi olanlar (SSCB dönemi Ruslarını kastediyor), mensuh (hükmü geçersiz kılınmış) ve tahrif edilmiş (lafzı ve manası hakikatten saptırılmış) bir dini terk etmekle, hak ve ebedî ve kabil-i nesh olmayan (hükmü geçersiz kılınamayan) bir dine ihanet etmek derecesinde gayretullaha dokunmadığından, zemin şimdilik onları bırakıp, bunlara hiddet ediyor.
[14] Enfal suresi, 25.
[15] Gaybı yalnızca Allah bilir ve dilediklerine bildirir.
[16] Sen Sübhansın, kusur ve eksikten münezzehsin. Senin bizi bildirdiğinden başka bizde bir ilim yok. Sen her şeyi ilim ve hikmetle yaratan ve dilediğine dilediğin kadar ilim ve hikmet veren Alîm ve Hakîmsin. (Bakara suresi, 34)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.