Erdem AKÇA
Kur’an’dan Hakikat Noktaları ve Hikmet Nükteleri-9 (Din ve Manevi hayat)
Nahl suresi 2 diyor ki: “Vahiy, bir ruhtur.” Hakikat noktasında hayatın kaynağı, ruhtur. Bu sabit kanunla âyete bakıldığında denilebilir ki: “Vahiy, insanlığa yeni bir hayat getiriyor.” Bu hayat, kudsiyet ve nuraniyet taşır. Bu hayata, iman-islam-ihsan denilir. Ki, manevi bir hayattır. Bu hayat sarayına “Tevhid” ile girilir. Bu hayatı hissetmede ilerleme şartı ise, “ittika” dır. Sonraki âyet, semâvât ve arzın, insanın kudsî-nurâni-ulvî hayatının tahakkuku için halk edilmesini zikrediyor. Kâinatın hilkatinin, bir “hakk”a ve “hikmet”e dayandığını bildiriyor. Ki bu hak, risalet ile tahakkuk eden din hakikati ve dinin insana yaşattırdığı külli-kudsi-nurani hayat-ı maneviyedir. Arkadan gelen âyet ise, insanın bir damla üreme suyundan halk edilmesine ve bütün âlemin kendisi için yaratılmasına rağmen Allah’a “hasım-ı mübîn” kesilmesini anlatıyor. Yani bütün benliğiyle apaçık bir düşman olmasını… Oysa insan “halîl-i mübîn” olabilecekken, Hz. İbrahim (AS) gibi… Arkadan gelen 5-17. âyetler semavat ve arzdaki her şeyin insana hizmet için yaratıldığını, insanların bunlardaki menfaatlerini, insanların bunlardan faydalanmalarını bildiriyor. Tâ ki, manevi hayatın giriş kapısı olan “şükür” hakikati ve o kudsî tavır tahakkuk etsin. Bir sonraki âyet şöyle der: “وَإِنْ تَعُدُّوا نِعْمَةَ اللَّهِ لَا تُحْصُوهَا إِنَّ اللَّهَ لَغَفُورٌ رَحِيمٌ
(Eğer siz, Allah’ın sizin için hazırladığı nimetleri saymaya ve adede dökmeye kalksanız hesap edemezsiniz. Bütün bunlara rağmen siz çoğu zaman nankörlük yapıyor, Allah’ın nimetlerini Onun yarattıklarından biliyorsunuz. Fakat Allah’ın hak muamelesi bu ki, O Ğafûr ve Rahîm’dir. O yine de nankörlüklerinizi bağışlıyor ve size hususi rahmeti olan manevi hayatın nimetlerini de veriyor, tattırıyor.)
Yaratıcılık ve Gerekleri
Nahl suresi 20 ve 21. âyetler diyor ki: “Halık olmak, yaratılmamışlığı gerektirir. Yaratılan, yaratamaz. Hem yaratıcılık için, dirilik ve şuurluluk gerekir. Ölü ve hissiz olan da yaratamaz, hayat veremez ve hissettiremez. Şu maddî yaratılış, ebedî hayat için olduğundan, yaratıcının yarattığını ölüp gittikten ve dağıldıktan sonra tekrar yaratabilmesi gerekir.” Bu temel hakikatleriyle bu iki âyet, Yaratıcılık hakikatinin zaruri lazımlarını bildirir. Yaratılışın hikmeti ise, “israfsızlık kanunu” gereği ebedîlikle tahakkuk edebilmesi ise Yaratıcının da bizzarure Ebediyet vasfı taşımasını gerektirir.
Kibir, Âhirete İman ve Ebediyet İlişkisi
Nahl suresi 22. âyet diyor ki, “Kibirlenenler, kibirlenmek isteyenler Ahirete iman edemezler. Âhiretin varlığını hissedemezler. Onların kalpleri inkâr edicidir.” Sonraki âyet ise diyor ki, “Allah, kibirlenenleri asla sevmez ve sevmeyecek.” O halde, “Allah, mütevazı ve mahviyetkar kullarını sever. Sevdiklerine de ebediyet sırlarını açar, onlara daha dünyada iken ebediyet zevklerini tattırabilir.” İnsana Cehenneme gidişinin en büyük sebeplerden birisi, tekebbürdür. (29. âyet)
Kur’anın İnsana Kazandırdığı Güzellikler
Nahl suresi 24-30. âyetler der ki, mütekebbir ve mütevâzı, yani kâfir ve müminlere Kur’an hakkında kanaatlerini soruyor. Kur’an kâfirler için “Esâtir-i evvelîn” (Öncelerin ve öncekilerin masalları), mümin içinse “hayr” dır. Öyle ki kâfir, kendisi de masala dönen bir hayat yaşarken; mümin bütün istidadlarını açıp “ehl-i hayr, ehl-i hak, ehl-i kudsiyet ve ehl-i saadet” olarak dünyayı daha güzel yaşar. Hayat, akıl-kalb-nefisten ibarettir. Her insan aynı imtihanı yaşar. Bu noktada vahyin rehberliğinde takva ile akıl, kalb ve nefis noktasında hayra ve hayırda külliyete eren, şekûr-vedûd-ârif seviyelerini yakalayan modellere bütün insanlar muhtaçtır. Kur’an ve vahiyler bu manada resul ve nebileri model olarak sunarlar. Kâfirler ise, bu hayat formatlarını masallar ve hikâyeler zannederler. Sırf kibirlerinden ötürü… Kibirleri, Hakk ile aralarında perde olur. Müminler Kur’an ve vahiy ile dünyada hayra erdikleri gibi ölüm sonrasında da, “hayr”a erişirler. Kur’an, “Âhiret, müttakiler için ne güzel bir diyardır” der. Kur’an, müttaki bir hayat getiriyor. Yani maddi hayattaki “şer” lerden, manevi hayattaki “fücur”lardan kişiyi korur, uzak tutar. Ayrıca kişinin iç dünyasını âlim bir zihin, vedûd bir fuad ile ârif bir kalb sahibi kılar. İradesini kılıç gibi keskinleştirir. Allah’ın ve Âhiretin güzelliklerini gören bir kalp gözünü de kişiye hediye eder. O vakit, o kalb “münkir” değil, “mu’terif” ve “müşahid” olur.
Allah ile Perdeli ve Perdesiz Muhatabiyet
Nahl suresi 30-31. âyetler diyor ki: “Müttakiler, Adn cennetine giderler.” Hadis-i şerif diyor ki, “Adn cennetindeki muttakiler ile Rableri arasında “Kibriya” perdesi vardır. Kibriya perdesinden ötürü, Rablerini müşahedede eksik kalırlar.” (Tirmizi) Kulun kibri, nasıl Allah ile arasında perde oluyor; kâfir bu perdeyi aşamıyor, boğuluyor. Mümin ve ârif bir kalb için de, “Kibriya-ı İlâhiye” bir perde oluyor, Rabb-ı Rahîm’i görmeyi engelliyor. Kısacası, kibir ve Kibriya müsbet ve menfi manada daima perde oluyor. Kibriya, kurbiyet yolunun son perdesidir. Kalb ile Allah arasındaki son görme engelidir. Akrebiyette ise perde yoktur. Akrebiyet, perde arkasına geçmektir. Ruh, perdesiz; doğrudan doğruya Rabbe nâzırdır. “Vücûhun yevme izin nâdırah * İlâ Rabbiha nâzırah” (Yüzler, özler ve ruhlar vardır, o gün pırıl pırıldır. Onlar Rablerine nâzırdırlar.) (Kıyamet Suresi, 22-23) Bu âyetler, Dolunay tarzında tecelli-i Ehadiyet-i Uluhiyeti ders veriyor. “Vücûhun yevme izin müsfirah * Dâhikatün müstebşirah” (O gün yüzler vardır, sabahın güneş ışıklarıyla sararması ve ışıması gibi, yüzleri ışıl ışıldır. Güler bir haldedirler ve müjdelenmeyi beklerler.) (Abese suresi, 38-39) Bu ayet, Güneş şeklinde bir tecelli-i Ehadiyet-i Hüviyeti ders veriyor.
Ümmet Kavramı ve Risalet İlişkisi
Nahl suresi 35. âyet diyor ki: “Her ümmet için bir resul gönderdik. Gönderdiğim resuller o ümmetlere ‘Allah’a kulluk edin. Tâğût olan benliğinizden ve tabiattan çekinin’ dediler.” Ümmet haline gelenler, risalete liyakat kesbediyorlar. Gönderilen resuller de insanı enfüsî ve âfâkî perdelerden kurtarma hizmeti yapıyor, tevhid nurunu telimiyet huzuruna döndürmeye çalışıyorlar.
Rahmet ve Ebedîyet Hakikatlerinin Ayrılmazlığı
Nahl suresi 38. âyet diyor ki: “Ölülerin diriltilmesi, Allah’ın kendine verdiği bir ahddir; diriltilenler için de bir haktır. Fakat insanların çoğu bu hakikati bilmiyorlar.” Evet, fani maddi dünya hayatı nasıl ki ruhlar için bir rahmetse; ikinci ve ebedî maddi hayat ruhlar için daha büyük ve hakiki rahmettir. Çünkü dünyaya gelişten gaye Âhirettir. Bu vaad “Rahmetim her şeyi kaplamıştır” âyetindeki ahidle ilgilidir. İnsan için fani dünya değil ebedî Ahiret hakiki rahmettir. Madem bir rahmet, fani bir hayatı verip bu hayatı binler çeşit maddi ve manevi zevk ve lezzetlerle insan ruhu için süslemiş ve binler çeşit nimetlerini insana tattırmış; elbette o rahmet insanın asıl arzusu ve hedefi, insanı asıl insan yapan ebedilikle, her biri birer ihtiyaç haline gelen ebedî nimetleri vermekle kendini hakkıyla gösterip ifade edebilir. Dünyayı yapan ve veren rahmetin ebedî Âhireti de vereceği “ahd-ı İlahî” noktasında zaruri gibidir. Şâhidi ise, maddi hayattır.
Hem bu âyet diyor ki: “Bu, hak ve hikmete muvafık bir vaaddir. Bilakis diriltmemek, abestir. Eğer ilim sahibi olsanız meseleyi anlarsınız.” Dünya, manevi hayatı meyve vermek için kurulmuş. Manevi hayatı yaşaması nisbetinde kişiler, küllilik ve ebediliği bilir ve hissederler. İnsan bildiği ve hissettiğini ister. O halde, bildirdiği ve hissettirdiği, vahiylerle haritasını verdiği, dünya ile varlığına işaret ettiği bir ebedî âlemi vermemek kâinatın varlığıyla çelişir; manevi hayatın bilinmesi ve hissedilmesi ile zıtlaşır; insan aklının ve kalbinin gelişmesiyle ters düşer. Madem bunlar var ve bunlar ebedilik-küllilik-Ahireti görürler ve isterler. Rahmet o zaman rahmet olur ki, bu bildirdiği ve tattırdığı manevi güzellikleri de maddi ihtiyaçlar gibi tekraren cevaplasın ve versin.
Kesbî İlim ve Kaynakları, Vehbî İlim ve Kaynağı
Nahl suresi 78. âyet diyor ki: “Allah sizi annelerinizin karınlarından çıkardığında hiçbir şey bilmiyordunuz. Allah sizin için işitme, görmeler ve gönüller yaptı. Tâ ki siz şükredesiniz.” Bu âyette Rabbimizin bildirdiği üzere ilim, kulak-göz-gönül ile elde edilir. Kulak ve gözle gelen ilim, kesbîdir; gönülle gelen ise, vehbîdir. Kişi önce, dinleyerek öğrenir; sonra gözleyerek ve okuyarak öğrenir. Bunlarla Allah’ın istediği bir kıvam kazanır da, gönlü muhabbetullah ile dolarsa o vakit ilham ile Allah ona bilmediğini öğretir. “Siz bildiklerinizle, yani kulak ve göz ile öğrendiklerinizle amel edin, Allah size bilmediğinizi gönlünüze ilham etmek ve sezdirmekle öğretir” hadisi ilim elde etme usulünü bildiren bu âyetin tefsiridir. Sonra gelen 108. âyet ise, bu gelişmenin gerileme sıralamasını şöyle veriyor: “Allah onların kalplerinin, işitmesinin ve görmelerinin üstüne mühür vurmuştur. O yüzden hissedemez ve bilemezler, hatalarının farkına varamazlar. İşte bu uzak topluluk gâfillerin tâ kendisidirler.” Demek ilim, gönle sirayet edince veyahut ilim gönülden ilhamla gelirse o ilim değil, şuurdur. O, ilm-i haberidir; ilm-i inşâî değildir. Kalp, madde ve dünya sevgisi ile sarhoş olunca, Allah’a açılan kapısını kapatınca gaflet başlar. Sonra böyle biri hatasını duymak istemez. Sonra da Allah’ın ona gösterdiği ikaz delillerini de görmeyince tam mührü yemiş olur.
Helal ve Haram Rızıklar
Nahl suresi 115. âyetle Allah diyor ki: “Size haram kılınanlar leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası için kesilen hayvanların etleridir. Kişi muztar kalırsa bunlardan da yiyebilir. Fakat saldırarak ve azgınlaşarak değil. Allah, Gafûr ve Rahîm’dir.” Başka şeyler için haram denilmez; fakat mekruh denilir. Çünkü Allah’ın haram kılmadığına haram diyemeyiz. Ancak zımnî vahiy ile Resulullah’a (ASM) gelen ve sahih şekilde bize ulaşan bir tahrim hükmü varsa başka…
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.