Hepsi ayrı çeşitler olduğu hâlde bir su ile sulanır

Hepsi ayrı çeşitler olduğu hâlde bir su ile sulanır

Ayet meali

Bismillahirrahmanirrahim

Cenab-ı Hak (c.c), Ra'd Sûresi 3-6. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:

3 . Yeryüzünü yayan, orada sâbit dağlar ve nehirler yapan ve orada her çeşit meyvelerden ikişer eş kılan da O’dur. Geceyi gündüze (O) örtüyor. Şübhesiz ki bunda, düşünecek bir topluluk için apaçık deliller vardır. (*)

4 . Hem yeryüzünde birbirine komşu (farklı özelliklerde) toprak parçaları (kıt‘alar), üzüm bağları, ekinler, bir kökten (bir kaç gövde hâlinde) çatallı ve çatalsız çıkan hurma ağaçları vardır; (hepsi ayrı çeşitler olduğu hâlde) bir su ile sulanır. Fakat meyvelerinde onların bir kısmını bir kısmına üstün kılıyoruz. Muhakkak ki bunda, akıl erdirecek bir topluluk için (Allah’ın kudretine) nice deliller vardır.

5 . Buna rağmen (kâfirlerin yalanlamalarına) şaşıracaksan, asıl şaşılacak şey, onların: “Bir toprak olduğumuz zaman mı, gerçekten biz mi yeni bir yaratılışta olacağız?” sözleridir. İşte onlar, Rablerini inkâr edenlerdir. Hem yine onlar (âhiret gününde) boyunlarında (demir) halkalar bulunanlardır. Ve onlar ateş ehlidirler. Onlar orada ebedî olarak kalıcıdırlar.

6 . Bununla berâber (müşrikler) senden, iyilikten önce kötülüğü (azâbı) acele istiyorlar; hâlbuki onlardan önce (kendileri gibi kavimlere) doğrusu nice ibret verici cezâlar gelip geçti. Ve şübhesiz Rabbin, zulümlerine rağmen insanlar için elbette mağfiret sâhibidir. Yine şübhesiz ki Rabbin, elbette azâbı şiddetli olandır.

(*) “Arzın evvel-i hılkatine (dünyanın ilk yaratılışına) bakıyoruz ki: Mâyi‘ (sıvı) hâline gelen bir madde-i seyyâleden (akıcı maddeden) taş ve taştan toprak halk edilmiş (yaratılmış). Mâyi‘ kalsa idi, kābil-i süknâ (oturmaya müsâid) olmazdı. O mâyi‘ taş olduktan sonra timur (demir) gibi sert olsa idi, kābil-i istifâde olmazdı (istifâde edilemezdi). Elbette buna bu vaziyeti veren, yerin sekenelerinin (yeryüzü ahâlisinin) hâcetlerini (ihtiyaçlarını) gören bir Sâni‘-i Hakîm’in (herşeyi hikmet ve san‘atla yaratan Allah’ın) hikmetidir.

Sonra tabaka-i turâbiye (toprak tabakası) dağlar direği üzerine atılmış, tâ içindeki dâhilî inkılâblardan (hareketlerden) gelen zelzeleler, dağlarla teneffüs edip (nefes alıp), zemîni (dünyayı) hareketinden ve vazîfesinden şaşırmasın. Hem denizin istîlâsından toprağı kurtarsın. Hem zîhayatların (canlıların) levâzımât-ı hayâtiyesine (hayâtı için lâzım olan şeylere) birer hazîne olsun. Hem havayı tarasın, gâzât-ı muzırradan (zararlı gazlardan) tasfiye etsin, tâ teneffüse kābil (nefes almaya müsâid) olsun. Hem suları biriktirip iddihâr etsin (depolasın). Hem zîhayâta lâzım olan sâir madenlere menşe’ ve medâr (kaynak ve vesîle) olsun. (...)

Hem acîb (şaşılacak) ve garîb san‘atlar içinde rengârenk, acîb, hikmetli zemin yüzünün sîmâsındaki bu nakışlı çizgilere bak! Nasıl sekenelerine enhar (nehirler) ve çayları, deniz ve ırmakları, dağ ve tepeleri, ayrı ayrı mahlûklarına ve ibâdına (kullarına) lâyık birer mesken ve vesâit-i nakliye (nakil vasıtaları) yapmış.

Sonra yüzbinler ecnâs-ı nebâtât ve envâ‘-ı hayvanâtıyla (nebât ve hayvan cinsleriyle) kemâl-i hikmet ve intizamla doldurup hayat vererek şenlendirmek, vakit be vakit (zaman zaman) muntazaman mevt (ölüm) ile terhîs ederek boşaltıp yine muntazaman بَعْثُ بَعْدَ الْمَوْتِ [Öldükten sonra dirilmek] sûretinde doldurmak; bir Kadîr-i zü’l-Celâl’in (sonsuz kudret ve celâl sâhibi) ve bir Hakîm-i zü’l-Kemâl’in (sonsuz hikmet ve kemâl sâhibi olan Allah’ın) vücûb-ı vücûduna (kat‘iyen var olduğuna) ve vahdetine (birliğine) yüzbinler lisanlarla şehâdet ederler.” (Mektûbât, 33. Mektûb, 329-330)