Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

Kendini Fiil İçinde Müstetir 'Hu' ya da Karınca Gibi Görmek

Malûm hikâyeyi bilirsiniz. Kanuni Sultan Süleyman Topkapı'yı gezerken bir meyve ağacının kuruduğunu görür. Buna da karıncaların sebep olduğunu anlar. Ağacın karıncalardan kurtulması için, ne yapılabileceğini düşünür. Sonunda Şeyhülislam'a kadar işi götürür. Ona:

"Dırahta ger ziyan etse karınca,
Zararı var mıdır onu kırınca?"

dizeleriyle bir sual sorar.

Şeyhülislam Zembilli de ona:

"Yarın Hakkın divanına varınca,
Süleyman'dan hakkını alır karınca."

dizeleriyle cevap verir.

"Dıraht" Farsça, meyve ağacı demek. Kanuni, meyve ağaçlarına zarar veren, onları kurutan karıncalardan kurtulmak adına, onların telefi için, bir fetva arar ama bir türlü alamaz.

Demek, hak haktır .Küçüğüne, büyüğüne, kimin hakkı olduğuna bakılmıyor. Bu, hayvan da olsa. Hayvan haklarının söz konusu olduğu bu günlerde, hatırlanması açısından güzel bir örnek. Bizzat hadîslerde hayvanlara iyi davranılması, onlara eziyet edilmemesi tavsiye edilir. Hatta salihlerden de olsa bir kediyi aç bırakan bir kadının ahireti hakkında Hazret-i Peygamber, iyi bir haber vermemiştir.

Her neyse, biz bu bir girişi başka bir vesileyle yapmış olduk. Yine yakınlarda bir konuşmasına denk geldiğim meşhur bir arkadaş: "Allah bizim gibi basit bir varlığı niçin gözetlesin, bizim yaptıklarımızı kaydetsin ki? Biz mesela karıncaları önemsiyor, onları gözetliyor muyuz?" demişti.

Üstad, sanki asrı okumuş, sualleri dinlemiş ona göre eser telif etmişti. Seneler önce, altı ay kadar süren hususî bir talebe derslerimizin birinde, her sualinin cevabını Risalelerden okuyarak verdiğimiz bir talebemiz "Hocam, Said Nursi beni tanıyor mu ki tam bana göre cevaplar veriyor ve böylece her sualimizin cevabını almış oluyoruz?" deyivermişti.

Evet, Said Nursi bizi belki tanımıyordu ama asrın derdiyle dertlenmiş, özellikle bu tip suallerin muhatabı gençleri düşünüyordu. Kur'an'a yönelen yıkıcı ve imana musallat şüphe verici yaklaşım ve hücumları tâ geçen asrın başından itibaren takip ediyordu. O, bütün zamanını ve mesaisini bunlara karşı ne yapılabilir, bu hücumlar nasıl durdurulabilir; ağır şartlar aslında cihad-ı manevinin usulleri nasıl olmalıdıra veriyordu. Bu küllî hücumlara karşı yeni eğitim metotları, taze izah tarzları, kucaklayıcı içtimaî düsturlar ortaya atıyor; her platformda bunları dinlendiriyordu.

Müslümanlara geniş dairede onlarca hadîs ve âyetin emrettiği İttihat ve kardeşliği tavsiye ettiği gibi; zulmen ikâmete mecbur tutulduğu mekânlarda ve hapishane köşelerinde de iman ve Kur'an hakikatlerinin gerekçeleriyle hak olduğunu ispata çalışıyordu.

Yeni Cumhuriyet döneminde bu tip hücumlar artık devlet eliyle yapılır hâle geldi ve devlet, kendi altına dinamit koyacak nesilleri bizzat kendi yetiştiriyordu. Neticede de yetişen nesillerin sillesi dehşetli oluyordu ve olmuştu elbette. İşte, ekilen tohumların bir meyvesi de yukarıda konuşmasını verdiğim, dinlediğim arkadaşımızdı.

"Biz karıncayı izliyor muyuz ki Allah da bizi izlesin." diyecek kadar kendi hakikatinden, mahiyetinden; semalara denk tutulan arza verdiği kıymetten habersiz bu arkadaş, karıncanın mahiyetinden de habersizdi ki hayat nimetiyle dağdan da büyük bir kıymet kazanan ve bu sayede tüm kâinat ile alakadarlık peyda eden karıncanın bu ulvî keyfiyetinden de bihaberdi.

Tam da bu düşünceye işaret eden Mesnevi Habbe'de "Nefsin belahat ve hamakatine bak ki" cümlesiyle başlayan ve "Şeytanı bile yaptığı mugalatadan utandırıyor." cümlesi ile biten bir "İ'lem" var. Üstad bu "İ'lemde" önce, Cenab-ı Allah'ın icraat ve tecellisinin geniş ve kanun şeklinde olduğunu anlatıyor. Yani Cenab-ı Allah bütün kedilerin ağzını 'miyav' sesine münasip yarattığı gibi, insanın ağzını da "Bismillah'a" daha münasip bir terbiye ile terbiye ediyor. Bu umumilik terbiye fiilinde de öyle. Yani ağaçlar çekirdekten; insanlar, koyunlar vs. nutfeden; kuşlar, balıklar yumurtadan, terbiye neticesi çıkıyorlardı. Bütün kafalar göz, burun, dil ve kulakla donatıldığı gibi, burnuyla yiyen, kulağıyla koklayan da yoktu. İnsan veya hayvan bütün uzuvlar, aynı görev için tanzim ve terbiye edilmişler. Bütün canlıların kulakları, gözleri aynı görevi görüyordu.

İşte bazıları, bu umumiye bakarak bu haşmetli fiillerin içinde görünmez ve bilinmez olduklarını zannediyorlar. Yani küllî ve azametli fiillerin içinde kendisine bakan, dikkat eden bir nazarın olmadığına hükmediyorlar. Kendilerini, bir fiilin içinde kendini belli etmeyen ve önemsiz görünen bir "hu" zamiri basitliğinde ve önemsizliğinde zannediyorlar. işte üstad bu fikre "Şeytanı bile utandıracak bir aldamacadır." diyor, Habbedeki İ'lemde.

Demek, şeytanı bile utandıracak aldatmacaya, vehim ve safsataya başvuruyor arkadaşımız. Yeter ki beni gören, bilen, kayda alan biri olmasın veya ben öyle bileyim. Bu, öyle olma temennisinin önce vehme, sonra da fikre dönüşmesinin neticesi elbette.

Bu tipler, bırak insanın mahiyeti, karıncanın kâinatı alakadar ve ona hizmetkâr eden hayat nimetinin bile farkında değiller. Hayatın farkında olamayınca, kendilerinin de "zübde-i âlem" (âlemin özeti)ve "dide-i ekvan" (kâinatın göz bebeği) olan ulvî derecesinden de bihaberler. Halbuki insanı, sadece Cenab-ı Allah gözetlemiyor. Koca âlem, insana göre adım atıyor, attırılıyor. Güneşten tut yedi kat semavata kadar, topraktan tut ağaçlara, ırmaklardan tut okyanuslara kadar her şey, hatta bizi sarsmadan çeviren arza kadar tüm mevcudat bizi gözetliyor bize göre adımını atıyor. Mânen de "Hizmet ettiğimiz bu koca kafalı bir beşer, acaba bizim de kendisinin de sahibimizi niçin tanımıyor?" diyor.

Kâinatın tüm unsurlarını insanın emrine göre dizayn eden bir Zât-ı Rahim-i Hâkim-i Hakîm seni başıboş bırakır mı arkadaş? Bu, o zaman kâinatı neticesiz bırakmak, hâliyle büyük bir abesle iştigal olmaz mı? İnsanı kâinatın en şerefli ve donanımlı varlığı, nazlı misafiri, kendisinin has muhatabı olarak seçen Allah, insanın her fiilini dikkatle takip edip kayda almaz mı? Alınmazsa abes olmaz mı?

Evet dostlar, hani bir beldeye vazifesiz ve rütbesiz biri uğrasa, ondan kimsenin haberi olmaz ve o, ilgi görmez. Ama bir padişah uğrasa, tüm kamera ve haber kanalları onun peşinde olur. Onun tüm hareketlerine dikkat edilir, her fiili kayda alınır. Hatta ona göre çeşitli vaziyetler alınır.

İşte, insan da kâinatın padişahı. Elbette insan dışında da çeşitli misafirler var. Karınca gibi mesela. Ama insan, kâinatın padişahı konumunda bir misafir olduğundan her şey ona dikkat ediyor, her kamera elbette onun peşindedir ve peşinde olması da elzemdir. Kendi mahiyetinden habersiz olanlar bile bu muameleye tâbi. Kendilerinin bunu bilmemesi sonucu değiştirmiyor.

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum