Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

Yunus Sûresinin 16. Âyeti ve Hz. peygamberin (asm) Asırlara Vurduğu Cila

Rize Öğretmen Lisesinin ilk yılında idik. Yarıyıl tatilinde, yoğun kardan dolayı memlekete gidememiştik. Okulun yaşlı gece bekçisi ile aynı mekânı paylaştığımız da olurdu. Yine onunla idik. Bir yatsı ezanının üzerimizdeki izahı zor tesiriyle uyanmış ve Kur'an'a doğru yolculuğumuz başlamıştı.

Başarılı bir öğrencilik yılımızdı. Buna rağmen, ilk dönemde dikkat çekmemiştik. Ne zaman namaza ve bol bol kitap okumaya başladık, o zaman sağdan ve soldan ilginin odağı oluverdik. Soldan yaklaşanlar özellikle tevhid ve kötülük problemleri konusunda itikadımızı sarsmaya çalışıyorlardı. Sağdan yaklaşanlar da benim o dönem haberimin bile olmadığı, okulumuzun yanındaki nur medresesine gidip o vesileyle namaza başladığımı düşünmüş olmalılar ki üstad hakkında olur olmaz şeyler anlatıyorlardı. Üstadı ilk olarak hem de menfi şekilde onlardan duymuş, açık söyleyeyim biraz mesafeli olmaya başlamıştık. Fakat bana söyledikleri "Said Nursi, kendisine peygamber bile demiş." gibi bir ifadeleri vardı ki bunu bir türlü kabullenemiyordum. Bu asırda, böyle biri olamaz; olsa da meşhur olamaz, diye vicdanen rahatsızlık duyuyordum. Sonra yine bir sevk-i İlâhi ile nurları tanıyınca, ilk sorularımdan biri, bu soru olmuştu.

O dönem, Trabzon'da üniversitede okuyan hizmet ve gönül insanı Faris Kaya abi Rize'ye gelmiş ve bize ders yapmıştı. Onun "Bir sualiniz var mı?" sorusuna karşı sessiz kalmıştık ama içimizden keşke bu sualinin cevabı olan bir yer okusa, diye geçirmiştik. O da intak-ı bil Hak nevinden buna cevap olabilecek bir yerler okumuştu. Hatırımda kaldığı kadarıyla "Risalet-i Ahmediyeye Dair" olan 19. Söz'ü okumuştu ve tam isabetti. Dersten sonra, biz de sualimizi sorduk. O da çeşitli yerlerden, üstadın Peygamber Efendimizi anlatan ve tavsif eden kısımları ilaveten okudu. Risale-i Nurları okumadan, oradan buradan duydukları ile iftiravari şeyleri atıp tutanların bu düştükleri çukuru, hem de büyük bir hazineden mahrumiyetlerini hüzünle düşünmüştüm.

Geçenlerde, bir arkadaşımız paylaşmıştı. Nurlarda Peygamber Efendimizle ilgili 130'dan fazla tavsif, tarif ve tanım varmış. Bunlardan en çok hoşuma gidenleri, Faris abinin sohbetinde de geçen "şeref-i nevi insan, ferid-i kevn-ü zaman ve bihakkın fahr-i kâinat" ifadeleriydi.

Evet, bihakkın Fahr-i Kâinat başka kim olabilirdi ki?

Yunus Sûresini incelerken, 16. Âyete gelince, bu yazıyı yazma niyetimiz oldu. Kısa meal şöyle: "De ki: Eğer Allah dileseydi Kur'an'ı size okuyamazdım. Allah da onu size hiçbir surette bildirmezdi. Kaldı ki bana vahiy gelmeden önce de aranızda bir ömür boyu yaşadım. Hâlâ aklınızı kullanıp benim yalancı olmadığımı düşünmeyecek misiniz?"

İşin can alıcı noktasını Rabbimiz ne güzel bildiriyor değil mi? "Ben Peygamberim. Size, sizi yaratıp bu dünyada misafir eden Zat-ı Akdes'ten haber getirdim." diyen kişi, sizin yanınızda büyüdü ve yaşadı, gökten inmedi ki? Onu tanımıyor değilsiniz ki. Bunu, niçin görmüyor ve idrak etmiyorsunuz? Peygamber, kırk yaşına kadar zaten içinizdeydi. O, sıradan biri değildi ki. Herkesin evladı, anası, babası kadar yakından bildiği, tanıdığıydı. Onun doğru sözlü olduğunu herkes biliyordu, buna itiraz eden de yoktu. İtirazlar, peygamberim dedikten sonra başladı.

Bir insan, yalan söylemek hem de Allah adına yalan uydurmak için, kırk yaşına kadar bekler mi arkadaş? Makam ve mevki peşinde, şan ve şöhret derdinde olsa, bunu elde etmenin yaşı kırktan sonra mıdır? Hem böyle bir niyet olsa, kendi kabilesini karşısına alır mı? Özellikle Mekke Dönemi olmak üzere, bütün sıkıntı ve darlıklara, mahrumiyetlere yer ve yurdundan olmalara, bir yalan yüzünden muhatap olmayı göze alır mı? Hem çok akıllıydı demek hem de böyle bir zanda bulunmak akıl işi midir?

Kırk yaşına kadar, ümmi olduğunu; kimseden ders almadığını; kimseyle görüşmediğini; şair ve edip de olmadığını; tahakküm, didişme meyli içinde olmadığını; şüphe ve şaibe uyandıracak en küçük bir hareketi olmadığını; iffet, doğruluk, dürüstlük, sadakat, emanet sahibi olduğunu; yalan ve yanlışı hiç olmadığını herkes biliyor, görüyor ve anlıyordu. Peki, böyle bir Zât, kırk yaşından sonra birden yalana, hem de Allah adına yalana başvurur muydu? Başvurmazdı elbette. Haşa, başvurmadı da. Fakat karşısındaki topluluk, asabiyetle malûldü. Kendi ikbal, adet, töre, batıl inanç ve paye sistemlerinin yok olmasından korkuyorlardı. Bu korku, onların akıllarını başlarından almış, idraklerini kilitlemiş, niyetlerini bulandırmış, azim ve gayretlerini bir kişinin hak ve hakikate, düşünme ve kendini sorgulama davetini yok etmeye yönlendirmişti. Halbuki Peygamberimiz, davasında (haşa) yalancı olsaydı; bu, bir müddet sonra ortaya çıkacak ve iddiası hükümden düşecekti.

"Yani fıtrî kara gözlülük, sun'i (yapma) kara gözlülük gibi değildir. Yani yapma olan bir şey, ne kadar güzel ve kâmil olursa olsun, fıtrî olan şeylerin mertebesine yetişemez ve onun yerine kâim olamaz. Herhalde sun'iliğin yanlışlıkları, onun ahvalinden ve etvarından belli olacaktır." Halbuki O'nun davasının hem başlangıç hem nihayetinde, ciddiyet ve doğruluğunda en ufak bir kıl kadar şüphe duyulacak bir hâli olmamıştı.

Vaz' ettiği davasını en üst seviyede yaşadığı gibi, teheccüd namazı gibi en meşakkatli ibadet sadece ona farz olmuştu. Haşa dünyevî ve esassız bir davası olsaydı, en meşakkatlisini kendisine farz kılar mıydı? Niçin meşakkate katlansın ki? Kendi kabilesini karşısına alır mıydı? Yalan uğruna, kendini tazir edip eleştirir miydi? (Abese Suresi) O'na hâmi olabilecek hem de cehennemlik olduğunu ilan ederek Ebu Leheb'i kaybetmeyi göze alır mıydı? Hidayetin kendisinde olmadığını, hidayet dağıtmadığını, hidayetin ancak Allah'ın elinde olduğunu niçin ilan etsin ki? Eğer dünyevî bir şöhret peşinde olsaydı, içinde kendisinin de olduğu bir toplulukta oraya gelenlerin onu tanıyamayacak şekilde sıradan biri olmayı niçin tercih etsin ki? Ve dünyevî bir miras bırakmasın ki.

Evet dostlar, biz de son olarak üstadın değildi gibi deriz: "Ey muannid! En büyük filozoflardan yüz taneyi beraber götür. Onlar da orada ahlakın ve maneviyatın inkişafı hususunda çalışsınlar. Muhammed-i Arabî'nin o vahşetler zamanında, o vahşî bedevilere verdiği cilâyı, senin o feylesofların şu medeniyet ve terakkiyat devrinde, yüzde bir nispetinde verebilirler mi? Çünkü o Zât'ın yaptığı o cilâ İlâhî, sâbit, lâyetegayyer bir cilâdır ve O'nun büyük mucizelerinden biridir." O'nun cilâsı başka nasıl özetlenebilir ki?

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
10 Yorum