Gazetecinin Said Nursi’yle son görüşmesi

Gazetecinin Said Nursi’yle son görüşmesi

Üstadı, bu ziyaretim, meğer sonmuş. Ne bilirdim ki, Üstad benimle helâlleşip, vedalaşıyormuş...

Risale Haber-Haber Merkezi

BEDİÜZZAMAN’IN SON 60 GÜNÜ

Uzun yıllar Ağrı'da “Demokrat Ağrı” ve “Medeniyet” gazetelerini çıkaran, Son Şahitlerden Celâl Başer Bediüzzaman’la olan son görüşmesini anlatıyor:

1960 yılı Şubat sonları…

"O tarihlerde Üstadı Ankara'ya sokmamış, geri çevirmişlerdi. Sol gazeteler aleyhinde neşriyata başlamışlardı. Böyle bir hengâmede ben yine ziyaretine gitmiştim. Meğer bu ziyaretim son ziyaretmiş.

"Ben, Süleyman Rüştü Çakın'ın dükkânına gittim. Arkadaşlar da hep oraya toplanmışlardı. Bir telaşlı hava vardı. Bana dert yandılar. Üç günden beri Üstadın kapısında bir polis jipinin nöbet tuttuğunu ve kimseyi Üstadın yanına sokmadıklarını söylediler. Vali ve Emniyet Müdürünün şehirde olmadığını, âdeta kaçtıklarını, Ankara'ya telgraf çektiklerini, fakat cevap alamadıklarını söylediler.

"Üç günden beri kapısında polisler beklediğini Üstad ancak o gün haber almıştı. Eğirdir'e gezmeye gitmek isteyen Üstada talebeleri durumu anlatmışlardı. Üstadın canı çok sıkılmıştı. Bu sebeple de kimseyi ziyaretine kabul etmiyormuş.

"Ben haber verilmesini, kabul etmezse geri döneceğimi söyledim. Bir arkadaşı yolladık. Biraz sonra dönen kardeşimiz, Üstadın beni beklediğini söyledi. Bu kabul ediliş, beni son derece memnun ve mütehassis etmiştir.

"Polislere görünmeden Üstadın yanına gitmenin yolunu düşünüyordum. Polis arabası, Üstadın evinin yolunda hatırımda kaldığına göre, CHP İl Başkanı Mehmet Çimen'in evinin önünde duruyordu. İçinde iki sivil polis memuru bulunuyordu.

"Ben, Üstadın hizmetlerine bakan ve içeri girip çıkmasına bir şey denilmeyen arkadaşa, 'Siz bahçe kapısını açık tutun, ben arka yoldan gelir, polis arabadan inip yanına gelinceye kadar, ben içeri girip, bahçe kapısını kilitlerim' dedim.

"Aynen bu planı tatbik ederek Üstadın evine girebildik. Ben bahçeden içeri girerken polis arabadan indi, ben acele ile kapıyı kapattım, arkadan kilitledim. Tahta bir merdivenden yukarı çıktım. Odasına hürmetle girdim. Yine tahta bir karyolada yatıyordu. Ev yine çok sade ve boş idi. İçeride Nur talebelerinden Sungur, Ceylan ve Tahirî vardı.

"Üstad rahatsızdı. Her halinden canının sıkkın olduğu anlaşılıyordu. Yanına yaklaşarak, yorganın üzerinde bir deri bir kemik halinde duran mübarek elini öptüm. Üstad bu durumdan çok müteessir oldu. 'Elimi öpmemeli idin!' dedi.

Kendilerine, ‘Üstadım, ben sizin elinizi öpmeyeceğim de, kimin elini öpeceğim?' dedim. Üstad: 'Hayır!... Bizler talebeyiz ve kardeşiz. Ben bunun altından nasıl kalkacağım, sana kitap versem kitaplar sende vardır.'

"Ben Üstadın bu üzüntüsü karşısında şaşırmıştım: 'Üstadım, ben talebe kardeşlerimi dolaşarak geldim. Cümlesi de kendi yerlerine elinizi öpmemi istediler. Ben bu vazifeyi yerine getirdim.' Üstad yine üzüntülü ve ancak duyabilecek bir sesle, "Hayır... Onlar da benim kardeşlerimdir' dedi.

"Ben bu sefer: 'Üstadım ben Konya'ya da uğradım. Kardeşiniz Abdülmecid Efendiyi de ziyaret ettim. Abdülmecid Efendi hassaten ellerinizi öpmemi istediler.' Üstad Hazretleri, bu sözlerim üzerine derin bir nefes aldı. "Ha... İşte oldu. Abdülmecid benim küçüğümdür. Beni bir yükten kurtardın' diyerek doğrulmak istedi. Kardeşler sırtına bir yastık dayadılar, beni bağrına bastı, talebelerine dönerek;
"Ben sizlere demedim mi? Bu, o gazetecilerden değil. Senin gazeten, Nur'un matbuat kalesidir. Senin gazeten ve yazıların bize geliyordu' dedi.

"Üstad bu son ziyaretimde bana tam bir saat ders verdi. Dersin mahiyeti kelime kelime aklımda olmamakla birlikte, hatırımda kalan sözleri: “Buradan çıkar çıkmaz, Isparta'dan ayrıl. Burada durma.”

"Ben, Üstadın bu sözlerindeki mânayı, o gece Ankara'ya varıp, evime telefon ettikten sonra anlamıştım. Ankara'dan evime telefon ettiğimde, benim Isparta'da tevkif edildiğim haberinin yayılmış olduğunu öğrendim. Ayrılırken Üstad beni ikinci defa bağrına bastı. Vedalaştık. O kadar hastalık içinde benimle ilgilenmesi, beni çok derin duygulandırmıştı. Demek çok derse ihtiyacımız varmış. Çünkü çok hasta ve mecalsizdi. Tam bir saat radyofonik bir sesle bana ders verdi. Konuşmaları hâlâ kulaklarımda çınlar, gönlümün derinliklerinde çağlar.
 
"Hâlâ o kudsî sıcaklığı duyuyorum bağrımda"

"Üstaddan ayrılınca, çıkıp doğru polis arabasına gittim. Arabadan bir sivil memur hüviyetimi istedi. O tarihte sahibi bulunduğum Demokrat Ağrı gazetesinden aldığım sarı basın kartını verdim. Polis memuru biraz hayret, biraz istihza ile;
"Üstelik gazetecisin!' dedi.
"Evet, gazeteciyim' dedim.

"Polis memuru:
"Niye buraya geldiniz?'
"Üstad Hazretlerini elini öpmeye geldiğimi söyledim.
"Polis memuru tam bir bilgiçlik içinde:
"Üstad Hazretleri ne yapmış yani? Kur'ân'ı başkaları da tefsir etmiş.'
"Anladım ki, bu memurun derse ihtiyacı vardı.
"Evet, Kur'ân-ı Kerim’i çok kimseler tefsir etmişlerdir. Kur'ân iki türlü tefsir edilmiştir. Biri lügavî mânada ki, bunu çoğu kimseler yapmışlardır. İkincisi ise hikemî mânada. İşte bunu da Üstad Hazretleri yapmıştır' dedim.
"Polis memuru, bir uzun 'Ya!..' çekti.
"Ben, 'Git bunu Valine ve Emniyet Müdürüne aynen söyle... Bir gazeteci böyle söylüyor, de!' dedim.

"Hüviyetimi alıp ayrıldım. O gece şifre ile Ağrı'dan durumumu sormuşlar. Eve, çocuklara, Isparta'da tevkif edildiğim şeklinde haber gitmiş. Ama Üstad Hazretlerinin ikazı üzerine, o gün hemen Isparta'dan ayrılmış. Ankara'ya gelmiş eve telefon ederek durumu öğrenmiştim. Böylece Üstadın himmetiyle, ailem ve çocuklarım, merak ve ızdıraptan kurtulmuşlardı.

"Üstadı, bu ziyaretim, meğer sonmuş. Ne bilirdim ki, Üstad benimle helâlleşip, vedalaşıyormuş. Hâlâ o kudsî sıcaklığı duyuyorum bağrımda...

Kaynak:
Necmettin Şahiner, Son Şahitler 3.Cild s. 216