Fatihini bekleyen Ayasofya!

Eskiden beri kulağımda yankılanan bir deyim vardır: Bayraktarını bekleyen veya sahibini bekleyen bayrak! Bazen misyon olur misyoneri yani vazifedarı olmaz. Uygun bir vaktini bekler.  Ya da rüzgarını bekler. Bu uygun vakte ‘vakti merhunu, makrunu’ derler. Son sıralarda dindar çevreler özellikle Risale-i Nur talebeleri Fatih’in bir mirası ve emaneti olan ve bu emanete vurgu yapan üstadları Bediüzzaman’ın da adeta vasiyetini yerine getirmek için iştiyakla Ayasofya’nın yeniden cami statüsüne dönüştürülmesi meselesi üzerine ciddiyetle eğiliyorlar ve çabalıyorlar. Sa’y ve gayretleri meşkur ola!  Elbette hakları. Onun ötesinde bütün Müslüman camianın da bir görevidir. Süleyman Hilmi Tunahan, Osman Yüksel Serdengeçti gibi zevat-ı kiram da aynı vurguda bulunmuşlardır. 
 
Ayasofya İslam mülkünün tapusudur. Tartışmaya da gerek yoktur. Ayasofya açılmadan Türkiye’de İslam’ın ve Müslümanların statüsü askıda/muallaktadır. Ayasofya’nın açılması ise bu muallak veya arizi sürecin ve devrenin ortadan kalkmasıdır. Bu sürecin ve arizi devrenin ortadan kalkması fetih çapında  bir meseledir. Bunun için zaman zaman siyasiler, üzerinde çok manevra yapmışlar ve kendi popülizm dalgalarına bunun üzerinden malzeme devşirmek istemişlerdir. Lakin bu manevi fethi ifaya çapları yetmemiştir. Zira bu misyonun sahipleri değildirler. Ayasofya’nın müze olma statüsü A’raftaki Türkiye’nin sembolüdür. Türkiye’nin İslami statüden çıkarıldığının resmidir. Bundan dolayı, Akşemseddin tarafından, Mehdi’nin İstanbul’u alması müjdesi, yeni bir fetih olarak telakki edilmiştir. Arnold Toynbee’nin deyimiyle Ayasofya durdurulmuş medeniyetin (arrested civilization ) durdurulmuş mabedidir. Durdurulmuş statünün bir parçasıdır.
 
*
 
Her şeyden önce Ayasofya’yı aslı statüsüne çevirmek bir irade meselesidir. Bu da bir olgun zaman (vakit merhun) ve ayrıca doğru adam meselesidir. İstanbul’u fethetmek ve bu suretle fetih müjdesine nail olmak için bu şehre İslam orduları tarafından düzinelerce akınlar yapıldı. Bunların ilklerinden birisine katılanlar arasında Hazreti Peygamberin (asm) sancaktarlarından ve mihmandarlarından Halit Bin Zeyd ya da daha meşhur künyesiyle Ebu Eyyüb el Ensari de vardır. Bazıları Hazreti Peygamberin Medine’yi şereflendirmesi sırasında devesinin Ebu Eyyüb el Ensari’nin evinin önüne çökmesi ve bu evde aylarca misafir kalması ve ardından da vefatının İstanbul’da olmasına tefeüle yoruyorlar. Medine’de Hazreti Peygamberi karşılayan Halit Bin Zeyd’in İstanbul’da da Hazreti Mehdi’yi karşılayacağını ifade ediyorlar. Fatih’ten sonra Ayasofya’yı açacak kişi şüphesiz statüyü değiştireceği için ikinci fatih olmaya namzettir. Bu ara statü ara formüllerle aşılamaz. Külli bir fetih olmalıdır. 
 
Yazar Mehmet Doğan bu ara statüye tarihi delilleriyle şöyle ortaya koyuyor: ”Ayasofya Sevr görüşmelerinin konuları arasında yer almıştır. İngiliz Hariciye Nazırı Lord Curzon ile Fransız mevkidaşı Berthelot’un 12.22.1919’da Ayasofya için “eğer tefrik edici bir muamele gerekliyse... bütün mezhep ve itikatların eşit çıkarlara sahip bulunduğu tarihî bir anıt olarak muamele edilebilir ama hiçbir inanç tarafından ibadet amacıyla kullanılamaz” kararı aldıklarını biliyoruz. (bkz. Paul C. Helmerich: Sevr Entrikaları, sf. 152)…  Ayasofya camilikten çıkarıldıktan 6 ay sonra İngiliz Kralı 8. Edward tarafından ziyaret edildi! Böylece, büyük otoritenin bir kararının daha Türkiye’de hayata geçirildiği bizzat görüldü!”
 
Demek ki Ayasofya meselesi A’raftaki statünün veya ara statünün aşılmasıyla alakalıdır. Bunu aşmaya heveslenen ama bedel ödemeden bunun suhuletle tecelli etmesini dileyen düzinelerce siyasetçi olmuştur. Bununla birlikte bu bir heves meselesi değil nasip meselesidir. Ehil olma meselesidir.  Bunun için temelde iki şeye ihtiyaç var. Birincisi ihlas ikincisi de çelikleşmiş azim ve iradedir. Bugün ise Ayasofya meselesinde safların karıştığını görüyoruz. Fehmi Koru meselenin hiçbir dış boyutu olmadığını söylerken Mehmet Doğan ve Murat Bardakçı doğrudan veya zımni olarak meselenin Türkiye’nin küresel statüsüyle bağlantılı olduğuna parmak basıyorlar. Fehmi Koru, meselenin küresel bir statüyle bağlantılı olmadığını yazmakla birlikte Ayasofya’nın açılmasının gereksizliğine (!)de temas ediyor! Acaba bu Bilderberg toplantısından kalma bir kanaat veya tortu mudur? Ya da özüne yabancılaşmanın bir başka alameti mi? Bilemiyoruz. Lakin dindarların bu gibi temel meselelerde istikametlerini kaybettiklerini ve asude duygularını ve safiyetlerini yitirdiklerini görebiliyoruz.  
 
Mesele dindarlar arasında icma meselesi değil atışma, çekişme meselesi haline gelmiştir.   Onlara göre, önemli olan mabedin açılması değil, kimin açacağıdır! Demek ki hedef değil aktör daha ön planda. Mesele mabedin açılmasıyla ilgili bir vazifeşinaslık veya özlem değil aksine kahraman olma durumu ve populizm üretme meselesidir. Mesele ucundan bucağından çekiştirilip duruluyor. Bir taife Ayosofya üzerinden içeride ve dışarıda kışkırtma yapıyor. İçeride ‘açamazlar’ diye tempo tuttururken dışarıda da hükümeti bu meselenin üzerinden İslamcılıkla suçluyor ve bu mesele üzerinden hükümeti biraz daha yalnızlaştırmak istiyor. İçeriden ve dışarıdan tazyik ediyorlar! Tırstırmaya çalışıyorlar! Öbür taraftan da bu meselede hevesli olan hükümetin Murat Bardakçı’nın ifadesiyle meselenin zorluğu karşısında temkin statüsüne geçtiği ve frene bastığı anlaşılıyor. Üzerine rehavet çökmüş olmalı!  Zaten tasarladığı çözüm de parçalı bir çözüm olmaktan öteye gitmiyor. Bu durumda Ayasofya’nın açılması vaktinin gelmediği anlaşılıyor. Zira Ayasofya’nın ikinci fatihinin ortalıkta olmadığı görülüyor.  
 
İstanbul’a alacaklar önceden belli oldu. Ayasofya’yı açacak kısmetli aktörler gelmeden Ayasofya da açılmayacaktır. Hacı Bayram-ı Veli, 1426 yılında Uzunköprünün açılışı için ve son olarak 1429 yılında Edirne'ye gelir. Son gelişinde Şehzade Mehmed'i de görmüştür. II. Murad, İstanbul'u fethetmeyi çok arzulamış ve iki kez kuşatmıştır ama bir türlü alamamıştır. Ömrünün kafi gelip gelmeyeceğini de kestirememektedir. II. Murad, Hacı Bayramı Veli Hz.'ne İstanbul'un kendisine nasip olup olmayacağını sorar.  Hacı Bayram Veli, Padişah ile arasına konulan bebek Mehmed'in beşiğine uzanarak Fetih Suresini okur ve sessizce bir dua mırıldanır. II. Murad sorusunu üsteleyince ondan şu cevabı alır: "Padişah’ım sana İstanbul’u almak nasip değildir. Fakat Yüce Peygamber’in hadisinde de belirttiği gibi İstanbul mutlaka feth olunacaktır. İstanbul’u senin şu beşikte yatan şehzaden Mehmed’le yanımızda oturan müridimiz köse Akşemseddin alacaktır. Fethi mübin bu ikisine nasiptir…”
 
Safları sıklaştırma ve kalbi selim vaktidir. Kalb-i selime ulaşmadan saflar sıkılaşmayacaktır.  Arap Baharı ve Ayasofya ile ilgili gelen fırsatlar bir süre daha kaçırıldı. Bunu tahkik etmek için popülizm rüzgarları yetmiyor;  çelikten bir irade ve şaibesiz bir ihlas gerekiyor. Meseleye adanmak gerekiyor. Yoksa yarım başörtülüler gibi hem dünyayı hem de ahireti ikisini birden idare etmek müyesser olmuyor!
 
ayasofya_banner.jpg

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
9 Yorum