Metin KARABAŞOĞLU
Hatadan öğrenmek
İnsanoğlu kısıtlı bir mahlûk. Yaratılan başka herşey ve herkes gibi, onun da ne kudreti kendinden, ne ilmi, ne iradesi. Yaratıcının belirlediği bir ecele kadar yaşıyor, Yaratıcının eline ayağına verdiği güç nisbetinde iş yapabiliyor, Yaratıcının kulağı için takdir buyurduğu ses aralığında duyabiliyor. Kısıtlılık, yaratılmışlığın bir tezahürü. Mutlaklık, ancak Yaratana mahsus.
Gelin görün ki, içindeki birşey, insanı bu apaçık gerçeklerden tamamen kopuk bir benlik inşasına davet ediyor. Yaratılmışken, Yaratana ait vasıflarla kendini inşa etmeye çalışıyor nice insan. Herşeyi bilen, yapabilen, tedbir alabilen…
Yaşlılık ve ölüm gibi apaçık ömürlük gerçeğe rağmen hem de.
Açlık, uyku ve unutkanlık gibi apaçık gündelik gerçeğe rağmen hem de.
O çok okunan Yâsîn sûresinde, ömür verdikçe, yaşlandırdıkça yaratılışça eksilttiği gerçeğini elbette bir kasd-ı mahsusla gözümüz önüne koyuyor Rabb-ı Rahîm: “Kimin ömrünü uzatıyorsak, yaratılışta onu eksiltiyoruz. Hâlâ düşünmeyecekler mi?” (36:68)
‘Benim’ dediklerinin; gençliğin, gücün, gözlerindeki ferin, dilindeki hassasiyetin, ayaklarındaki dermanın, hâfızasındaki ezberin, aklındaki muhakemenin yitip gitmesi.. insanın kısıtlı olduğunun açık birer delili.
Birçok şeyi ancak ‘deneyip yanılarak’ öğrenmesi de…
Bilgisi mutlak olan, bir kere düşünür, karar verir, yapar ve yaptığında hiçbir arıza çıkmaz.
Ama insan, kısıtlı bir mahlûk olarak, denemeler ve yanılmalarla öğreniyor. İlk yapıp en mükemmel yapamıyor. İlk yaptığı, hep yaptığı olmuyor insanın; olmaması da gerekiyor. Mebde’den münteha’ya uzun bir yol var tek tek insanların ve bir bütün olarak insanlığın hayatında.
Ama deneme ve yanılmayı reddedenler var bir de. Yaptığının ilk de olsa en iyisi olduğunu iddia edenler; ortaya çıkan sonuçlar yaptığının yanlış olduğunu veya eksik olduğunu söylediği halde kusursuz bir ben inşası adına yaptığında ve yapanda değil, ortamda ve bakanda kabahat görenler…
Kısıtlı olduğunu, deneme-yanılmalarla öğrendiğini, hatasız olmadığını, ondan beklenenin hatasızlık değil, hatasını kabullenmek ve hatadan da öğrenmek olduğunu reddettiğinde; kendisini-kimliğini-benliğini kusursuz ve mükemmel olarak inşa etmeye çalıştığında, insanlıktan çıkıyor insan.
İblisleşiyor.
Cinnî şeytan İblis’in düştüğü asıl yer, işlediği hata değil, hatasını kabul etmemek, bilakis yaptığının hata olmadığını isbata kalkıştığı hastalıklı bir akıl yürütme inşa etmeye çalışmaktı.
Cinnî şeytan İblis’in yaptığını ete-kemiğe bürünmüş insan yapınca, ‘insî şeytan’ olunuyor…
Oysa insan kalanlar, denemeler ve yanılmalarla, şaşmalar ve doğrultmalarla, yamulmalar ve düzeltmelerle yol alıyor.
Hata yapmak, yaratılmış ve kısıtlı insan için, öğrenmenin bir yolu… Alanlar böyle keşfediliyor, sınırlar böyle öğreniliyor.
Hatadan korkmamak gerek; hatayı hata olarak görmemekten korkmak, hatadan öğrenememekten korkmak, hatasızlık vehminden, hatasız benlik inşasından korkmak gerek…
‘Success out of failure’ diye birkaç kelime yazıp bir arama-tarama yapsanız meselâ internet ortamında; “hatadan, yanılgıdan, farkedilmiş yanlıştan doğan bir yığın başarı hikâyesi çıkar karşımıza. ‘Deneme ve yanılma’ ile başlayan, hatayı kabul’ ile devam eden, nerede-neden-nasıl hata yaptık soruları ile birlikte ‘hatadan öğrenme’ ile devam eden kucak dolusu hikâye hem de…
Veya kitaplar arasında dolaşsanız, özellikle de buluşlar-keşifler-icatlar yapan insanların hayatlarına şöyle bir baksanız, aynı gerçek orada da çıkacak karşınıza.
Hatasını kabul etmeyen İblis; kabullendiği hatasından da öğrenmeyi başaran insan.
Bu insanlık gerçeği, tek tek insanlar için geçerli olduğu kadar, insanların oluşturduğu topluluklar, toplumlar, kurumlar ve devletler için de geçerli.
Lâkin, insanın kısıtlı ve yanılabilir keyfiyetine rağmen hatasız benlik inşa etme çabasında olanlar, kusursuz toplum, tevbesiz devlet inşa etme çabasıyla sürdürüyorlar yolculuklarını.
Kusursuz insanlardan oluşan kusursuz bir topluluk. Kusursuz millet, hatasız toplum. Eh o zaman; kusursuz olan niye istiğfar etsin, hatasız olan neyin tevbesini yapsın?
Geçen akşamlardan birinden eşimle sahil boyu yürürken, “Hâfızanı yoklar mısın” diye rica ettim kendisine. “Okuduğun ders kitaplarında, şu noktada da biz hata ettik, şurada da bizim kollektif bir yanlışımız oldu, şu olayda maalesef adil davranamadık, zulmettik diye dile getirilen tek bir anlatı var mı?”
Ona da sordum; çünkü bu soruyu en başta kendime sormuştum ve hayır, kollektif sorumluluk üstlendiğimiz, topluca hatayı gördüğümüz, ve toplumca hatalı göründüğümüz tek bir olay, tek bir anlatı taşınmamıştı müfredattan hâfızama.
Gözün görmezden gelemeyeceği apaçık yanlışlar vardı ama. Lâkin sorumlusu biz değildik onların. Biz hep iyi iken, bize hep kötüler musallat olmuşlardı. Dışarıdan ve içeriden.
Meşhur söylemin içerdiği formülasyonu hatırlayalım meselâ: ‘dâhilî ve hâricî bedhâhlar.’
Sorun bizde değil, kollektif sorumluluk taşıyacağımız hiçbir olay yok hiçbir zaman diliminde, yenildiğimiz durumlarda bile mesele ‘Almanlar yenildiği için bizim de yenilmiş sayılmamız.’
Biz hep iyi iken, bize hep kötüler musallat olmuş.
Biz hiç hata yapmamışız, bize hata yaptırılmış, hayır o da değil, aslında hata olmayan şey hata olarak gösterilmiş…
Hata olarak gösterilme filan değil, apaçık hata ise eğer, onu aslında ‘biz’den sayılmaması gereken birileri yapmış. ‘Bizden değil’ diyemeyeceğimiz birileri yapmış ise, ona da tek kelimelik bir açıklamamız var: “Münferid.”
İyilikler bizden, hata başkalarından. Meselâ İttihadçılar, elbette apaçık hatalarıyla birlikte, normal şartlarda karşı kamplarda duran Hamidistlerin de, Kemalistlerin de ortak düşmanı olabiliyorsa, böyle oluyor. İki taraf da kollektif hatayı o tarafa süpürünce, ikisine de kusursuz bir önderlik ve kimlik inşası için altın fırsat çıkıyor zira.
Bu ülkenin tarihinde, bir ‘Tehcir’ gerçeği var meselâ. Lâkin, niye böyle oldu, olmaması için neler gerekiyordu, yöneticilerden halka böyle bir şeyin olmaması için kime ne düşüyordu gibi soruları sormak yerine, en kolay yol tercih ediliyor. Tehcir, ya hiç kabul edilmiyor, yahut ‘aslında bizden olmayan’ İttihadçılara devrediliyor. İttihadçı iseniz dahi işin kolayı var; ‘asıl İttihadçılardan sayılmaması gereken’ bir gruba devrediyorsunuz. O gruba ait veya yakın görüyorsanız kendinizi, yine de işin kolayı var: Merkezin düşündüğü başkaydı-yerelde yaşanan başka diyorsunuz. İş daha da ileri gidecek olsa, ‘münferid’le bitiyor son cümlemiz.
Bir örneği dile getirdim sadece; ama yoklayın hâfızanızı, müfredattan, resmî anlatıdan, kollektif hâfızadan geriye, dünden bugüne kollekif hatalar ve özeleştirisi diyebileceğiniz bir zincir kalıyor mu?
Bu kadar mı mükemmeliz sahi? Bu toplum ve bu devlet bu kadar mı kusursuz?
Hatayı kabul etsek, hata bizim öğretmenimiz olacak. Ondan ders çıkaracak, benzerini yaşamamız için sağlam ilkeler ve sağlıklı kurumlar arayışı içinde olacağız ve onlarla keyfîce oynanmasına karşı tavizsiz bir tutum takınacağız.
Hatayı kabul etmeyince, mükemmel toplum için mükemmel önderler arayışına teslim ediyoruz kendimizi.
Olmasalar da öyle görüyor, hayalimizde ve hatta zihnimizde öyle inşa ediyoruz onları.
Öyle olmadıklarını gösteren apaçık bulgulara, olgulara, olaylara rağmen.
Halbuki, hatadan öğrenmeye ihtiyacımız var. Onun için de, hatanın kabulüne. Onun için de insan gerçeğinin kabulüne.
Unutulmasın:
İblis de, Âdem de hata yaptı.
Âdem’i İblis’ten ayıran, istiğfarıydı…
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.