Mustafa ÖZCAN
Evrensel değerler kimin değeri?
Son sıralarda İslam dünyası hatta bazı İslamcı kesimler Batılı değerlerin evrensel olduğuna müsellem bir hakikatmiş gibi bakıyorlar. Sezar’ın hakkını Sezar’a veya Batı’nın hakkını Batı’ya teslim ediyorlar! Bizler bu tür genellemeleri bedihiyat nevinden sanarak kurcalamadan alıyor ve kabul ediyoruz. Halbuki, eskiden zünnar kuşanmak bile küfür nişanelerinden sayılırdı. Lakin hadisteki gibi önceki milletleri harfiyen taklit etmeye başladık ve bu suretle kendi eğerlerimizi de unuttuk. Onlara yabancılaştık. Peygamberimiz (asm) bir buyruğunda bununla ilgili gelecekten şöyle haber vermiş: “Siz sizden öncekileri adım adım, karış karış takip edeceksiniz. Hatta onlardan birisi kertenkele çukuruna girse siz de onların peşinden kertenkele çukuruna gireceksiniz.” Bunun üzerine sahabe: “Onlar Yahudiler Ve Hıristiyanlar mı?” diye sorunca nübüvvet pınarından şu karşılığı alır: “Başka kim olabilir!”
Evrensel değerler elbette bizim değerimiz. Zaten İslam dışında diğer dinlerin veya vahiylerin şumulü kendi çevresiyle sınırlı idi. Evrensel olan ilk ve son mesaj İslam’dır. Hıristiyanlık da İslam içinde evrensel olacaktır. İslamiyet’in vaat edilen ikinci evrenselliği ve küreselleşmesi budur. Bugünkü evrenselleşmesi hakikat üzerine değil bir nevi Deccalizm üzerinedir. Batı medeniyetinin iki kaynağı vardır. Bunlardan birisi muharref Hıristiyanlık diğeri de Yunan-Roma damarı veya putperestliğidir. Reddettikleri üçüncü bir damardan da bahsetmek mümkündür. Bu da Gazali’nin deyimiyle Batı’da görülen enbiya damarı veya Nixon gibilerinin İbni Rüşd’e mal ettikleri İslam damarıdır. Müslümanlar çöküntü asrında olsalar da şaşmaz meşaleyi ve ebedi değerleri ellerinde tutuyorlar. Bilfiil olmasa bile bilkuvve yani potansiyel olarak bu ışık ve şaşmaz değerler Müslümanların elindedir.
Batı, kendi değerlerini ebedi ve evrensel olarak dayatıyor. Biz müsellem bir kaziye gibi göz ardı etsek de veya sorgulamasak da bunun yanlışlığı zahir ve ortadadır. Keele University’nde uluslararası ilişkiler ve felsefe okutan Prof. Bülent Gökay, Today’s Zaman’a verdiği bir mülakatta işte bunu sorguluyor. Batı değerlerinin evrensel olmadığına işaret ediyor. Bana göre batılılar bu iddialarında hep sahtekarlar hem de zorbalar. Sahtekarlıkları şundan: Bu değerleri evrensel değil, bölgeseldir. Delili de şu, demokrasi ve insan haklarında seçici davranıyorlar. Buna istinaden İttihat veTerakki’nin genel sekreterlerinden Ahmet Rıza Batı’nın Doğu Siyasetinin Ahlaken İflasını kaleme almıştır. Obama idaresi ve bütün Batılı idareler Suriye’de kanın dinmesiyle ilgilenmedikleri gibi aynı zamanda Filistin’de zulmün dinmesiyle ilgili görünmüyorlar. Üstelik Mısır’da darbeye darbe diyemedi ve demokrasiye ve insan haklarına sahip çıkamadılar. Demek ki Ahmet Rıza’nın bıraktığı yerdeyiz. Kitabının muhtevası el’an geçerli. Nedense veya bu gerçekleri gördüğü için midir bilinmez Ahmet Rıza önceleri azılı İkinci Abdulhamit muhalifi iken bilahare onu kızıl sultanlıktan ulu hakanlığa terfi ettirmiştir. Evet! Batı kendisine demokrattır! Buna rağmen AB rüyası solmaya başlayınca bazıları şöyle bir tez geliştirmeye başladılar: Kendi olmasa bile değerleri yeter! İşte burada değerlerini sorgulamanın tam vaktidir! Bu değerler sadece Batı’nın değil, insanlığın da değerleri midir? Onlar vazgeçse de biz takipçisi olmalı mıyız? Elbette hayır. Nedenine biraz sonra gelelim.
Bülent Gökay Bey Batı’nın ‘evrensel değerleriyle’ alakalı şunları söylüyor: ”Güçlü bir şekilde inanıyorum ki, Batılı değerlerin evrensel olduğu tezi sadece Avrupa merkezli düşünen Batı Avrupalı düşünürlerin veya entelektüellerin zihninde veya hayalinde var! Onlar, ifade hürriyeti, kamuoyu, siyasi oybirliği, insan hakları, sivil toplum, ihtilaflara barışçıl çözüm gibi hususların Batılı değerler veya Batı’ya ait değerler olduğuna inanıyorlar. Diğer coğrafyalara veya topluluklara has olmadığını düşünüyorlar…” Bülent Gökay Batı düşüncesini oluşturan tarihi sürece işaret ediyor ve devamında şunları söylüyor:” Tarih bize öğretiyor ki, ‘Batı/Avrupa değerleri’, ilk oluşum safhasında dine ve dar görüşlü mistik unsurlara dayanmıştır. Tarihi gelişim süreci hurafelerle, şiddet ve Hıristiyan değerlerin veya Hıristiyan olmayan değerlerin versiyonlarının kötüye kullanımı ve tahrifatıyla biçimlenmiştir. Bugün Batı bunların Müslüman ve Hindu kültürüne ait olduğunu varsaymaktadır. Kölelik, ırkçılık ( İslam tarihinde Perslerin Araplara içten reaksiyonu halinde şuubiye akımı gelişmiştir), faşizm, ayrımcılık tarihi olarak Batı’ya aittir. Batı’nın, değerleriyle alakalı Janus yüzlü veya çift yüzlü tarihini cımbızlayarak veya seçici davranarak pozitif olanını öne veya yüzeye çıkarması; tarihi keyfi okumak ve onun ötesinde olumsuz gerçekleri örtbas etmektir. Tarihin olumsuz yüzünü tasfiye etmektir (http://www.todayszaman.com/news-346941-it-is-not-possible-for-turkey-to-be-a-world-power-without-democracy.html ).”
Bülent Gökay’a bu sözleri söyleten İslamcılığı değildir. Aksine Batı’nın eksi ve artılarına aşina olması, bu sözlerin kaynağı olmasına vesile olmuştur. Batı’yı eksi ve artılarıyla birlikte tanımasıdır. Elbette kamuoyu tabiri bir batılı tabir olmakla birlikte tarihin her döneminde azçok kamuoyu olmuştur. İsimlendirmeyi veya kavramlaştırmayı ise batı bulmuştur. Bu da meziyettir ama başkalarında da kamuoyu olduğu gerçeğini göz ardı etmemizi gerektirmez. Asr-ı saadette fıkıh veya diğer ilim dalları iştihar etmemişti. Lakin zamanla bunlar ana gövdeden ayrılarak tali dallar haline gelmiştir. Fıkhul batın olarak tasavvuf da böyledir. Hepsi ana gövdede mündemiç iken işlene işlene ihtisaslaşmıştır. Kamuoyu da her zaman olmuştur. Topluma ve devlete murakabe görevini görmüştür. Lakin bu damar istibdat devirlerinde kurumasa bile zayıflamıştır. Bundan dolayı hadiste ‘en büyük cihat zalim sultan karşısında hakkı haykırmaktır’ denilmiştir.
Sözgelimi batılı değerler arasında sayılan siyasi oybirliği İslam’da bütün katmanlarıyla vardır. Dini katman olarak icma bunun bir ifadesidir. Siyasi ve dini oybirliği konunda da ‘telekkathu’l ümmetu bir kabul’ ifadesi tekabül etmektedir. ‘Ümmetin kabulüne karin’ olan görüş demektir. Siyasi oybirliğinin tam ifadesidir. İslam’da demokrasinin yerinde şura ayetlerle sabit olmuş ve iki ayet şurayı emretmiştir. Şura seçim mekanizmasına ve yönetim de ortak aklı temsil etmesine mukabil Batılı terkipten farklıdır. Ümmetin yasamadaki rolü skala biçimindedir ve temel şarii yani kanun vazıı/koyucu Allah’tır. Temel şari Allah’tır. Temel yasa koyucu Allah’tır. İkinci derecede tavzih düzeyinde peygamberlerdir. İstinbat düzeyinde aradaki boşlukları dolduran da alimler, bilenler ve genel anlamda ümmettir. Bu anlamda yasama beşeri değil ilahidir. Ya da beşerin rolü bağımlıdır ve talidir. Beşerin katkısı anlaşılması ve uygulanması düzeyindedir. Dolayısıyla Batı’da demokrasi+laiklik terkibine karşı İslam’da şura ve İslam hukuku terkibi vardır.
Bu nedenle laiklikle bezenmiş demokrasi anlayışı ilahi değil, beşeridir. Kadim Yunan’a ve onun üzerine eklenen beşeri düşünceye dayanır. Ortak nokta halka müracaattır. İslam’da siyasi meşruiyet ise çift viteslidir. Temsiliyet ve ilahi yasaları uygulama diyebiliriz. Başka bir ifadesi ise şura ile ahkam-ı Kur’aniyye veya şer’iyyedir. Allah’a bağlılık ve halka hesap vermek meşruiyetin iki temel unsurudur. Halkın ve hakkın onayını almadan Müslümanların başına geçenler meşruiyet sahibi değildirler. Bu ikisinden birisini kaybeden de meşruiyetinin bir bölümünü kaybetmiş olur. Meşruiyeti eksiktir. Halkın onayını alsalar da ilahi yasaları keyfi bir şekilde uygulamayanlar da meşruiyet alanının dışında kalırlar. Osmanlı sonrasında İslami referansı tümden iptal edenler Batı’nın putperest damarıyla buluşmuşlar ve küresel bir Deccalizm dalgasına kapılmışlar veya bu akımın öncüleri olmuşlardır. Batı’nın Deccalizmden kurtulması da Müslümanların İslam’a dönmeleriyle mümkündür. Gerçek Mesih sahtesiyle İslami değerler üzerinden hesaplayacaktır. Bugünkü Batı değerleri sahtedir. Ve zorbalıkla İslam alemine ihraç edilmiştir. Bazı noktalarda buluşma imkanı ise reddedilemez.
İslamiyetin Batı’yı etkileyen kol ve yollarından birisi Maliki mezhebi ve fıkhıdır. Bu hususta Muhammed Zahid el Kevseri bazı kitaplarında (el Keydü Lil İslam Abre’t Tarih kitabı gibi) Maliki fıkhının Batı’yı aydınlattığına temas etmiştir. Zira Maliki mezhebi Batı ile temas hattındadır. Ve Batı’ya hukuk köprüsü olmuştur. Ondan önce Evzai mezhebi ile Zahirilik de Endülüs’te Batı ile temas hattındadır. 15-16 Şubat 2013 tarihinde Fas’ta düzenlenen ilmi ve akademik bir panelde Maliki mezhebinin tesirleri incelenmiş ve genelde Batı hukukuna özelde Fransız medeni hukukuna ve Napolyon kanonuna etkileri örnekleriyle anlatılmıştır ( El Mezheb el Maliki fi Siyakatihi’l Muasira/ ikinci cilt. S : 642/666.El Müessesetü’l İlmiyye el Kettaniyye, Rabat).
Bosna’nın milli şairi olan Cemaleddin Latiç ise Kopenhag kriterlerinin bir yerde İmam-ı A’zam kriterleri olduğunu veya arada benzerlikler olduğunu ifade etmiştir. Bununla birlikte Rudyard Kipling gibi tamamen kapıları kapamasak da Şark ve Garpta iki ayrı ruhun gezindiğini ve attığını söylemeliyiz. Sözgelimi, Brunei Sultanlığının İslam hukukunu tatbik etme kararı alması bazı batılı çevreleri kızdırmış ve bu karara boykot çağrıları eşlik etmiştir. Bu karara karşı çıkan çevrelerden birisi de Amerikan hükümetidir. İslam dünyasında hukukun sekülerleşmesini teşvik ettiği gibi, şer’ileşmesine de karşı çıkmaktadır. İhsas-ı rey düzeyinde bile olsa bu gibi müdahalelere kabullenmek mümkün değildir. Nixon gibier de Batı’nın aydınlanmasını ve bugünlere gelmesini İbni Rüşd’e bağlamıştır. Renan, İbni Rüşd ve İbni Rüştçülükle ilgili bir kitap kaleme almıştır. Batı’da İbni Rüştçüler önce kilise tahakkümünden kurtulmaya vesile olsalar da bilahare kantarın topuzu kaçırılmış din hayattan koparılmış din ile ilim olduğu kadar hayatın da arası açılmıştır. Laiklik pratik ateizm ve dinden kopma anlamı kazanmıştır. İbni Rüşd Batılı aydınların kiliseden kopmalarına yardımcı olmuş ama onların kıbleyi bulmalarına rehberlik yapamamıştır. Sekülerleşme yolunda doğrudan olmasa bile dolaylı olarak İbni Rüşd’ün izinden kıbleyi ve pusulayı kaybetmişlerdir. Daha doğrusu gerçek pusulaya ulaşamamışlardır. Kilise’den kopmuşlar ama İslam düşmanlığı tortusu da üzerlerinde baki kalmıştır.
Bu yönleriyle beni beşere pişdarlık etmeleri mümkün değildir. Beni beşere pişdarlık veya önderlik İslam mesajını kuşanan Müslümanların hakkıdır. Bediüzzaman, Münazarat isimli eserinde ( İfâde-i Merâm ve Uzunca Bir Mâzeret / 65) Müslümanların beni beşere pişdarlık ve önderlik edeceklerini müjdelemiştir. Bu müjde, Kur’an ifadesiyle sabittir. Müslümanlar insanlığın son şahitleridir. Dolayısıyla Hasan el Benna’nın ifadesiyle de üstadiyet mertebesindedirler. Değerleri de gerçek anlama küreseldir, evrenseldir. Batı’nın bize benzeyen değerleri ise eksiktir. Paradigma içinde hiyerarşik bir yapılanma olmazsa bu parçalı değerler beşeriyeti tes’id etmeye yetmez. Hürriyetin yanında ahlak da olmalı. Ahlaksız bir hürriyet yoldan sapmıştır. Seçimin yanında ilahi yasalar ve değerler de yürürlükte olmalıdır.
Hülasa, İslamiyet rehberlik makamındadır. Ona sarılan necat bulur.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.