Ahmet AY
Ezber bozan okumalar mevsimi...
Karmaşık bir coğrafyanın çocuklarıyız… İbn-i Haldun’un, a¬sırlar önce teori olarak ortaya koyduğu “coğrafyaların karakterler üzerindeki etkili olduğu tezi” eğer doğru ise; şu anki halimizi ve mazimizi, doğup büyüdüğümüz coğrafyanın karmaşasıyla ilişkilen¬direbiliriz. Evet, bizler, Bediüzzaman’ın bir eserinde ifade ettiği gibi; “levh-i mahfuz açılsa, ancak o zaman hakiki unsurumuzu bilebilecek” bir kenetlenmişliğin, karışmışlığın ve hatta parçalarından daha farklı ve daha öte bir bütün oluşturmuşluğun içindeyiz.
Ancak bununla birlikte, kurulduğu günden beri, rejimini ve onun arkaplanını oluşturan ide¬o¬lojisini “milliyetçilik” üzerine kurgulayan Kemalizm, bu üstün ırk söylemi üzerine şekillendirdiği endoktre siste¬mle, yakın tarihte öyle yıkımlara neden olmuştur ki; belki bütün bunların tedavisi, üç yüz yıl aşkın bir süreçte ancak elde edilebilecektir. Kanaatimce; Mustafa Kemal’in, eğer bu ülkeye dokunmuş bir hayrı varsa; onların tamamını yakıp yıkacak ve hanesinde sıfırlayacak en büyük zararı; kurgu milletine, farklı kültürlere sahip bütün kavimleri asimile etmek şeklinde ulaşmaya çalışmasıdır. Bu yönüyle İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında Almanya’da yaşananlarla, Kurtuluş Savaşı sonrasında Türkiye’de yaşananlar, sadece zaman, kişi ve coğrafya itibariyle farklılıklar gösterirler. Yoksa, altyapılarında saklı olan fikriyat, aynıdır. Uygulamada sergiledikleri gizli/açık vahşet, aynıdır.
Mesela o güne değin, değil isyana karışmak, aksine, Bavê Kur¬dan (Kürtlerin Babası) lakabını verdikleri II. Abdülhamid dö¬ne¬min¬de, Hamidiye Alayları teşkilatlanması içinde, sadece kendi coğrafyalarındaki düşmanlara karşı değil; imparatorluğun Avrupa kısmında yer alan hasımlarına karşı da yararlılıklar gösteren Kürtler, Cumhuriyet devrinde, neden birden isyana kalkışmışlardır? Neden birden kızmışlardır? Hem bu isyanlar bir, iki, üç de değildir; sayısı yirmiyi aşan bu isyanlar, neden yeni devletin kurulduğu ilk yıllarda, bu yoğunlukta ve devamlılıkla yaşanmıştır? Daha birkaç yıl öncesinde, gönüllü milis alayları teşkil ederek Ruslara karşı çarpışan aynı coğrafyanın kardeş çocukları, neden silahlarını Türk kardeşlerine çevirmişlerdir?
Geçmiş otuz yılı ve çekilen onca acıyı ele aldığımızda, verilen otuz bin kurbana bedel, bu soruları yeterince sormadığımızı düşünüyorum. Hatta sormak ne kelime, bilinçli bir şekilde, belki korku eşliğinde, suskun şeytanlar olmayı seçtiğimizi ve bu rahatsız edici sus¬kunlukla dökülen kandan hissedar olduğumuzu tahmin ediyorum. Gerçi tahminden de öte bir şey bu aslında. Tahmin demek yanlış. Buna inanıyorum… Kesinlikle eteklerimizde kan var… Şiddete dur diyememiş herkesin var.
Belki Cumhuriyetin ilk yıllarındaki tek parti diktatoryası altında bunları sorgulamak, büyük cesaret işiydi. Böyle şeyleri sorgulayanlar, ya Lazistan Mebusu Ali Şükrü Bey gibi bir suikaste gitmeyi göze alacak, ya Şeyh Said gibi silahlı bir direnişe girişip boşa çok kanlar akıtılmasına neden olacak veyahut Bediüzzaman Said Nursî gibi dağlara çekilip gözden uzakta, baskının ötesinde (kalabildiği kadarıyla), halkı bilinçlendirmeye, halk¬tan sisteme doğru bir harekete girişmeye çalışacaklardı. Zaman, bu üç teşebbüsten sonuncusunu haklı çıkardı. İlk ikisini ise, mazlumlar zümresine kattı…
Şimdi Şeyh Said’e masum demek, mazlum demek, Ali Şükrü Bey’in masumluğunu savunmak, bir kısım insanımıza zor gelebilir. Çünkü yıllardır resmi tarihten aldıkları terbiye ile böyle düşünmeye meyyal değiller. Fakat o dönemde uygulamalarına karşı çıktığı mu¬ha¬ta¬bıyla kıyaslandığında, Şeyh Said, daha haklı ve daha doğru yolda değil midir? En azından bu ilk hareketlenmenin bir ırkçılık saikasıyla değil, aksine, halifeliğin kaldırılmasına ve diğer “dine muhalif icraatlara” karşı duyulan rahatsızlığın aşiret liderleri ve şeyhler nezdinde yansımalarıyla ortaya çıktığı kesindir. Zira Şeyh Said’in, gerek Bediüzzaman Said Nursî gibi bazı kanaat önderlerine gönderdiği mektuplarda, gerekse elçilerinin söyleminde, Kürtçülük vurgusu değil, daha çok dinî vurgular göze çarpmaktadır.
Hatta Kör Hüseyin Paşa ile Bediüzzaman’ın arasında geçen konuşmalarda bile vur¬gu, din üzerinedir. Dinin yaşanmasında do¬ğan sıkıntılar üzerinedir. Yani mesele, kişisel haklar ve insan hakları zaviyesindedir. O zamanlar bu şekilde başlayan isyanın, hem başlaması, hem de büyüyerek seksenlere, doksanlara, iki binli yıllara miras kalması; istibdatla her işi düzeltebileceğini sanan o ilk dönem idarecilerinin gafletinin eseridir. Ve ceremesini bu coğrafyanın bütün çocukları beraber çekmektedir.
Ben, bugün Türkiye’nin artık bu sakat mirasla yüzleşme zamanına geldiğini düşünüyorum. Bugün, medyada konuşulanlar ve konuşulabilenler; bir on yıl öncesine göre ne denli büyük aşamalar kaydettiğimizi gösteriyor. Hem kişisel özgürlükler bağlamında gösteriyor, hem de kişisel cesaret bağlamında bence büyük de¬ği¬şim¬lerden haber veriyor. Daha dün, kapanma korkusuyla duvarlarından Atatürk resimlerini, işyerlerinden Atatürk köşelerini kaldıramayanlar; bugün aksine, cüretle sistemin hatalarına ve yanlışlarına sataşabiliyorlar. Ben bugünlerde bunun üç numunesini, iki yayınevinin yayınladığı eserler içerisinde görerek mutlu oldum ve iyice umutlandım. Sanırım bahar, beklediğimizden bir ihtimal daha çabuk gelebilir. İnşallah gelir…
Bunlardan birisi Etkileşim Yayınları’ndan… Daha evvel de bir yazıma konu ettiğim, Ahmet Yıldız’ın Ulus Devletin Bunalımı kitabı… Diğeri ise, Nesil Yayınları’ndan geçtiğimiz ay çıktı. Daha kitapçılarda yeni yeni yerini alan; Çözüm Müm¬kün/Çareserî Mim¬ku¬ne kitabı… Bu kitap, Bedi¬üz¬za¬man’ın öğretisinin bugünkü takipçileri tarafından tertiplenen bir çalış¬tayın notlarından oluşuyor. Dört dilde hazırlanan kitap (Türkçe, Kürtçe, Arapça, İngilizce); aynı zamanda iki ismi de kapağında buluşturuyor. Hem Çözüm Mümkün diyor, hem Çareserî Mimkune… İki dilde birden bir dua ediyor.
Bu kitabın benim en çok dikkatimi çeken yanı, yapılması gerekenler başlığı altında, açılım sürecine katkıda bulunması amacıyla sunulmuş tavsiyeler kısmı… Bu kısımda o kadar sıradışı, cesur ve kararlı ifadeler var ki; insan, “Bu duruşlar, bu sebatla sürerse, inşallah sorunların aşılması yakındır” demekten kendini alamıyor. Özellikle ortaya çıkan milliyetçilik sorunsalında, esas sorumluluğun Türklere (yani Türk devlet sistemine) ait olduğunu belirten kısım (ki buna gerekçe olarak, karşı tarafa kültürel yasaklar ve engeller koyan tarafın Türkler olduğu belirtiliyor ve Kürtlerin, Türklere karşı hiçbir yasak girişimi olmadığı için, onlara, bu yükselen gerilimden belki ikinci derece pay verilebilir deniliyor) ilk adımları da onların atması gerektiğini belirterek, dağlara yazılan “Ne mutlu Türküm diyene!” gibi ifadelerin, yaptığı gayri insanı uygulamalarla bölgede meşhur olmuş insanların isimlerinin okullara, parklara, sokaklara verilmesinin ve dil konusunda Kürtlere çıkarılan zorlukların giderilmesinin şart olduğu belirtiliyor.
Sanmayın ki, bu çalıştayı düzenleyenler ve kitabını yayınlayanlar Kürtlerden oluşuyor. Aksine, çalıştayın ve kitabın yayın¬lan¬ma¬sı sürecinin en sıkı takipçileri Be¬di¬üz¬za¬man’ın Türk talebeleri… Fakat onlar, bir şeyin farkındalar: İnsan aynı anda hem dindar, hem milliyetçi olamaz. Çünkü İslam, geldiği coğrafyada ilk önce milliyetçiliğe savaş açmıştır. Onu, asabiyet-i cahiliyye olarak tanım¬lamıştır. Hakikaten bu kitap, en azından bu cesur ifadeleri için okunmaya değer… Emeği geçenlere binlerce teşekkür.
Asıl bahsetmek istediğim üçüncü kitabı ise, henüz bitirdim. Belki birkaç saat önce…
Be¬jan Matur’un, çıkar çıkmaz, çok satanlar listesinde başa oynayan Dağın Ardına Bakmak kitabı… Yayınevi; Timaş… Bu kitap da, Kürt Sorunu ismini verdiğimiz meselenin, bize ayın karanlık yüzü gibi muamma olan diğer veçhesini, yani “ötekilerin” dünyasından meselenin nasıl göründüğünü aktarmaya gayret ediyor. İlk bölümleri; vaktiyle PKK’da görev almış, dağlarda gerillalık yapmış insanların, daha sonra yakalanma, hapis ve Avrupa’ya uzanan yolculuk süreçlerinin ilk adımına; yani onları dağa çıkaran asıl nedenlere bir yolculuk yapmamızı teklif ediyor. Bu kısım, kısmen söyleşi tarzında… Ama dili çok duygusal ve etkileyici. Zaten orada ilk şunu fark ediyorsunuz: Bu insanların hemen hepsi, çocukluklarında, şu veya bu şekilde rejimin ezici tekmesini yemişler. Bir şekilde kimliklerinden dolayı zulme uğramışlar ve içlerinde yer eden bu zulüm, daha sonraları böyle acı meyveler vermiş. İlerleyen bölümlerse, daha çok Bejan Hanım’ın kendi tespit, gözlem ve anılarından oluşuyor. Ama onlar da çok etkileyici…
İlk bölümdeki anılardan biraz daha bahsedeyim size: Mesela bunlardan, babası nedensiz bir şekilde tutuklanıp işkenceye uğradığı ve geri döndüğünde bir daha asla eskisi gibi olamadığı için dağa çıkanlar var. Tek kelime Türkçe bilmeyen annesiyle telefon görüşmesi yaparken, santraldeki görevlinin “Bu yasak dili konuşamazsınız” diyerek telefonu kesmesiyle uğ¬ra¬dığı hakaretten gözyaşlarına boğulan var. İlk kez gittiği yatılı okulda, Türkçe bilmemesinden dolayı, cevap veremediği sorular nedeniyle öğretmeni tarafından tekmelenen var.
Evleri askerler tarafından yakılanlar var… Evlerdeki Kur’an’ı ateşe atılanlar var… Bir gecede bütün köyleri boşaltılarak, tarumar edilen ve yalın ayak yollara dökülenler var. Tutuklanmalarda, gözaltılarda, insanlık dışı işkenceler görenler var. Jandarmalar tarafından dışkı yedirilenler var. Çırılçıplak işkence görenler var. Günlerce yediği dayaktan bitap düşüp, işkencecisine; “Beni dövmekten ne anlıyorsun?” diye soranlar var. Dağlarda dolaşırken parmakları donan ve donan yerleri, başka kesici bir şey olmadığı için, jiletle kesilenler var. Evine yapılan baskın sırasında bir dipçik darbesiyle kardeşinin ölümünü görenler var. Flütle çaldığı türkünün Kürtçe olduğu iddia edilerek, flüt çalması yasak edilen öğrenciler var… Var, var, var oğlu var… Hangi birini sayalım?
Bu kitabı okuduğunuzda görüyorsunuz ki, aslında hiçbir şey göründüğü gibi değil. O insanlar da nihayetinde bizim gibi, sadece birer insan… Anneleri ve babaları, bizim anne ve babalarımız gibi birer yumuşak kalpten ibaret… Hatta kitabın bir bölümünde anılarını anlatanlardan birisi, yirmi askeri vurabilecek bir vaziyetteyken, birbirleriyle nasıl şakalaştıklarını gördüğünü ve ateş etmekten vazgeçtiğini anlatıyor. İster istemez bu okuduklarınızdan etkileniyorsunuz. Onlardan kimisi, ölmenin öldürmekten daha kolay olduğunu söylüyor. Çünkü ölmek masumca, ama öldürmek hep bir kâbus…
Dağın Ardına Bakmak, tam bir empati yolculuğu… Üç kitabı da, kafanızdaki kalıntılardan kurtulmanız ve olaylara yeni bir bakış açısıyla bakmanız açısından tavsiye ediyorum. Yalnız; Dağın Ardına Bakmak kitabının yazıları, kanaatimce daha farklı ve iyi bir şekilde sıralana¬bilirmiş. Mesela Kürt Sorununun Kaynağı yazısı, bence tam bir giriş yazısı… Editör, acaba neden orada ona yer vermiş? Belki de Bejan Hanım’ın tercihi, bilemiyorum. Ben olsam, onu giriş yapardım. Sonra Bejan Hanım’ın annesiyle ilgili yazısı, o da girişten hemen sonra, okuru kıvama getirmek anlamında tam bir yumuşatıcı vazifesi görebilirdi. Çok harika bir yazı… O yazıyı yıllar önce Zaman’da okuduğumu hatırlıyorum.
Fakat madem bu yazılar gazetede daha önce yayınlanmış, acaba her makalenin yayınlandığı tarih bir dipnotla belirtilmeli değil miymiş? Zira bazı yazıların eski olduğu çok belli oluyor. Mesela bir tanesi, Kerkük’te yapılacak olan referandumdan bahsediyor ki, o referandum çok eskilerde kaldı. Eğer zaman mevhumu yok edilip, makale görünümünden koparılmak istenmişse, o vakit böyle ayrıntılar güncellenmeliydi. Eski şeyleri okuduğu hissi, okuru her zaman rahatsız eder. Hem resimler de bir arada değil, bence parça parça verilseydi daha güzel olurdu. Gerçi sayfa tasarımcısının tasarrufudur. Lakin kâğıdın kalitesinden veya baskının kötülüğünden ötürü perde sayfaların şekli çok çirkin durmuş. Neyse, bunlar küçük ayrıntılar…
Eğer radikal okumalara hazırsanız, işte size iki kitap tavsiye ettim. Artık karar sizin… Ama şunu iyi bilin, adalet dediğiniz iki tarafı birden dinleyerek sağlanır. Taraflardan birisi dinlenmiyorsa, o adalet sakattır. Şimdi siz de hem kendinizi, hem resmi tarihinizi, hem de bu kitapları dinleyin. İki müddei iddialarını saysınlar, konuşsunlar… Kararı da sakın ha siz vermeyin, vicdanınıza havale edin. O her insanda aynıdır ve inşallah sizi doğru yola iletecektir. İyi okumalar…
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.