Erdem AKÇA
Peygamberlerde Tevhid, Tevekkül ve İhlas Bütünlüğü-2
Tevhid, Teslim ve Tevekkül
Tevekkül, terim olarak, sebeplere başvurup gerisini Allah’ın hikmet ve rahmetine, kudret ve san’atına havale etme demektir. Fakat Cenab-ı Hakk, hikmetine göre yarattığı için, kulun teşebbüsü her zaman istediği sonucu vermez. Bu da zaman zaman kulda şevk kırılmasına yol açar. Bu da, bir çeşit imtihandır. Bir yazar buna şevkten, iştiyaka geçiş aşamasıdır, der. Şevk, ruh kuşunun sağlam iki kanadıyla uçması ve uçmaya çalışmasıdır. İştiyak ise, bir kanadı kırık kuşun uçma gayreti ve heyecanıdır, diye meseleyi açıklar.
Bediüzzaman Said Nursi, 23. Söz isimli eserinde tevekkül bahsini şöyle anlatır:
ÜÇÜNCÜ NOKTA: Îman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî îmanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve îmanın kuvvetine göre hâdisatın tazyikatından kurtulabilir. “Tevekkeltü Âlallah” (Allah’a tevekkül ettim) der, sefine-i hayatta (hayat gemisinde) kemâl-i emniyyetle (mükemmel bir güven içinde) hâdisâtın dağlarvârî dalgaları içinde seyran eder (gezer). Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlak’ın yed-i kudretine (kudret eline) emanet eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder. Sonra saadet-i ebediyyeye girmek için Cennet’e uçabilir. Yoksa tevekkül etmezse, dünyanın ağırlıkları uçmasına değil, belki esfel-i sâfilîne (aşağıların en aşısına) çeker.
Demek îman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni (iki dünya mutluluğunu) iktiza eder. Fakat yanlış anlama. Tevekkül, esbabı (sebepleri) bütün bütün reddetmek değildir. Belki esbabı dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-i fiilî telâkki ederek; müsebbebatı (sonuçları) yalnız Cenâb-ı Hak’tan istemek ve neticeleri O’ndan bilmek ve O’na minnettar olmaktan ibarettir.
Tevekkül eden ve etmeyenin misâlleri, şu hikâyeye benzer:
Vaktiyle iki adam hem bellerine, hem başlarına ağır yükler yüklenip, büyük bir sefineye (gemiye) bir bilet alıp girdiler. Birisi girer girmez yükünü gemiye bırakıp, üstünde oturup nezaret eder. Diğeri hem ahmak, hem mağrur olduğundan yükünü yere bırakmıyor. Ona denildi:
“Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et.” O dedi:
“Yok, ben bırakmayacağım. Belki zâyî’ olur. Ben kuvvetliyim. Malımı, belimde ve başımda muhafaza edeceğim.” Yine ona denildi:
“Bizi ve sizi kaldıran şu emniyetli sefine-i Sultaniyye (saltanat gemisi) daha kuvvetlidir. Daha ziyâde iyi muhafaza eder. Belki başın döner, yükün ile beraber denize düşersin. Hem gittikçe kuvvetten düşersin. Şu bükülmüş belin, şu akılsız başın gittikçe ağırlaşan şu yüklere takat getiremiyecek. Kaptan dahi eğer seni bu halde görse, ya divânedir diye seni tardedecek. Ya haindir, gemimizi ittiham ediyor, bizimle istihza (alay) ediyor, hapis edilsin, diye emredecektir. Hem herkese maskara olursun. Çünki ehl-i dikkat nazarında, za’fı (zayıflığı) gösteren tekebbürün (büyüklenmen) ile, aczi gösteren gururun ile, riyâyı ve zilleti gösteren tasannuun (yapmacıklık) ile kendini halka mudhike (komedi) yaptın. Herkes sana gülüyor.” denildikten sonra o bîçârenin aklı başına geldi. Yükünü yere koydu, üstünde oturdu.
“Oh!.. Allah senden razı olsun. Zahmetten, hapisten, maskaralıktan kurtuldum.” dedi.
İşte ey tevekkülsüz insân! Sen de bu adam gibi aklını başına al, tevekkül et. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisenin karşısında titremekten ve hodfuruşluktan (kendini satmaktan) ve maskaralıktan ve şekavet-i uhreviyyeden (Ahiret bedbahtlığından) ve tazyikat-ı dünyeviyye (dünyevi baskılar) hapsinden kurtulasın...”
Bediüzzaman tevekkül bahsinden önce 1. Nokta’da insan ve kâinatın tevhid hakikatiyle yapıldığını ve devam ettiğini ders verir. Sonra 2. Nokta’da insan ve kâinat arasındaki kopmaz bağı ve bağlantıyı hatırlatıp genelde insanların nefis ve enaniyetlerine tabi olduklarını, tabi oldukları veya bunları kırıp aştıkları durumlardaki kâinat algısının farklarını bir temsil ile ifade eder. Nefis ve enaniyetle zifirî karanlık bir âlem insanı sararken; tevhidin yerleştiği kudsiyet ve hüviyet haletinde âlem aydınlanır, Hakikat Güneşi doğar, Allah’ın tecellileri ve her şeyin Onun elinde olduğu idrak edilir, görülür ve hissedilir, der. Tevhidin, insanın ruhuna işlemesini sağlayan bu safhaya “Teslimiyet” adını verir.
Tevekkülden bahseden 3. Nokta’da ise, “iman kuvveti” bahsine geçer. İlk 2 nokta “iman nuru” ile her şeyin aydınlanması meselesidir… İlk 2 nokta enâniyetin (benliğin) aşılmasıdır. Enâniyet olayın dışını görür; içine geçemez. Geçemeyince, insan kindar bir canavar hayvan gibi kalır. “Homo homini lupus” (İnsan insanın kurdudur) sözünü yaşar. Fakat öze geçince insan kâinatta “mükerrem bir aziz misafir” ve “muhterem bir muhatab-ı İlâhî” olarak varlık piramidinin tepesinde görünür. Kâinat ise tevhid olmayınca, dıştan bakılınca karma karışık ve tesadüfi bir olaylar zinciri ve nesneler yığını olarak görünür. Tevhid hakikati ve nuruyla bakılınca kâinat bir kitap gibi muntazam ve manalı; bir ayna gibi şeffaf ve güzel; gökyüzü gibi ferah ve aydınlık verici bir suret alır, der.
Tevekkül, “iman kuvveti” bahsidir. Bu kısım, nefs-i emmâreyi aşmakla ilgilidir. Duygulara iman nurunun işlemesi meselesidir. İşleyip işlemediğinin alameti, gemiye binen yolcuların halidir. Çünkü o gemi, tevekküldür. Tevekkül ettim demek, hakikaten tevekkül etmek anlamına gelmiyor. Temsilde gördüğümüz üzere... Yükünü gemiye bırakan kişi gemiye itimad ediyor; geminin gücüne, gemiyi idare eden kaptanın maharetine güveniyor. Diğer adam ise, gemi onu ve yükünü taşıdığı halde o gemiye ve kaptana itimad etmediği, güvenmediği için yüklerini sırtında ve belinde taşımaya devam ediyor. Gemiye güvenmiyorsa, yüzerek denizi geçmeli değil miydi? İşte bu manzara, taklidî tevekkül ve sürü psikolojisidir. Herkes gemiye biniyor diye o da binen adamın hali… Herkes “Allah büyüktür” diyerek tevekkül ediyor diye o da “Allah büyüktür” diyen adama benziyor… Fakat herkes aklından ve başından “Acaba ne sonuç çıkacak? Kötü sonuç çıkar mı? Çıkarsa ben ne yaparım?” şeklindeki gelecek endişelerini çıkarırken o, bu endişeleri halen başında taşımaya, tereddütlerde bocalamaya ve telaşa kapılmaya devam eder. Hem herkes kalbinden ve sırtından “Daha önce yaşadığım başarısızlıklar gibi üzülür müyüm? Evet, geçen günlerde böyle üzülmüş ve şöyle yanmıştım. Daha önce şöyle ızdırap yaşamıştım” gibi üzüntüleri çıkarırken o, bu üzüntüleri sırtında bir yük olarak taşımaya devam eder.
Burada çok ilginç bir nokta var ki, bu tarz üzüntü ve endişeler manevi birer günahtır. Çünkü Kur’an günah hakkında, “yük” der. “Vela teziru vâziratun vizra uhra” âyetleriyle...[1] Kur’an bu âyetlerle günah sorumluluğunu anlatmak için defalarca “Kimse kimsenin yükünü yüklenmez” der. Evet bu tarz endişe ve üzüntüler birer manevi günahtır. Çünkü kişiyi Allah’ın kudret ve kuvvetine değil kendi nefsine itimada, kendindeki kudret ve kuvvete itimada yol açarlar. Oysa tevhid hakikati der ki, “Sendeki hayat gibi kudret ve güç de Allah’tandır, Onun tecellisidir.” Bundan dolayı diyebiliriz ki, tevekkül anında, kişinin tevhidi hayatına ne kadar yerleştirdiği ortaya çıkar. Hakiki tevekkül dilde değil gönülde, duygu ve düşüncede huzur ve sükunet ile kendini gösterir. O vakit ruh gelecek endişesi ile ezilmez, kalb de geçmişin üzüntüleriyle dağılmaz. Bu şekilde yük yapmaktan kurtulan kişi Bediüzzaman’ın dediği gibi berzahta istirahat eder, mahşer günü bir kuş gibi Cennetin kapılarının bulunduğu yer olan gökyüzüne doğru uçuşa geçer. Baş ve sırtında böyle yükleri olanlar ise yerde çakılı kalır; sonra Cehennem’e düşer.
Tevekkülü Engelleyen Hususlar
Üstad Bediüzzaman, insanın tevekkülünün önündeki engelleri nefsin hastalıkları olan gurur, tekebbür (büyüklenme) ve tasannu’ (yapmacıklık) olarak tespit eder. Gururun, aczden kaynaklandığını, hakiki tevekkülü yapmayan veya yapamayan kişiye dikkatle bakan birinin gurur perdesinin arkasında saklı derin âcizliği görebileceğini sosyal hayattaki bir çok müşahedesine dayanarak söyler. Hem tekebbürün, zaaftan yani zayıflıktan kaynaklandığını ve dikkatle inceleyen birinin büyüklenen kişinin derinliklerinde saklı köklü zayıflığını görebileceğini ifade eder. Tasannu’un (yapmacıklık) ise, riya (gösteriş) ve zilletten (eziklikten) kaynaklandığını, bunları gösterdiğini ve dikkatle bakan birinin böyle bir kişide bunların hâkim olduğunu görebileceğini ifade eder.
Dikkat edilmişse burada psikolojik bir oyun var. Nefis, âciz değil, “Kâdir” görünmeye çalışıyor. Zayıf değil kuvvetli ve “Kavi” görünmeye çabalıyor. Yaşadığı psikolojinin tersiyle kendini yansıtıyor. Hakikate karşı dik durmaya çalışıyor. Fakat endişeler ve üzüntüler o kadar çok ve manen ağır ki, altında eziliyor. Bu durumda ister istemez, beli bükülüyor.
Nefsin asıl derdi “görünmek”, daha derinlerde ise “güçlü görünmek” ve “mükemmel görünmek” olduğundan Allah o nefsin görünme ve “görsünler” (riya) hastalığını onu rezil ve zelil ederek gösterir. Said Nursi verdiği temsilde gemiye binip de yükünü başında ve belinde taşıyan kişiye hitaben şöyle dedirtir: “Kendini halka mudhike (güldürücü, komedi, gülünç) yaptın. Herkes sana gülüyor.” Bu söz o kişiye söylendiğinde adam sırtından ve başından yükleri indirip “Oh! Allah senden râzı olsun” der. Diğer deliller onu ikna edemez. Bu durum da gösterir ki asıl dert, görünmektir. Buna Arapça’da, “riya” denilir. Tasannu’ hastalığının içinde riya boyutu açığa çıkıyor. Riyanın zıddı ise, “ihlas” tır.
Riyada kişi, kendini gösterdiği ve kendini güzel, mükemmel ve güçlü gösterdiği için diyebiliriz ki ihlas da, Allah’ın cemal ve kemalini, kudret ve kuvvetini göstermektir. Bu göstericiliğe, risalet hakikati ve Allah’a aynalık ismi verilir.
Bu noktada denilebilir ki riya, kendi zâtını göstermek ve “Ben ayna değilim. Ben, benim” demektir. İhlas ise, Cenâb-ı Hakk’ın zâtını ve tecellilerini göstermek ve “Ben Onun aynasıyım” demektir. Ki tam manasıyla tevhidin yaşanılma halini ifade eder.
İhlas Hakikati ve Yaratılış Sistemi
İhlas, kelime olarak, kurtarmak, bir şeyi kabuğunun kurtarıp özleştirmek, manevi engelleri aşmak manalarına gelir. Dinî manasıyla ihlas, kendisiyle Allah arasındaki bütün perdeler ve engellerden ruhunu temizlemek... madde ve nefis, tabiat ve şahsiyet, tesadüf ve enâniyet denilen içteki ve dıştaki karanlıklar ve putlardan kendini kurtarmak; tevhidi iç ve dış dünyasına yerleştirmek; kabuktan öze ve hakikate geçmek demektir. Bu manada diyebiliriz ki ihlasın seviyeleri var:
Dünyayı terk edip Âhirete odaklanana, “hâlis” denilir. Âhireti kalbinden çıkarıp Allah’a odaklanan kişiye “muhlis” denilir. Kendini tamamen terk edip şevk içinde Allah’tan başka bir şey düşünemez ve hissedemez hale gelene ise “muhlas” denilir. Bu son seviye, kişinin çabasıyla elde edilemez. Kul çabalar, Allah verir. Fakat diğerlerinde kul çabası ağırlıklıdır.
Muhlas, terim olarak, manevi bütün kir ve ateşlerden Allah tarafından kurtarılmış kişi manasına gelir. Hz. Yusuf’un (AS) Züleyha’nın teklifi karşısında dik durduğundan bahseden âyetin sonunda “Hakikaten o bizim muhlas kullarımızdandı” der.[2] Demek bir kişi hâlis-muhlis de olsa o an zinadan kendini kurtaramazdı. Muhlaslar manevi bir koruma altındadırlar. İslam kelam âlimlerinin tespit ettiği peygamberlerdeki ortak vasıf olan “ismet sıfatı”, muhlaslıkla alakalıdır, diyebiliriz.
Kur’an Meryem ve Saffat sûrelerinde Hz. Musa ve Hz. İlyas’ın (Aleyhimesselam) muhlaslık yönlerine vurgu yapar.[3] Sad suresinde Hz. İbrahim, Hz. İshak ve Hz. Yakub’un (Aleyhimüsselam) ihlasta zirve oluşlarını ifade eder.[4] Meryem suresinde Hz. Musa (AS) bahsinde ise muhlaslığı, “risalet hakikatinin” temel bir yönü olarak vurgular.
Meryem suresi kişiyi maneviyata açan ve onu maneviyatta yükselten iki sır verir: “Sıdk” ve “İhlas.”[5]
Öfkeli, aceleci, kavgacı, adaletperver, hakperest kişilerin “ihlas” ile yol alabileceklerini... Çekingen, erteleyici, uzlaşmacı, tahammüllü, nizam-perver, hakikatperest kişilerin sıdk ile yol alabileceklerine işaret eder. Hz. Musa ve Hz. İsmail ( Aleyhimesselam ) misallerinde…
Muhlas kişi kendini hiçe sayıp Allah’ın varlığını, birliğini, tekliğini, eşsizliğini, ezelî ve ebedî oluşunu, Onun mükemmelliğini, hiçbir kişi ve nesneye muhtaç olmayışını muhatabına hissettirerek anlatabilir.
Sâdık kişi ise, hak ve hakikati ona gösteren her nesne ve kişi karşısında boynunu büküp nefsini ve benliğini yere çalabilir. Hakikat Kabesi karşısında melekler gibi secde eder. Sebeplerin Allah’ın elinde bir ip olduğunu ve her şeyin Allah’ın yönetimi altında olduğunu aklen net bir şekilde görüp bütün akıl sahiplerine delil ve bürhanlarla gösterebilir.
Bu açılardan bakılınca ihlas ile tevhid arasında çok sıkı bir bağın var olduğu görünür. Çünkü ihlas ile kişi, Allah hakkında yanlış itikad, anlayış, inanç ve saire her şeyden kendini kurtarır. Onu hakkıyla tanır, sever; her şeyi Ondan bilir, görür ve hisseder.
Bundan dolayı sahabeler, Allah’ı en iyi tanıtan sureye, içinde ihlasla ilgili bir kelime geçmemesine rağmen “İhlas Sûresi” adını vermişler. Kişinin ihlasıyla o suredeki manaları idrak edip hissedebilecek ve onlara mazhar olabilecek boyuta yükselebileceğini keşfetmişler. Evet o sûre, bütün şirk ve bozuk anlayış çeşitlerini öldürüyor. Saf, katıksız, tertemiz, öz bir Allah anlayışı, marifeti ve tevhidini ders veriyor. Hüviyet, Uluhiyet, Ehadiyet, Samediyet, Ezeliyet, Ebediyet ve Ferdiyet-i Zât’ı akıl, kalb ve ruhlara gösterir.
İhlas, zaman zaman güncellenmek ister.. Çünkü ihlas, bir niyet işidir. Niyetler ise zaman içinde değişir. İhlas, niyetin Allah rızası ve sevgisine odaklanmasıdır. Bu manada Bediüzzaman şöyle der: “Demek, niyet bir ruhtur. O ruhun ruhu da ihlâstır.”[6]
Niyet, amele hayat verdiği ve ona ruh olduğu gibi; niyeti de ruhlandıran ihlastır. Ruhu canlandıran ise, nurdur. İhlas, özünü Allah’a odaklamakla nur-u İlâhîyi niyetin içine yerleştirir. Bir hizmet ve ibadette ihlas kırıldığında iş, riyakârlığa, “görsünler” ve “desinler” meselesine iner.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.