Ahmet AKCAN
Hayat-ı Kalbiye ve Ruhiye
Halık-ı Kerim insanı, kâinatta münteşir tüm mahlûkattan matlup manayı tek bir mahiyette toplayan cami bir liste, mükemmel bir fihriste, kalb-i insanı binler âlemleri içine alan bir deste gül gibi cami halketmiştir. İnsanın kafasındaki dimağı, telsiz, telgraf ve telefonlara bir santral bir merkez keyfiyetinde bast eden Halık-ı Hakîm; insan kalbini de külli hakikatleri ihtiva eden bir harita hükmünde, mütenevvi meyveleri tazammun eden bir çekirdek mahiyetinde halkeylemiştir...
Madem kalb ve dimağ-i insani, muazzam ve mükemmel bir şecere olacak bir çekirdek gibi, şu âlemi bünyesinde cem edebilen ebedî, uhrevî, haşmetli bir makine keyfiyetinde halkedilmiştir. O halde ve herhâlde, kalbin Fâtır-ı zülcelali o kalbin inkişafını, istidatlarının kuvveden fiile çıkmasını irade etmiş ki, öyle yaratmış. Madem irade etmiş; elbette o kalp dahi akıl gibi işlettirilmeli, inkişaf ettirilmelidir.
Evet kalp, gaybi haberleri (ilhamat-ı ilahiyeyi) alabilecek istidatta halkedilmiş bir radyo yahut telsiz bir telefon gibidir. Hayat-ı kalbiye; merkez ile irtibatı istenen bir telefonun kuvvede müstaid olduğu ahize ve nâkile özelliğini fiile çıkarmasına, yani âlem-i gaybdan gelen sesleri duymasına (ahzetmesine), münacaat suretinde Rabbine duyurmasına (nakletmesine) benzetilebilir...
Merkez ile irtibatı bozuk yahut kopuk bir telefonun uzaktaki seslerden haberdar olmasının imkânsızlığı gibi, kalbi hayata vusule vesile olan marifet-i ilahiye, muhabbet-i rabbaniye, ubudiyet-i sübhaniye, marziyat-ı Rahmaniye gibi manevi hakikatlerden habersiz ve nasipsiz insanların hayat-ı kalbiye ile münasebetleri de muhaldir...
Hayat-ı kalbiye; mutlak acz ile yaratılan insanın cüz’i havl ve kuvvetine isnad etmekten kurtulması, bütün esmaya muhtaç olarak yaratılan kalbin ihtiyaç saikıyla mutlak fakrının farkına varması, hadsiz ihtiyacatını sadece Rahman’a sunması, yani “iyyake nestain” sırrını anlaması ve Samediyet cilvesine şuuri olarak mazhar olması ile başlar...
İnsanın hayat-ı ruhiyeye kavuşması; yani kayd-ı maddiyattan kurtulması, yani bedenî arızaların ve nefsî hazların tahakkümünden halas bulması, Tecelli-i Ehadiyete, yani şuun ve tecelli-i zatiyeye mazhar olması, maziye hulul istikbale duhul hakikatine ulaşmasıdır...
Nurlu eserlerde geçen; “İman, dizginini cism-i hayvanînin elinden alıp kalbe, ruha teslim ettiği için; maziye nüfuz ve müstakbele hulûl edebilir. Çünki kalb ve ruhun daire-i hayatı geniştir.” (Sözler, 210) ifadesi bunu ispat etmektedir...
İnsan ruhunu, maddiyat ve kevniyat tahdit edip kayıtlayamaz. Ruha göre bir iş diğer bir işe mani olamaz. İşlerin kesreti ruhu şaşırtmaz. Ruh-u insani, Ehadiyet ve nuraniyet sırrıyla âlemdeki ilahi tasarrufata sarih bir bürhandır. Ruhun bedenin her yerinden acı duyması, ihtiyaç nispetinde her yerin imdadına ulaşması bu hakikati teyid etmektedir...
Evet ruhun beden ile hafi münasebeti cihetiyle, bütün a’zâsını ve eczasını birbirine yardım ettirir. Yani, emir ve irade-i ilahiyenin bir cilvesi, vücud-u harici giydirilmiş bir neferi olan ruh, bedenin idaresinde tüm aza ve cihazların manevî seslerini işitmesinde ve hacetlerini görmesi ve yerine getirmesinde hiçbir şey birbirine mani ve perde olamaz, ruhu şaşırtmaz. Ruha nispeten uzak-yakın, büyük küçük bir hükmündedir. İsterse, çoğunu birinin imdadına yetiştirir. Nurlu eserlerde geçen “İsterse bedenin her cüz’ü ile bilebilir, hissedebilir, idare edebilir.” (Sözler, 687) ifadesi bunu gösterir...
Sırr-ı Ehadiyet ile nuraniyet kesbeden ve Hayy ismine mazhar olan ruh, herbir cüz’ü ile görebilir ve işitebilir. Hatta zamana mukabil gelebilir. Yani ruh; bir anda vukua gelen tüm teşekkürat, tahmidat ve tekbiratları külli bir lisan olup Ehadiyet ve nuraniyet sırrıyla tesahüp ile kendinde gösterebilir, Rahman’a takdim edebilir...
Kalbi ve ruhi hayata mazhariyetin farkı, kemiyet ve keyfiyet noktalarından mütâlaâ edilebilir. Nurlu eserlerde kalbi hayat için, “çok gün evvel ve çok gün sonra” ifadesi; ruhun derece-i hayatı için, “seneler önce, seneler sonra” cümlesi bu iddiayı teyid etmektedir...
Hz. Bediüzzaman nurun talebelerine “cismaniyeti bırak, hayvaniyetten çık, kalp ve ruhun derece-i hayatına yüksel” diyerek hayat-ı kalbiye ve ruhiyeye çıkma hususunda tavsiyede bulunmaz, emir vermektedir. Emir, emri yapmaya müstaid olan kimselere verilir. Bir baba beş yaşındaki çocuğuna yapamayacağı bir emri vermeyecektir. Verilen bir emir yapabileceği manasında onun itimadını göstermektedir...
Hâsıl-ı kelam; hayat-ı kalbiye ve ruhiyeye çıkamamak, yani cismani ve maddi bir hayata sıkışıp kalmak, dört duvar arasında mahpus olarak yaşamak gibidir. Latif olan ruhun, bedenin kesafeti içine sıkışması, huzuru; maddi ve nefsani hazlarda araması, cüz'iyette kalması, külliyete ve manevi hürriyete ulaşamaması demektir...
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.