Fildişi çığlıklardan irfanın şahikasına: Cemil Meriç

Fildişi çığlıklardan irfanın şahikasına: Cemil Meriç

Leyla Yıldız'ın yazısı...

“Her mabed, bir fildişi kule, her fildişi kule bir mabed. O mabedin ışığını gözlerimin kandilleriyle tutuşturdum. O mabedin mihrabında şahlanan alev, kalbimden fışkırıyor. Fildişi kulemi senin için hazırladım, meçhul dost. (Cemil Meriç, 2 Ocak, 1963 )
Cemil Meriç… Düşünce dünyasının yegâne yıldızıdır. Kendi âlemine karanlık, cemiyet âlemine aydınlık saçan “münzevi bir yıldız”dır. “Hayatını Türk irfanına adayan mütecessis fikir işçisi.” 20.yüzyılın tüm asırları kucaklayan adamıdır Cemil Meriç. “Derin bir irfan, uyanık bir tecessüs, deha ölçüsüne varan bir zekâ.” Batıyla Doğu’yu aynı sağduyu ile kucaklayan bir ariftir.
Cemil Meriç… İbn Haldun’un aklı, Vico’nun sezişidir. Bir yanıyla İtalya, ötekiyle Tunus’tur.Hem fazilete ve güzelliğe aşık Diderot, hem de şüpheciliğe gülümseyen edası ile Hayyam’ dır.Hem Said Nursi gibi yalçın bir irade, taviz vermeyen bir mizaç ve tefekkür adamıdır, hem de ümitsizlikler içinde çırpınıp karısıyla birlikte intiharı seçen Zweig’dir. Bir Sadi kadar ruh-ı kemal; Bir Sade kadar sadist, küstah. Cinnetlerin adamıdır Cemil Meriç. Ebediyete giden yol tımarhaneden geçer diyen Saint-Simon; coşkun zekâsını özgürlük ve insanlık uğrunda harcayan, sonunda gözlerini kaybeden cesur savaşçı Milton’dur. Her haksızlığa düşman; her fikire hürmetkâr, hürriyetin gözünü daldan budaktan esirgemez koruyucusu Voltaire’dir.
Baştanbaşa isyandır Cemil Meriç. Tanrılara isyan eden bir Prometedir; gökten ateşi çaldığı için Tanrıların gazabına uğrayan yarı tanrı Promete. Aşkın, imanın, sabrın zaferinden habersiz sosyalisttir. İnsanlığın kurtuluş savaşı olarak nitelediği sosyalizmde adaletsizliğe karşı baş kaldıran ve “Tabutuma zeytin dalı değil, kılıç koyun!” diyen Heine’dir.
Ve Balzac… Hem yaşayan Balzac hem yaratan Balzac’tır. Birinci Balzac ile öfkeleri, azgınlıkları, bayağılıkları hülyaları ve iştihaları ile kendini, nefsini yaşatır; ikinci Balzac ile kelimelerin sudaki aksini yaratır. Birincisiyle sıradan, adi; ikincisiyle sıra dışı, asil. Hem şımarık, mağrur, saldırgan; hem munis, okşayan bir fırtınadır.
Bir cephesiyle Hint’in ve insanlığın ruhunu dile getiren büyük ve ölümsüz Gandhi; diğer cephesiyle binlerce yılın ötesinden gelen, binlerce yankısı olan bir ses; Hint’in ve şiirin sesi Tagor’dur. Kâh coşkun ve bulanık, kâh durgun ve berrak akan Ganj gibi. Bir yanıyla serazat bir gönül; bütün tezatları ahenkleştirecek kadar güçlü. Bir yanıyla da sığ, minnacık bir koy. Tagor gibi istikbali bile aşan bir vatan, ebediyet, barış; Gandhi gibi Avrupa’yı Hint’ten söküp atarken pasif direniş sergileyen bir mücahit, savaşçı.
Aynı bedende barınan dinsiz Zola, mistik Buda, anarşist Proudhon, devrimci Dosto, yaratan Scott, deliren Hölderline, insanlara zirveden bakan Nietzsche’dir. Bedbin ve bedbaht Schopenhaur’dır. , Balzac, İbn Haldun ve Marx tezatlarının içinde çırpındığı bir divane… Hegel’in torunu Engels’in  oğlu, kucağında yaşadığı cemiyetin üvey evladıdır. Istırapların yarattığı adamdır: Cemil Meriç.
 “Cemiyet kendine benzemeyen bir çocuk doğurduğu zaman onu beşiğinde boğmaya kalkar. Boğarsa mesele yok. Boğmazsa ya diz çöken bir isyankar; Bir Beudleaire, bir Rimbaut,bir Breton çıkar; ya cemiyete diz çöktüren bir cebbar gelir: Sezar, Napolyon,Hitler.”gibi.
Türk düşünce tarihinde “ hür tefekkürün kalesi”,özgür iradenin kölesidir. Beyazlar arasında siyahî bir köle. Horlanmış, dışlanmış ve itilmiş bir cüzamlı. Başka bir seyyareden gelmiş, nesli tükenmiş bir ucubedir; tufan öncesi ucube. Mağaradakilere ışığı anlatan bir meczub. İrfanın gökdelenlerini inşa ederken “Kızılderililer arasında bir rahip.”
 “Zırhlı değilsen cemiyet seni bir sümüklü böcek gibi ezer. Neden başkalarından farklısın? Hem farklısın hem zayıf. İki büyük cinayet!” Emerson: “Fikir adamı kendini egoizmle zırhlamalı!” der. Bu yüzden mağrur, küstah, hodgamdır. Hem ezilme korkusuyla Himalayalar’a, Everest’e, Alpler’e çıkar; hem de agorafobi yüzünden mağaraya, cinnete, mezara kaçmak ister.
 “Haksızlıklar birbirini kovalıyorlar. Solculuğumuza dair rivayetler dolaşıyor. İçimde iki büyük korku: polis korkusu, frengi korkusu. Polisin beni ne kadar ısrarla takip ettiğini anlamış değilim.”
Ezilme korkusu, polis korkusu, toplum korkusu çeker onu fildişli kulesine. Fildişi kule bir kafes. Bu kafeste gece gündüz tezatlarıyla hır gür içinde tedirgindir.
Daracık kafesinde bir arslan gibi isyanla, öfke ile endişe ile dolaşırken bir ses gelir kulağına, bir fısıltı : “Yaratacaksın!” Bu ilhamın sesidir, ilhamın yeni dehanın. İlahi bir buyruk. Bir vahiy. Sanat, Tanrı tarafından verilmiş bir görevdir; sanatçı bir peygamber, ruhani bir reis.
“Sen Cemil Meriç! Sen yetenekleri deha ölçüsüne varan, bir asırda sayısı üç beşi geçmeyen büyük adamlardan birisin. Tanrı’nın insanlığa sunduğu bir lütufsun ve hatta Tanrıların Olemp’indeki yerin bile hazır. Hatay’da acılarla boğuşurken bu gerçeği anlamıştın ama orada hiç kimseye anlatamamıştın. Şimdi şehr-i İstanbul’dasın elinde birçok imkân var. Yalnızlığa ve açlığa katlanma pahasına Tanrı’nın lütfunu insanlığa sun. Onlar, etrafındaki o zavallılar, yani içinde yaşadığı cemiyet seni yine anlamayacak ama dert etme. Çünkü sen yepyeni bir dünya inşa edeceksin ve seni, gelecekte inşa ettiğin bu dünyada çoğalacak olan yeni bir insanlık alkışlayacak ve baş tacı edecek .”
Açtı, karnı açtı, ruhu açtı. Lokanta vitrinleri doluydu. Sokaklardan nehir nehir insan akıyordu : “Yıllarca aç kaldım. Koca bir şehirde yapayalnız ve aç kalmak. Köpeklerin bisküvilerle beslendiği bir dünyada aç bir aydın, aç milyonlarca aydın. Ama beni açlıktan fazla isyana sürükleyen tek oluşumdu. Aç ve tek olmak. Gurbet ve açlık… Bu şehrin kaldırımlarında bir başka aç Cemil Meriç dolaşmamıştır.”  Soğuk bir oda, hayatını kalemiyle kazanmak zorunda bir genç adam… Sigara dumanıyla ısıtıyor parmaklarını… Gözlerini kapadığı gün mezar taşına yazılacak hakikati düşünüyor:    ” Bu adam aç kaldı, ama insanlık haysiyetinden bir zerresini feda etmedi.”              
 “Gerçek entelektüel dürüst olacak, çok okuyacak, çok düşünecek ve ortaya çıkardığına inandığı hakikatleri, vardığı terkipleri korkusuzca yazacak, yayımlayacak”tır.
Gerçek entelektüel, kucağında yaşadığı topluma bağlanarak; bütün kapıları açmak için çırpınır, bütün kalplere sirayet etmek için yollar bulur, bütün elleri tutmak için nurdan köprüler kurar; herkesi ve her kesimi kucaklama zaferinin ardında bütün bakış açılarını yoklamak, bütün yalanların maskesini yırtmak, bütün çarpıklıklara darbe indirmek, kalabalığa doğruyu enjekte etmek için harekete geçer. Ateş hattındadır, cephededir. Agora’ya çıkıp sahtelerle, yalanlarla savaşır. Hâlbuki Meriç, kitapların asude dünyasında kendisiyle baş başa kalan, kendisine acıyan, bunalımını, coşkularını, hayal kırıklıklarını, öfkelerini haykıran bir entelektüeldir. Körlük kompleksiyle intizar eden, feveran eden, köpüren; parmakları gözlerine uzanan intikam ve şirret tanrıçası Nemesis’e isyan eden münzevi bir aydındır Kütüphanesi ve kitaplar sığınağıdır Cemil Meriç’in. Kitapların dünyasında yaşar ve kitaplardaki insanları sokaktakilerden çok sever. “Her şey yalan, herkes yalancıdır.” Hakiki olan kitapların dünyasıdır. Sokaktakiler, canlı birer hayalet; kitaptakiler insan. Birer dosttur kitaplar. Dostları için emek verir, çaba sarf eder, duygusal ve zihinsel yatırımını onlar için yapar. Aç kalır kitapları uğruna. Dev kütüphanesi mide gurultularının yankısıdır.
 “Mabede giremeyen adam, pencerelerden içeri boşuna bakma! Kalbi var kitapların; mıncıklayınca senin oldu sanıyorsun. Bir genelevi sermayesi değil ki onlar. Konuşmaz seninle kitap. Uğrunda kaç gün aç kaldın? Hangi zillete katlandın? Bütün canlı hayaletlerden uzak bir mağarada yaşayabilir miydin onunla?
Milyonların şuurundaki zinciri kırabilecek eserleri, fildişi kulem dediği kütüphanesinde yaratacak; öğrenen, öğrendiklerini kafasının ve gönlünün süzgecinden geçirerek, öğretmek için çırpınan, her düşünceye açık” fikir adamı olacaktır.
 Altı yüz yıl hizmete alışmış entelijansiyanın kapı kulluğu ana vasfıdır. Ancak kamçı karşısında diz çöker entelijansiya. Cemil Meriç ise yalnızca kitapların önünde... “Kahrını çekeceksin kitabın, hizmetinde bulunacaksın. Senelerce hiçbir şey beklemeden diz çöküp emirlerini bekleyeceksin.” Dönemin aydını, politika gorillerini omuzlarına bindirip panayır soytarılığı rolüne çıkar. Zorda kalınca da başka ülkelere, uzak diyarlara sıvışır. Sırtını bir güce dayamaya alışmıştır. Halbuki Meriç, hiçbir zümrenin emir kulu değildir.Hiç bir merkezden emir almaz;bir partiye bağlı değildir.Onun kaçtığı yer, sürgün yeri yalnızca kütüphanesidir.Kitapların has bahçesinde bir mültecidir.
Cemil Meriç bir aksiyon adamı olarak cephede, ateş hattında olacakken kavganın dışındadır. Fikir ve sanat kavgasının… Fildişi kule adını verdiği miskinler tekkesinde “uyku ile uyuşukluk arasında raks eden” bir hayat yaşar. Gördüğü çarpıklıklara karşı manifestosunu fildişi kulesinden yayınlar.
Büyük eserler, uzun doğum sancılarının mahsulüdür. Milyonların şuurundaki zinciri kırabilecek eserleri tavan arasında yaratacaktır Cemil Meriç. Bohem savruluşların yegane sığınağı olan tavan arası, onun kütüphanesidir.
 “ Kitap benim has bahçemdir. Hayat yolculuğumun sınır taşları kitaplardı. Ayrı bir konuşuyordum çağdaşlarımla. Gurbetteydim. Benim vatanım Don Kişot’un İspanyası, Emma Bovari ‘nin yaşadığı şehir, kasaba.”
Cemil Meriç… Düşünen yani irfan arayan tecessüs. Sevebilecekleriyle dilsiz dilini konuşanlarla sözü yok. Pencerelerini dış dünyaya kapayan bir ruh, hasta bir gurur. Daima başka, daima yabancı. Yaşamak için kendisine bir dünya inşa etmek zorundaydı. Sekiz yaşına kadarki hayatı bulanık, başsız, sonsuz, hatıralar yığını, itilmiş, kakılmış, düşman bir dünyada dostsuz büyümüş düşman bir çevrede kitaplara iltica ediyor.
Cemil Meriç Hatay’da Müslüman Arapların ortasında Fransız Kültürüyle yetişiyor. 12 Aralık 1916 günü Reyhaniye’de dünyaya geliyor. Babasının dedesi Hafız İdris Efendi, bugün Yunanistan’a ait olan Meriç Nehri’nin hemen öte yakasında yer alan Dimetoka şehrinin müftüsüdür. Ailesi, Dimetoka’dan Antakya’ya göçüyor. Babası, hayata küsmüş eski bir yargıç. Az konuşan, çatık kaşlı, hareketleri ne akıl erdiremediği eski bir yargıç. Annesi ,”Bu yabancı dünyada aşina olmayan hasta bir kadıncağız. Silik, mızmız.” Babamı akşamları görebiliyorum. Ablam Antakya’da okuyor. Ben yalnızım. Babam hep çatık kaşlı, annem hep mızmız. Kasabanı çocukları hep korkunç, bol bol dayak yiyor, hep hakarete uğruyorum. Şikâyet edeceğim kimse yok. Mektep bahçesinde çocuklar oynuyor, ben yine yalnızım ve yabancıyım. Yabancı, yani düşman. Dilim başka ve gözlüklerim var. Kendimden utanıyorum.” Bu kısa pantolonlu ve gözlüklü çocuk, etrafında dolaşan poturlu kasaba çocuklarına hiç mi hiç benzememektedir.”
Cemil Meriç, ötekileştirildiği bir çevreden kitapların dünyasına sığınır. Amcası Hamid Bey’in kitapları, merakını alevlendiren birer hazine. Yadırgandığı bir gerçekten kurtulmanın yegâne ilacı, kitapları hayali âleminde yaşamak.” Dünyam romanların dünyasıydı. Ekmekçi Kadınlar'ın Tunçtan Kızlar'ın, Simon ve Marilerin dünyasıydı.”
Ailesi 1920 yılında Antakya’ya taşınır. O yıllar, Hatay’ın Fransızlar tarafından yönetildiği yıllardır. İlkokula Antakya’da başlayan Cemil Meriç, teneffüslerde kenara çekilip harıl harıl okuyor. Etrafında koşuşan arkadaşlarının farkına bile varmıyor. Tam da bu yıllarda 4 derece miyop gözlükle tanışır.
Petrol lambasının bir tarafında babası oturuyordu, bir tarafında kendisi. Konuşmazdılar. Bazen ikisi de okurdu, bazen yalnız kendisi okurdu. Annesi ne yapardı? Hatırlamıyor. Bir gölge gibi sessizdi annesi.
 “Babam akşamları kitap okurdu. İlk dinlediğim kitaplardan bir Abbase’dir. Evde büyük konsolon iki gözünde babasının ve ablasının Osmanlıca kitapları, Nabi’nin, Fuzuli’nin, Nedim’in Divanları, Namık Kemal’in Akif ve Cezmi’si… Bu şairlerden beyitler ezberlerken Walter Seoot’un Selahaddin Eyyübi’sinden Kamil Paşa’nın Telemak Tercümesi’ne; Paul ve Virginie’ye kadar Devr-i Âlem’den Kızıl Tuğ’a kadar sayısız roman, Cemil Meriç’in hayal dünyasını kanatlandırır.
Xavier de Montepin’den Simon ve Mari’yi, Tunçtan Kızları, Alexander Dumas’dan Saray ve Entrikalarını ve Kagliostru’yu Osmanlıca çevirilerinden büyük bir iştiyakla okur. Lisesinin birinci sınıfında Victor Hugo, ikinci sınıfında Chateaubriand, üçüncü sınıfında Lanson, Moliera,Corneille ve Racine okur.
Türkçe ‘yi mükemmel konuşan ve çok iyi yazan Cemil Meriç’e arkadaşları bundan sonra “Victor Hugo” adını vereceklerdir.
Aslında Meriç’in baştan sonuna kadar okuduğu, büyük bir kısmını çevirdiği ilk yabancı kitap “Suç ve Ceza”dır.”Bu bir keşifti Kristof Kolomb’un önüne Amerika’yı çıkaran kadar benim karşıma da Dosto’yu çıkarmıştı. Dosto’yu yani Sonsuzu. Bu girdaplar ve zirveler dünyasında tek başıma dolaşacak yaşta değildim. Kıyıdan seyrettim ummanı.”
Haftada yirmi saat felsefe okuyordu. Felsefe sınıfında talebeydi ve hocası Mesut Fani hatıralarında ve kendinde ciddi bir tesir yapmıştı. Rıza Tevfik’in Kamus-ı Felsefesi merakını kamçılayan, Selim Sırrı’nın Terbiye-yi Bedeniye Nazariyesi tecessüsünü alevlendiren kitaplar olmuştur.
 “Edebiyatta ilk aşkımdır.” dediği Balzac’la düşünce dünyasına bir şövalye gibi girer. Gözlerini kaybettikten sonra da düştüğü kuyudan sık sık Balzac yardımıyla çıkar;” Her mayıs Balzac’la yeniden doğarım. Balzac benim ilk aşkım. Düşünce dünyasına onunla girdim. Dante için Virgilius neidi bilmiyorum. Yarı yolda bırakan bir kılavuz. Balzac’la başladım yazı hayatına Zweig gibi…”.”İnsanlığınn Komedyasını 30 yıldan beri tavaf etmekteyim. Dosyam, dosyalarım, kabardıkça kabarmış. Balzac için hayatımın kalan yıllarını rahatça harcayabilirim.”Balzac onu düşüncenin ufkunda Grek kültürü Pallas Athenası gibi zırhıyla doğurur. Artık o, Batı edebiyatının prensidir. Batı hazinelerini mabudlarını ararken ilk Buchner çıkar karşısına. Buchner ile adım atar ateizm kalesine. Ardından Karl Marks, Frederich Engels ve şakitlerine secde eder adeta. Gönlünün kapıları ateizme açılmıştır ve artık ateizmin kalesinden sevimsiz ve aptal bir dünyaya meydan okuyacaktır.
Nordau ise tesadüfen çıkar karşısına, ucuz allemelikle beraber yolunu aydınlatır.”Nordau birçok inançları eriten bir asittir”.Mistisizmi akıl hastalığı sayıyordu Nordau.
18 yaş, tecessüsün yıldızlara yelken açtığı çağdır, fetih ve macera çağı. Kagliostro, Nostradamus ve Sir William Crookes, benim için hazinenin bekçileriydiler. Onları ararken Nordau, Haeckel, Büchner bütün mistisizmlerin birer şarlatanlık, birer tereddi olduğu haykırdılar. Occultisne, üçkâğıtçılıktı. Tecessüsümü yaramaz bir çocuk gibi susturdum, sonra Marx ve şakirtleri ve çöken bir sınıfın mistifikasyonu olarak mahkûm edilen okültizm. Yani okültizm, ruh haritamdaki “insansız bölgeler” den biri. Maddecilikle gerdeğe girmeden çok kısa bir flört.”
 “ On dokuzunda putperesttir insanı. Kozasını yırtmak ister, kanatlarını tutuşturacak bir bir kanat arar pervane. “O kanat Nazım olur. Kendi vatanından, yakınlarından gelen ve zincirlerini kıran bir ses. Ezilenleri haykırıyordu Nazım. Kendisini Nazım’ın şiirlerinde bulmak ve bir mürşidin elini tutmak istiyordu.” O kadar yalnızdım ki karanlıktan iblisin eli uzansa minnetle sıkardım.” Eziliyordu ve ezilenlerin yanında olmak istiyordu. Kitaplardan tanımıştı Marksizm’i. “Bir kaçış, bir sığınaktı Marksizm.” Hafakanların hükmü altında kaldığı yanaşılmaz bir dünya Marksizme sığınmıştı sadece. Yoksa tanımıyordu Marksizm’i. Mahkemede Marksist olduğunu haykırıp tutuklandığı zaman tek bir işçinin elini sıkmış değildir.
 “ Önce çevreye intibak; cami, dua. Sonra çevreye isyan şovenizm. Fakat ne o dindarlık taklidi ruhi hüviyetini ifşa edebilir, ne saldırıcı milliyetperverlik. Sonra sosyalizm. Bütün tahavvüllerin merkezinde yalnızlık kâbusu.”
Kütüphanesi, düşman çizmeleri altında yağmalandı, ruhuna ambargo konuldu. Okuduğu ve fikrini haykırdığı için hapse atıldı. Beraat edince de yirmi yıl Jean Valjean hayatı yaşadı. Bütün tanıdıkları ve dostları selamı sabahı kestiler.
 “ Yalnızdır, kitaplar dünyasına sığınır. Tedirgindir, ne ateizm, ne sosyalizm, ne Türkçülük arayışı, içindeki zekâyı tatmin etmekte, rahatlamaktadır. Küstahtır, bulduğuna inandığı çözümlerle mağrur, etrafındakileri küçümsemektedir.” Küstah, ukala ve saldırgandır. Fildişi kulesinde artık böyle sükûna ermektedir. Fildişi kule narsistik bir fanus. Bu fanusta herkese tepeden bakmaktadır.
Buchner, Nordau ve Marx, onu mistisizmden öyle soğutmuşlardı ki, vaaza benzeyen her tür düşünceye kulaklarını tıkıyordu. Bu yüzden Dostoyevski’nin Hristiyan tarafı onu rahatsız ediyordu. Zola’yı dinsiz olduğu için seviyordu. “Zola,  gençliğimin tanrılarından.”
“Ben putperest değilim. Kitaba tapmıyorum. İçindeki ses, içindeki sevgi, içindeki ışık, içindeki ruh, içindeki çile, içindeki gözyaşı, içindeki aşk, içindeki tecrübe, içindeki tanrı çekiyor beni.”
Don Kişot’u kitaplar çıldırtmıştı, Beşir Fuat’ı kitaplar sürüklemişti intihar etmeye. Şuuru burkulan aydın Beşir Fuat, damarlarını keserek yaşamını sonlandırmıştı. Cemil Meriç’i ise kitaplar yaşattı. Ölmek istiyordu, dekorsuz, poz vermeden ölmek. Batan bir güneş gibi ihtişamla değil, kaderin bileklerine taktığı prangalardan kurtulmak için ölmek.  Kitaplar avuttu Meriç’i, kitapların dizinde dindirdi gözyaşlarını. Çok okuyor ve çok yazıyordu. Tanrı kendisini seyretmek için yaratmıştı insanı o da kendisini seyretmek için yazdı.  “Kendisi için yazmak, aynada suratını seyretmek gibi aptalca bir davranış. Kaldı ki ben kendimi aynada seyredemiyorum. Belki karanlık bir odada yalnızlığını unutmak için şarkı söyleyen adamın psikolojisi.”
İlk kitabı 1942’de doğuyor. 75 sayfalık bir araştırma: Balzac ve yüz sayfalık bir tercüme: Altın Gözlü Kız. Yazar olarak ilk eseri Balzac’tır. Yazıyor, her eserde biraz daha yalnızlaşıyor, her esere gözlerinin ışığını veriyordu. “Hernani’ye kaç yılımı gömdüm, kim farkına vardı, Emil’in önsözü ile en az bir ay uğraştığımı kime anlatabilirim.”  Kendini tüketerek can veriyordu eserlerine. Hem engin bir araştırma, ibdâ ve inşa etmek hevesiyle yazıyor hem de bu meraktan içten içe huzursuzluk duyuyordu. Batı’nın kültür taşlarına ömrünü harcıyor bu onu komplekse sürüklüyordu. “Asırların Efsanesi, Hernani, Marion de Lorme… Yarım kalmış bir Kral Eğleniyor… Ve başlanıp bırakılan Sefiller Tercümesi. Tek kelimeyle düşmanın çizmelerini yalayan bir tecessüs; adi ve ahmak.”
Dehanın soluğunu hissediyordu,  akıbetini görüyordu.” Yanmak ve çile çekmek, her müridi bekleyen iki tünel;  saadete, şöhrete, bilgeliğe o dehlizlerden varılıyor. İştihası olmayana iştiha vermek… Bu mucizeyi kaç evliya başarmış?” Beşeri ihtiraslardan uzak şöhrete, bilgeliğe doğru yol alıyordu fakat yaşamak için sevilmeye çok sevmeye ihtiyacı vardı. Fevziye Hanım ona muhtaç olduğu eli uzatır. 1942 yılında yaşını başını almış Feyziye Hanım’la hayatını birleştirir Cemil Meriç. Yirmi beş yaşını henüz bitirmiştir. Ruhunu Mefisto’ya yani şeytana satar gibi evlenir.
“Hayır, severek evlenmedim. Hayatımı bir zebani ile birleştirecek kadar yalnızdım. Yalnız ve yabancı. Bir kadın ilk defa olarak adımı taşımaya razı oluyordu. Bir kurtuluş, cehennemdir kurtuluş.”
“Ben heyecandım, spontane idim, şiirdim, bohemdim. Karım, sakin bir yaz akşamı, fırtınasız bir liman. İki insan birbirinden bu kadar farklı olabilirdi. Önceleri bir manastıra giriş gibiydi bu ıstıraptan başka bir ıstıraba, bir zilletten bir zillete geçiş gibiydi. Karım benimle evlenmeye nasıl cesaret etti, hala anlayamıyorum. Ya çok zekiydi, ya çok ahmak. Ben herhangi bir meçhul değildim. Kasırga idim.’’
İnsanlığa yepyeni bir dünya kazandıran büyük eserler, uzun doğum sancılarının mahsulüdür. Uykusuz geceler yaşanmış, iftiraya uğramış, sefalet çekmiş, şimdi doğum sancıları çekiyordu. Çünkü hakiki sanatkârı bekleyen akıbet de buydu. “ Yeni ahenkler ve hakikatler müjdeleyen mücahit… kinin kasırgalaştırdığı alınlarda aşkı çiçeklendirmek de senin vazifen. Unutma ki tavan arasında yaratacağın büyük sanat eseri, milyonların şuurundaki zinciri kırabilir.”
Kinin kasırgalaştırdığı alınlarda aşkı çiçeklendirmek için yazıyordu. Artık “yazmak şehvetti”. Yaşanılmaz bir dünyada “cinsi buhran, ruhi buhran” ın doğurduğu şehvetle durmadan yazıyordu. Lamia’ya yazdığı mektuplar, bu şehvetin tezahürüydü. Evliydi ama hala ruhen yalnızdı. “ Kendi kendini yiyen bir ıztırap” “yapayalnız bir ünlem”di! Yalnızlığını dindirmek için Kaya’ya sığındı. Kaya soğuktu, katıydı ona yepyeni bir çehre verdi: Lamia. Lamia, hayalinde yarattığı seraptı. Lamia, parıltıydı, ışıktı. Bu ışıkta körlüğünü unutmak istedi.
Körlük… “Ben alışamadım körlüğe. Bu kelime telaffuz edildikçe büyük bir kabahat işlemişim gibi yüzüm kızarıyor. Gözlerimi göstermek istemiyorum. “ Körler, bütün ülkelerin paryasıydı. Kör müsün, kör olasıca, hay kör şeytan…”
“Sessiz, uyuşuk, kendi kendine yeten bir hayat. Ve ebediyete yönelen bir ihtiras, ebediyete ve kâinata. Kelimeler dünyasının sultanı olmak, zindanımda, hayır fildişi kulemde, sanatın ve düşüncenin gökdelenlerini inşa etmek… Kader buna imkân vermedi. Nemesiz’in parmakları gözlerime uzandı.”
Gökten ateşi çaldığı için bütün Prometeler gibi, Tanrıların gazabına uğrayan bir fikir maceracısıdır artık. Okumak için başkalarının yardımına ihtiyacı vardır.
Gözlerine yeniden sahip olmak, kütüphanesinde okuyabilmek için ömrünün geri kalanını günde yedi zeytin tanesiyle geçirmeye razıdır. ‘’ Zavallı Cemil Meriç! Etrafındakileri yalnız beyniyle değil gözleriyle de besledi. ‘’
Otuz sekiz yaşındadır ve gözlerini kaybetmiştir. Ameliyatlar başarısızlıkla sonuçlanmaktadır. Tek çare rüyalarının kenti Paris’e gidip orada bir dizi ameliyat geçirmek. Paris, rüyalarını süsleyen kenttir.
“20 Ocak 1955… Bir elinde bavul, ötekinde baston. Bavulunda acıları, korkuları, ümitsizlikleri, bavulunda mazisi.” Paris’e doğru yol alır.
“ Ben görmedim Paris’i… Paris evde yoktu. Ben rüyada gördüm Paris’i, gülümsedi ve kayboldu.  Neden beni aramak için buralara kadar geldin diye sitem etti bakışları. Promete Kafdağı’na zincirlenmiş, ben hastaneye zincirliyim. Paris’te hastaneye zincirli olmak. Hastaneye ve karanlığa.
Gözlerini kaybedince her şeyini kaybetmiş duygusu yaşar. Göz nurunu gömerek inşa ettiği eserleri de yankı uyandırmayınca cinnetin ve intiharın eşiğine sürüklenir.”Yaratamıyorsun. Düşünce… Düşünce berraktır, sen düşünemiyorsun. Bazen bir kuyuya benziyor hayat; kirli, pis, zehirli bir kuyuya. Boğuluyorum, ölüme koşacak mecalim kalmıyor, kimseyi görmüyor gözüm. Sevdiklerim yabancılaşıyor. Kitaplar tuğla oluyor birden. Dostlarımın sesini tanımıyorum.”
“Kimin için yaratacaksın? Tefekkür Sina’sı, metruk manastır. Kitaplar boş kutular gibi. Mabedler her devirde ziyaretçisiz kalmış. Bu da kovalanmış, İsa çarmıha gerilmiş. Gandi öldürülmüş. İnsanlar ışığa, hayata, sonsuza düşman. Onları rahat bırak. Ve yaşa! Aydınlanmak için yani aydınlatmak için değil.”
Körlüğün küçüklük duygusuyla dış dünyaya kapadığı gözlerini iç dünyasına açar. İç dünyası “hasta bir hayvanın korkularını aksettiren kırık bir ayna. Yalnızdır; yalnız ve yabancı. “ Gözlerini kaybettikten sonra kuyudadır, varlığı bir tele asılıdır, istediğini yapamamaktan, sakatlığından doğan bir acizlik içindedir. “Acıları dev aynasında büyüten rezil bir hassasiyetim var. Aczime tahammül edemiyorum.”
“Bazen şükrediyor körlüğüne. Felaketine dört elle sarılmak istiyor. Körlük bir nevi ölüm.  Hayır ölümden çok daha beter bir işkence. Öldükten sonra yaşamak gibi bir şey.  Bir hortlak gibi yaşamak, şekillerin silindiği, güzelliklerin kaybolduğu düşman bir dünyada yaşamak. Dünyanın dışında yaşamak.”
Cemil Meriç, kendini daima yabancı, etrafındakileri düşman görme eğilimindedir. Dünyanın dışından, başka bir gezegenden gelmiş, nesli tükenmiş bir ucubedir. Komplekslidir, görüntüsünden hoşnutsuzdur. Körlüğünden utanmaktadır. Hâlbuki asıl sorun bu değildir. O, başka bir dünyanın kafasında düşünmekte, başka bir dünyanın dilini konuşmaktadır. O, gönlüyle de kafasıyla da tam bir Batılı’dır. Bu şamarı onun suratına ilk defa yine bir batılı vurur:
Bir yaz öğleden sonra genç bir Fransız romancısı, Cemil Meriç’in evine gelir. Bu genç yazar, salona girince tüm kitap ciltlerinin adlarını okur okumaz dehşete kapılır. Salonda mağrur ve mütebessüm oturan Meriç’e darbesini indirir: “Beyefendi bu mükemmel bir Fransız kütüphanesi ama siz Türk’sünüz! Sizin kütüphane nerede? Evet, o, 1968’li yıllara kadar insanlığın düşünce tarihini tavaf eden şakirttir. 1966-67 yılları arasında ilk kez düşman çevreyle temas ediyor. Düşman çevre yani kendi insanıyla. Konya’ya giden bir otobüs yolculuğunda karşısına çıkardığı üniversiteli genç: ” Sen bizden değilsin!” der. “Sen bizden değilsin!” “Evet, ben onlardan değildim. Ama onlar kimdi? Uçurumun kenarında uyanıyordum. Demek boşuna çile çekmiş, boşuna yorulmuşum. Bu hüküm hakikatin ta kendisiydi.”
Bu olay onun hayatındaki ikinci kırılma noktasıdır. Artık gözleri dış dünyaya değil, kendi gerçeğine çevrilidir; muhasebeler yapar: Sultanahmet Camiinin çinilerini bir kere gezmemiş, Paris’te Jean Vealjan’ın  gezdiği sokakları çok iyi bilmektedir. 
“Altmışlara kadar tecessüslerimin yöneldiği kutup: Avrupa, coğrafyamda Asya yok.(…) Hind benim için Asya’nın keşfi oldu. Avrupa’dan görünen Asya, Avrupalının gözüyle Asya. Ama nihayet Asya. Bu yenidünyada da kılavuzlarım Avrupalıydı demek istemiyorum.(…) Spinoza 44 yaşında ölmüş. Nietzche 44 yaşında delirmiş. Ben yolumu 44 yaşından sonra buldum.”
En çok sevdiği Fransız yazarlar Hugo, Chateaubriand ve Balzac; düşünür ve ve filozof Voltaire: Fikri gelişimini en çok etkileyen yazarlar Paul Bourget, Taine, Doktor Buchner, Rousseau, Nietzche, Hegel , Machiavelli, Prodon , Saint- Simon; entelektüel gelişmesinde yol gösterici olmuş iki hoca olan Quinet ve Michelet ….’ Der. İbn-i  Haldun’a Ahmet Mithat’a Peyami Safa’ya,  Attila İlhan’a Tarık Buğra’ya ve Bediüzzaman’a geçerek bilgiden irfana adım atar. “İrfan, düşüncenin bütün kutuplarını kucaklayan bir kelime.  İrfan, kemale açılana kapı, amelle taçlanan bir ilim.” Kitaplar arasında geçen ömrü artık bilgelik bahçesine dönüşür. Ve akıldan gönüle, bilgiden irfana ermiş bir dervişti. İrfan yolculuğunda mutlak güzeli arar.
1970’li yıllarda Fildişi Kulesinden çıkan Cemil Meriç; mutlak güzeli arama serüvenini gerçekleştirir. Asya ile Avrupa’nın koyun koyuna yer aldığı, ama muhteşem maziyi muhteşem istikbale bağlayacak bir serüven:
“Bir çağın vicdanı olmak isterdim, bir çağın, daha doğrusu bir ülkenin, idrakimize vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek, Türk insanını Türk insanından ayıran bütün duvarları yıkmak isterdim. Muhteşem maziyi, daha muhteşem bir istikbale bağlayacak köprü olmak isterdim; kelimeden, sevgiden bir köprü. Sanat, düşüncenin, düşünce mukaddeslerin emrinde olmalı. Hakikat, mukaddeslerin mukaddesi… Hakikat ve sevgi.”

 

KAYNAKLAR:
1) Cündioğlu, Dücane, “Bir mabed bekçisi Cemil Meriç”, Etkileşim yay. , 2006, İstanbul
2) Cündioğlu,Dücane “Bir mabed savaşçısı Cemil Meriç”, İletişim yay. , 2007, İstanbul
3) Armağan, Mustafa, Cemil Meriç : Düşüncenin Gökkuşağı, Etkileşim yay. , 2006, İstanbul
4) Meriç, Ümiç , Babam Cemil Meriç, İletişim yay. , 2006, İstanbul
5) Beyazyüz, Murat, Cemil Meriç’in Psikolojisi, Aşina Kitaplar, 2007, Ankara
6) Meriç, Cemil, Bu Ülke, İletişim yay. , 2004, İstanbul
7) Meriç, Cemil, Jurnal, Cilt 1, İletişim yay. , 2008. İstanbul
8) Meriç, Cemil, Jurnal, Cilt 2, İletişim yay. , 2008. İstanbul
9) Yalsızuçanlar, Sadık, Bir Aydın Namusu, Sosyal Paylaşım Sitesi, 2011
10) Meriç, Cemil, Mağaradakiler, İletişim Yayınları,2008 İstanbul
11) Meriç, Cemil, Sosyoloji Notları ve Konferanslar, İletişim Yayınları 2008