Metin KARABAŞOĞLU
Meşhudatı Asfiya mihengine vurmak
‘Evliya’ kelimesi dilimize yerleşmiştir de, ‘asfiya’ ümmete mal olamamış bir kelimedir nedense. Oysa Risale-i Nur külliyatında, İslâmî düşünce ve yaşayış mirasından süzülüp gelmiş bu iki kelime de kullanıldığı gibi, ‘asfiya’lık ‘evliya’lığın üstünde bir değer olarak anlatılır. Risale-i Nur ıstılahında, bildiğimiz ‘evliya’lık ancak ‘velayet-i suğra’ (küçük velayet) olarak tarif edilir. ‘Asfiya’lar ise, ‘velayet-i kübra’nın, yani ‘büyük velayet’in mümessilleridir.
Peki ‘asfiya’ kime denir ve evliyanın ‘velayet-i suğra’sı ile asfiyanın ‘velayet-i kübra’sı arasındaki fark nedendir?
Risale-i Nur müellifi, bu iki sorunun cevabını, Risalelerin bütününde, ama özellikle “Yirmidördüncü Söz” ile “Onsekizinci Mektup”ta verir.
Hemen belirtelim: “Yirmidördüncü Söz”ün ardından gelen “Yirmibeşinci Söz”ün “Mucizat-ı Kur’âniye Risalesi” adını taşıması, “Onsekizinci Mektup”tan sonra gelen “Ondokuzuncu Mektup”un adının ise “Mucizat-ı Ahmediye Risalesi” olması, bu bağlamda ziyadesiyle manidardır. Sadece bu iki atıf dahi, ‘asfiya’nın tarifi konusunda bize yeterince açık ve güçlü ipuçları vermektedir. ‘Velayet-i suğra’ ehlinin yüzü ilhama, ‘velayet-i kübra’ ehlinin yüzü ise ilhamdan ziyade vahye dönüktür. İlk yolda bizzat tecrübe edilen‘keramet’lere ziyade dikkat varken, asfiya yüzünü peygamber ‘mucize’lerine çevirmiş haldedir. Evliya keramet görür, asfiya mucizelere bakar.
İşte, ‘asfiya’ yolunun tarifini içeren iki anahtar risaleden ilkinin (“Yirmidördüncü Söz”) ardından Kur’ân adlı en büyük mucizeyi; diğerinin ardından (“Onsekizinci Söz”) ise, bütün peygamberlerin mazhar olduğu mucizelerin kendisinde buluştuğu Hâtemü’l-Enbiya aleyhissalâtu vesselamı anlatan iki risalenin gelmesi, bu sebeptendir.
Bu dört risaleden anlaşıldığı üzere, ‘asfiya’ doğrudan ve bizzat nübüvvet mirasına vâris olmaya taliptir. Asfiya mesleği, ‘veraset-i nübüvvet’ mesleğidir. Bu verasetin öncelikli şartı ise, hakikat yolculuğunda sübjektif ‘ilhamat’ ve ‘meşhudat’ını değil, herkes için eşit derecede ulaşılabilir durumdaki ‘Kitab ve sünnet’i esas almaktır. Evliya, ilhamının izini sürer; asfiya, ise ‘ders-i Kur’ân’dan gelen sünuhat’a taliptir. Asfiya da ilhama mazhar olur; ama o, ilhamını dahi Kitab ve sünnetin terazisine vurur.
Ve ne zaman ki ‘velayet-i suğra’daki bir velî kendi hususî ilhamı yerine Kur’ân’dan ve sünnetten alacağı derse öncelik verir, o da ‘velayet-i kübra’ olan ‘asfiya’ mertebesine doğru adımını atmış olur.
Sözün kısası, Risale-i Nur’un tarifiyle, ‘velayet-i suğra’ yolu, Allah’a götüren bir yol olarak makbul ve muteber görülmekle birlikte, idealize edilen, imrenilesi bir yol olarak da gözükmez. Bilakis, bu yol, ulaşılması gereken nihai menzile, yani ‘asfiya yolu’na giderken bazı mü’minlerin vardığı ama ‘aşılması’ lâzım gelen bir ara durak olarak görülür. Kaldı ki, Bediüzzaman’ın tarifiyle, asfiya yoluna ulaşmak için, ille de bu ‘velayet-i suğra’ yolundan geçilmesi de gerekmez. Ama evliya yolunda olanların da, asfiya yoluna yönelmesi beklenmektedir.
Peki neden?
Bu sorunun cevabını, sözünü ettiğimiz dört risalenin yanında, “Yirmidokuzuncu Mektub”un son kısmında, yani “Telvihat-ı Tis’a” bahsinde de okuruz.
Burada kısaca özetlersek:
‘Velâyet-i suğra’ yolundan gidenlerin mazhar olduğu ‘meşhudat’ ve ‘keşfiyat,’ tıpkı rüya gibi, âlem-i misalden kalbe gelir ve tıpkı rüyalar gibi tabire muhtaçtır. Bu yorumlama ameliyesi de, Kitab ve sünnetin mizanıyla yapılır. Ancak, keramet, keşfiyat, ilhamat ve meşhudat üzere giden ‘velayet-i suğra’ yolcularının, mazhar oldukları bu meşhudat ve keşfiyatı ‘âlem-i misal’den değil, ‘âlem-i melekût’tan, hatta ‘Levh-i Mahfuz’dan zannetme yahut zannettirme gibi bir hataya düşebilmeleri gibi muhtemel ve büyük bir risk de vardır. Gördüklerinin Kur’an ve sünnetin mihengiyle tartılarak tabir, tevil ve tefsir edilmesi gerekirken, onları gördükleri haliyle ‘hakikat’ olarak görebilir veya gösterebilirler. Bu ise, “Gördükleri doğrudur; fakat âlem-i misalde sûreten âlem-i maddîye benzediği için, iki âlemi memzûç görüyorlar, öyle tâbir ediyorlar. Âlem-i sahveye döndükleri vakit, mizansız olduğu için, meşhudatlarını aynen yazdıklarından, hilaf-i hakikat telâkki ediliyor.” Yani, onlar “gördüklerini doğru görmüşler; fakat ihatasız olan hâlet-i şuhudda ve rüya gibi rü’yetlerini tabirde verdikleri hükümlerinde hakları olmadığı için, kısmen yanlıştır. Rüyadaki adam kendi rüyasını tabir edemediği gibi, o kısım ehl-i keşf ve şuhud dahi, rüyetlerini o halde iken kendileri tabir edemezler.” Kim tabir eder? “Onları tabir edecek, ‘asfiya’ denilen veraset-i nübüvvet muhakkikleridir. Elbette o kısım ehl-i şuhud dahi, asfiya makamına çıktıkları zaman, Kitab ve sünnetin irşadıyla yanlışlarını anlarlar, tashih ederler, hem etmişler.”
Bu gayet şefkatli ve hakkâniyetli ifadelerinden anlaşıldığı üzere, Bediüzzaman Said Nursî keşif, keramet ve şuhud ehlini, ‘görmediği şey için gördüm demekle’ itham ediyor değildir. Onlar, ‘gördüklerini doğru görmüş’ olmakla birlikte; onları yoruma ve tabire muhtaç görmeden olduğu gibi aldıkları için hata etmektedirler. Halbuki onların gördükleri, ‘misal âlemi’nden iktibas edilmiş olan, bir mânânın taşıyıcısı ve de ‘şartlara bağlı’ işaretler iken, ‘melekût âleminden’ yansıyan ayan-beyan hakikatler olarak görülünce, bu hata kaçınılmaz olmaktadır.
İşte bu hataya düşmemek için, keramet ve keşfiyat ehli, ilhamat ve meşhudatını, Kitab ve sünnetin mizanıyla tartmalı; ve onların doğru yorumuna ulaşmak için Kitab ve sünnetin terazisiyle tartan ‘asfiya’yı mihenk almalıdır.
Burada, “Yirmibeşinci Söz”ün son bölümünde, yani “üçüncü ziya”da karşımıza çıkan bir mânâ da devreye girer. ‘Kur’ân’daki muvazene, tenasüb ve cem’e dikkat çeken, Kur’ân'da bütün hakikatlerin ne kadar da mucizevî bir uyum ve denge içinde sunulduğuna dikkat çeken bu bahis, Kur’ân’dan ders almış da olsalar, mütekellimînin, hükemânın ve mutasavvıfînin eserlerinde bu uyum ve dengenin görülemeyişine işaret eder. ‘Gözü bağlı dalgıçlar’ örneğiyle anlatılan bu durumda karşımıza çıkan bir gerçek, tam da yukarıdaki ‘asfiya mihengi’ni açıklar niteliktedir. Buradaki kritik hata, hakikatin özünü ve aslını kendi gördüğünden ibaret görmek; sair mü’minlerin gördüklerini ise hakikatin ikincil ve ilave unsurları, ‘zevâid ve teferruatı’ olarak değerlendirmektir. Halbuki, bir kişi veya grubun hakikati bütün renkleri ve veçheleriyle kavraması mümkün değildir. Hakikatin hakiki rengine ve resmine kavuşmak için, herkesin kendi gördüğünü diğer mü’minlerin gördükleriyle tartması ve buluşturması gerekmektedir. Ancak kendi gördüğünü en üst noktada ‘asfiya’nın temsil ettiği ümmet aynasında yeniden değerlendirerek, hakikatin asıl kıvamına ulaşabilir bir mü’min.
Bu vâki olmadığında ise, muvazene gider, tenasüp dağılır; hatta daha da kötüsü olur. “Yirmibeşinci Söz”ün son cümleleriyle ifade edecek olursak:
“İşte hem su sırdandır ki, bâtın-ı umûra gidip, sünnet-i seniyyeye ittiba etmeyerek, meşhudatına itimad ederek yarı yoldan dönen ve bir cemaatin riyasetine geçip bir fırka teşkil eden fırâk-ı dâllenin bütün imamları hakâikın tenasübünü, muvazenesini muhafaza edemediğindendir ki, böyle bid’aya, dalâlete düşüp, bir cemaat-i beşeriyeyi yanlış yola sevketmişler.”
Tek başına bu cümlelerin gösterdiği üzere, birtakım keşfiyata ve meşhudata, rüyalara ve rü’yetlere mazhar olmak, bir ‘imkân’ olmanın ötesinde, bir ‘imtihan’ ve hatta bir ‘ibtilâ’dır. Bu keşfiyat ve meşhudat, onları ümmetin aynasında ve asfiyanın mihenginde Kitab ve sünnetin terazisiyle tartan için belki bir ‘imkân’dır. Ama doğrudan onlara itimad eden için bir imtihan; hatta başkalarına açılmayan sır ve mânâların kendisine ifşa olunduğu ümidiyle kendisine bir makam biçenler için belâ ve ibtilâdır. ‘Kerâmet’in ‘istidrac’a dönüşmesi riskiyle ilgili olarak Bediüzzaman’ın yaptığı uyarılar da, bu açıdan ziyadesiyle manidardır.
Meselâ, velayet yolunda, makam-ı Hızır, makam-ı Mehdiyyet gibi makamlar vardır. Ve o makamın cüz’î bir nümunesine veya bir gölgesine girenler, tarihen ve defaatle sabit olduğu üzere, kendilerini o makamın has sahibi görme gibi bir imtihana duçar olabilmişlerdir:
“Kendini Hızır telakki eder veya Mehdi itikad eder veya kutb-u azam tahayyül eder. Eğer hubb-u câha talib enaniyeti yoksa, o halde mahkûm olmaz. Onun haddinden fazla davaları, şatahat sayılır. (...) Eğer enaniyeti perde altında hubb-u câha müteveccih ise; o zât enaniyete mağlub olup, şükrü bırakıp fahre girse, fahirden gitgide gurura sukut eder. Ya divanelik derecesine sukut eder, veya tarîk-ı haktan sapar. (...) İşte bu hale giriftar olan, mizan-ı şeriatı elde tutmak ve usulu’d-dîn ulemasının düsturlarını kendine ölçü ittihaz etmek ve İmam-ı Gazalî ve İmam-ı Rabbânî gibi muhakkikîn-i evliyanın talimatlarını rehber etmek gerektir. Ve daima nefsini ittiham etmektir. Ve kusurdan, acz ve fakrden başka nefsin eline vermemektir.” (bkz. Yirmidokuzuncu Mektub, Dokuzuncu Kısım: Telvihat-ı Tis’a, Dördüncü Telvih)
Bediüzzaman’ın ilgili bahislerde ortaya koyduğu ölçülerden, karşımızdaki kim olursa olsun ve aktarılan şey kimden gelirse gelsin, şu kıstaslarla değerlendirmemiz gerektiği anlaşılıyor:
1. Merkezinde ilham mı, vahiy mi var?
2. Kur’ân ve sünnetin ölçülerine uyuyor mu, onlarla çelişiyor mu?
3. ‘Rüya’lar ve ‘meşhudat’ üzerinden ve bir ‘makam’ verilerek, ümmetten peşin ve kesin kabul mü isteniyor; yoksa bir kanaat ümmetin müzakeresi ve istişaresine mi arzediliyor?
4. Sahabe ve selef-i sâlihîn başta olmak üzere, asfiyanın mihengiyle tartıldığında altın mı, bakır mı çıkıyor?
5. Ümmetin aynasında nasıl yansıyor? Kabul mü, red mi, tereddüt mü sözkonusu?
Tecrübeler gösteriyor ki, bu ölçülerledir ki, istikamet muhafaza ediliyor.
Bu ölçüler kaybolduğunda ise, sadece kişi kendisi kaybetmekle kalmıyor, başkalarına da kaybettiriyor...
Allah korusun!
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.