Geride bahçeler, güzel mekânlar ve içinde zevk ü sefâ sürmüş nice ni‘metler bırakmışlardı!
Ayet meali
Bismillahirrahmanirrahim
Cenab-ı Hak (c.c), Duhan Suresi 17-33. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor
17 . Celâlim hakkı için, kendilerinden önce Fir‘avun kavmini de imtihân ettik; onlara da şerefli bir peygamber (olan Mûsâ) geldi.
18 . “Allah’ın kullarını (İsrâiloğullarını) bana teslîm edin! Şübhesiz ki ben, sizin için (gönderilmiş) emin bir peygamberim” diye (da‘vette bulundu).
19 . Ve (Mûsâ onlara:) “Allah’a karşı üstünlük taslamayın! Çünki ben size apaçık bir delil (mu‘cize) getiriyorum” diye (da‘vette bulundu).
20,21 . Ve (şöyle dedi:) “Şübhesiz ki ben, beni taşla öldürmenizden, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan (Allah’)a sığınmışımdır. Eğer bana îmân etmiyorsanız, bâri benden uzak durun (da ilişmeyin)!”
22 . Buna rağmen (kavminin îmân etmemesi üzerine, Mûsâ): “Doğrusu bunlar, bir günahkârlar topluluğudur” diye Rabbisine duâ etti.
23 . Bunun üzerine (Rabbi de ona): “Kullarımı geceleyin yola çıkar; çünki siz ta‘kîbe uğrayanlar (olacak)sınız” (buyurdu).
24 . “Ve (karşıya geçince asânla vurarak kapanmasını isteme,) denizi açık bırak! Çünki onlar suda boğul(malarına hükmedil)miş bir ordudur.”
25,26,27 . (Onlar geride) nice bahçeler, pınarlar, ekinler, güzel mekânlar ve içinde zevk ü sefâ sürmüş kimseler oldukları nice ni‘metler bırakmışlardı!
28 . İşte böyle! Artık onları, başka bir kavme (İsrâiloğullarına) mîras bıraktık.
29 . Bunun üzerine onlara, ne gök ne de yer ağladı! (Onlar) mühlet verilen kimseler de olmadılar! (*)
30,31 . And olsun ki, İsrâiloğullarını o (pek) aşağılayıcı azabdan, Fir‘avun’dan kurtardık. Çünki o üstünlük taslayan bir kimse idi, haddi aşanlardandı.
32 . And olsun ki, onları (İsrâiloğullarını kendi asırlarındaki) âlemlerin üzerine (lâyık olduklarını) bilerek seçtik (de onlara üstünlük verdik).
33 . Onlara, içinde apaçık bir imtihan bulunan mu‘cizelerden de verdik.
(*) “Şu âyet, mefhûm-ı muvâfık (doğrudan ifâde ettiği ma‘nâ) ile şöyle fermân ediyor: ‘Ehl-i dalâletin ölmesiyle, semâvât ve zemin (gökler ve yer) onların üstünde ağlamıyorlar.’ Ve mefhûm-ı muhâlif (karşı ma‘nâ) ile delâlet ediyor ki: ‘Ehl-i îmânın dünyadan gitmesiyle, semâvât ve zemin, onların üstünde ağlıyor.’ Yani, ehl-i dalâlet (kâfirler), mâdem semâvât ve arzın vazîfelerini inkâr ediyor. Ma‘nâlarını bilmiyor. Onların kıymetlerini iskāt ediyor (düşürüyor). Sâni‘lerini (yaratıcılarını) tanımıyorlar. Onlara karşı bir hakāret, bir adâvet (düşmanlık) ediyorlar. Elbette semâvât ve zemin, onlara ağlamak değil, belki onlara nefrin, yani bedduâ ederler ve onların gebermesiyle memnûn olurlar. Mefhûm-ı muhâlif ile der: ‘Semâvât ve arz, ehl-i îmânın ölmesiyle ağlarlar.’ Zîrâ ehl-i îman ise; çünki semâvât ve arzın vazîfelerini bilir. Hakîkî hakîkatlerini tasdîk ediyor. Ve onların ifâde ettikleri ma‘nâları îmân ile anlıyor. ‘Nekadar güzel yapılmışlar, ne kadar güzel hizmet ediyorlar!’ diyor.” (Sözler, 32. Söz, 300-301)