Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

Şükürden Şirke Düşmek

90'lı yılların başında çalıştığımız Akçaabat Lisesi'nde bizi takibe başlayan ve bu takibini Nurları tanıyarak zenginleştiren, Emine isimli öğretmen bir öğrencim var. Nurların yanında çeşitli kitaplar da okur. Hem Nurlardan hem de okuduğu diğer kitaplardan aklına takılan veya çözmekte zorlandığı suallerini biriktirir ve periyodik olarak, bazen vicahen bazen de telefonda bize sorar. Emine Öğretmen, özellikle şirk konusunun mahiyetini ve dehşetini ve insaniyeti getirdiği son noktayı Risalelerden; uhrevî neticelerini de diğer kitaplardan okudukça, dehşete kapılıyor ve her soru tevcihinde şirki sormayı ihmal etmiyor.

Geçen yine aradı ve bu sefer "Şirke düşenler, cehennemde hapsedilecek ve daha da oradan çıkamayacak, diye okudum, bu doğru mu?" diye sordu. Korkmasının asıl nedeni de özellikle gizli şirk. Onun için sualini: "Ben diye başlayan her cümlemizin altında veya arkasında, yaptıklarımızı zahirde kendimize nispet ederek anlattığımızda, gizli şirke düşmüş olmaz mıyız?" sualiyle sürdürdü.

Bu sefer biz de aynı şekilde "Arılar bal, bahçe bu sene fındık vermedi, yağmur da yağıyor" gibi cümlelerimizin arkasında da zahirî sebeplere bağladığımız bazı fiillerin ifadesinde de şirk kokusu yok mudur?" diye mukabil bir sual sorduk. Bu sefer daha da korktu. "Öğretmenim, desene biz cehennemden hiç çıkamayız." cümlesiyle mukabele etti.

Biz de, "Kızım, bu âciz, fiil ve sözlerimizin cehennemî sonuçlarıyla pek ilgilenmiyoruz ya da bilmiyoruz. Ama hangi söz ve fiillerimizin bizi cehenneme düşüreceği ile pek fazla ilgileniyoruz" diye cevap verdik.

Evet, pek acib ve dehşetli bir asırdayız değil mi? Akıl göze inmiş, hâliyle akıl, gözün sınırları dışına çıkamadığından, o gözün sahibi de maddeperest olmuş. Sonuçta kendi de kör, sağır, kötürüm keyfiyetleriyle yaratılması ve hareketi için bir ilim, kudret ve iradeye sahip bir yaratıcıya muhtaç maddeyi, her şeyin gerçek faili olarak görüyor.

Şurası açık ki bir şeyin yaratılmasının yine yaratılmış birtakım sebeplere bağlı olması insanı, sebeplerin asıl şart olarak görülmesi yanlışına götürüyor. Yine "Hikmet-i ecnebiye veya fünun-u medeniye namı altında kısmen dalâlet, kısmen mâlâyaniyat meseleleri ile ruhunu kirletmiş, kalbini hasta etmiş, nefsini şımartmış" bu asrın insanı: "Her şey bir sebebe bakar. Meyveyi ağaçtan, hububatı topraktan istemeli. En cüz'i, en küçük bir şeyi de Allah'tan istemek ne demektir?" diye soruyor. Ya da bunu sormaktan kendine alamıyor. Sözlerinin arasından dinsizliği, şirki hatırlatan kokular yayılıyor. Neticede sadece dümenci neferi gibi dümeni çevirmek, yani yaratma gücünden mahrum, karar vermek gibi basit bir hissesine rağmen, kendi fiillerinin hakikî faili olduğunu; hâliyle ortaya çıkan güzelliklerin de hakikî sahibi olabileceği zannediyor. Bunu nefsine kabul ettirmek için de bütün eşyanın da kendi nefsine sahip olduğunu âleme ilan ediyor.

Kendinin ve eşyanın yaratılma ve devam keyfiyetinin Allah ile olan irtibatını koparıyor. "Her şeyi tabiat yaptı." fikr-i küfrisi veya birer bahane olabilen sebepleri, kendi de dahil icada katarak şirke yuvarlanıyor. Emine öğretmene bunları özetledim.

Kendi nefsimiz de dahil icattan eli kısa, adi sebepleri icada karıştıran insan, Allah'ı uluhiyette tek biliyor belki. Yani iki ilâh olamaz da diyor. Kâinattaki düzen, bunu insana zarureten dedirtiyor zaten. Fakat kâinattaki rububiyete, yani hâkimâne ve hakîmâne icraata gelince, bazen iman ehli olarak bizler de birer tablacı, birer bahane ve kapıcı konumundaki ağaç ve toprağı icada karıştıran, "Meyveyi ağaçtan, hububatı topraktan bilen" sanki insana öyle olduğu izlenimi veren cümleler kullanıyoruz.

Bazen de şirk-i hafiyi (gizli şirki) ima eden, benlik ve enaniyetin hissedarlığını için işin içine katıyor ve şükürden şirke düşüyoruz. Hem kendinde görünen hem de diğer nimetlere şükretmesi gerekirken, insan haysiyetini bile zedeleyen bir şirk ile, elmas mahiyetindeki nimetleri kömür ve kazurata çeviriyoruz.

Tevafuk Emine Hanım bizi aradığı saatlerde dükkânda "Şükür Risalesini" okuyor, notlar alıyor; derin tefekkür ve tezekkürümüzü yapmaya çalışıyorduk. Az önceki "Şükürden şirke düşer." çok mühim cümlesi de zaten Şükür Risalesinden. Bu bahsin mehrini vererek okuduğumuzda, gerçekten hâl, tavır, söz ve nefesimiz değişir.

Akla dokunan "Ve şu kâinat fabrikasını çıkardığı mahsulatın en âlâsı şükürdür." cümlesi, ne kadar engin ve zengin fikir sofraları açıyor aklın önüne değil mi? Kâinat, birbiriyle daha önceden tanışmış gibi, el ele verip bir fabrika ahenginde çalışan unsurları ile hangi maksad içindir? Basit kalemden iğneye kadar işleyen gaye ve maksat kanununu düşünelim. Bir şeyin yapım ve işletiminden önce, gaye ve maksadı düşünülür, planlanır değil mi? Bu, her şeyde böyledir de kâinatın yapım ve yaratılışında geçerli olmaz mı?Peki, kâinat fabrikasının kuruluş ve çalıştırma maksadı yani bu fabrikanın mahsulü nedir ve ne olmalıdır?

Bu fabrikanın şuurlu birer seyircisi, güzel işlemesi için tanzimcisi ve bazen de müdahalecisi insan, yani biziz. Öyleyse maksat da insana bakar ve ona göredir ve ondan beklenir.

Bu da:

-Şu muhteşem kâinatın şöyle bir temâşâgeri (seyircisi) makamında olduğundan, bu fabrikanın sahibini tekbir ve tesbih ile yâd ve Allahuekber ile mukabeledir. Bu yâd ve tesbihe insaniyetimizin tezahürü ve inkişafı için, biz muhtacız. Yoksa, sonsuz ilim ve kudret sahibi bir Zât-ı Zülcelâl değil.

- Kâinat içinde en acip, en zengin, en garip, en şirin, en câmî, en bed'i, bir hakikat olan rızkı, zahir ve batın duygularıyla tatmak, anlamak makamında şükür ve sena vazifesini yapmaktır. Demek şükürsüzlük, nimeti netice itibariyle kâinatı neticesiz bırakmakmış, bu da büyük bir zulümdür.

Rızık acib bir hakikat gerçekten. "Hiç ümit edilmediği bir tarzda, memeden ve odundan rızıklar akıyor; baş gösteriyor."

Bütün rızıklar, rızık olmanın yanında, sanat yönüyle de mu'cize ve harika. Başta insan, muhtelif hayvanatın rızıkları, kuru topraktan çıkarılarak ağaçlara, nebatlara, dağlara bindirilip asılarak, Güneşe karşı tutulup pişirilerek birer erzak tablası gibi insanların önüne uzatılıyor. Allah'ın sanatı, bizimkine benzemiyor. Biz topraktan çanak çömlek; Allah ise odun, odundan kiraz, portakal ve elma yapıyor. Uzun süre Ay'da yaşayan bir insanı dünyaya getirseydik; şu denizden balık çıkar mı diye balık ile deniz arasında irtibat kurmaya çalıştırısaydık acaba kurabilir miydi? Ya da şu ağaçtan bir elma, portakal ya da şu saptan bir karpuz alınıyor. Bunlar nasıl geliyor, diye sorsaydık, "Bunlar topraktan geliyor." diyemezdi birisi.

Deniz kazanlarında pişirilen muhtelif cins balık köfteleri, zahmetsizce soframıza konuluyor. Mübarek arı balı, elsiz böcek ise, ipeği bize takdim ediyor. Bütün bunlar bizi tanıyıp merhamet edemeyeceğine göre, demek bu rızıkları bize getiren bir Zât-ı Kerim, bizi bildiğini ve bize merhamet ettiğini bu rızıklar ile bize gösteriyor. Bu rahmet ve rızık hakikatini görememek ve inkâr anlamındaki lakaytlık, binler derece kör, sağır ve akılsız olmakla mümkündür sadece. Şiddet-i zuhurundan ve ülfetten dolayı bazen şükürde kemâl derecede olamayabiliyoruz. Nçin çok okumak, tefekkür, tezekkür ve sohbet diyoruz? İşte bu cehil ve nankörlüğü, inkâr ve kabalığı bitirmek için.

Emine Hanımın sorusu ile başladık, onunla bitirelim.

"Hocam bazen ben ile başlayan cümleler kuruyor, hayır ve hasenatımız ve güzel özelliklerimizi bizden biliyoruz. Biz de şirke düşmüş olur muyuz?"diye feryat ediyordu ya. Derecesine göre oluruz elbette. Ama fiilin bize ait olan sıfatını, vasfını değil de aslını yani yaratılmasını Allah'a teslim eden, şuurlu bir niyet ve mahcubiyetle kurduğumuz cümlelerden, herhalde mesul olmayız.

Evet dostlar, "Ben yaptım, ben zaten sahib-i kemâlim" gibi cümleler, tehlikeli. En güzeli, nefsimizin yalnız kusurunu ve noksanlığını görmek; düzelttiğin kusur ve hatalarını da daima arkaya atmak.Yani onları görmemek. Güzelliklerin ise, birer ihsan olduğu şuurunu birer fıtrat hâline getirip sahiplenmek. Bu hassas asırda, 'ene'yi nahnu(biz) havuzunda eritebilmek. Yani beni, biz içinde eritmek, belki de şirki hatırlatan lekelerden bizi uzak tutar. Dikkatle bakarsanız, bu yüzden, yazılarımızda birinci tekile pek yer vermez; o kelimeyi kullanmaktan uzak durmaya çalışırız. Zor oluyor ama tavsiye ederiz.

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
6 Yorum