Huzur’un kültür iklimi

Huzur, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bir romanı.

Ömrüm roman eleştirisi ile geçti Nabizade’nin hikaye ve romanlarını yazdım, doktora tezimdi. Arkasından Yakup Kadri’nin romanlarını sonra hikayelerini akabinde Yakup Kadri’nin üzerine üç kitap yazdım, bastırdım. Yakup Kadri’nin romanlarında şahıslar, Romancı Olarak Yakup Kadri, en sonda da Hikaye ve Romancı Yakup Kadri’yi yazdım. Üç kitabı bastırdım şimdi bende çok az miktarda varlar. Ama Yakup Kadri için yapılanlar yetmez, Türk romanını dert eden yok. Sonra Mehmet Celal’in hikaye ve romanlarını yazdım arkasından küçük hikayelerini yayınladım. Mehmet Akif’in manzum hikayelerini bir kitap halinde yayınladım. Dokuz çoğu yaşayan romancı olan kişileri ve romanlarını Roman ve Romancı diye yayınladım. Mehmet Celal bir romancı hele küçük hikayeleri daha ileri boyutta eserler. Attila ilhan’ın “O Karanlıkta Biz” romanını bir kitabımda eleştirdim. Attila İlhan’la telefonda görüştüm ama görüşmeyi çok meşgulüm diye kabul etmedi, sonra da rahmete gitti. Halbuki kendini ve grubunu anlatan bir roman, keşke konuşsaydık. Bir de Roman ve Eleştiri terimlerini yayınladım koca bir kitap.

Huzur romanını daha önce okumuştum, şimdi yeniden ayrıntılı okudum. Roman bir kültür romanı özellikle Mümtaz zaman zaman iç dialogları ile bazan da arkadaşlarıyla karşılıklı konuşmalarında geleneksel kültürümüzden, musikimizden, batıdan önemli ve bizim yazarlar ve şairler üzerinde tesirleri olmuş kişilerden, edebiyatımızdan, Mevlevilerden, şairlerden konuşur ve konuşurlar.

Mümtaz, İhsan’ı daha sonra onun fikir hayatına girince tanıdı. Hiç farkına vardırmadan çocuğu takib etmiş istidad ve temayüllerini öğrenmiş, onları beslemişti. Daha on yedi yaşında Mümtaz kendisini bir eşiğin önünde onu geçmek için hazır buluyordu.

Eski divanları okumuş, tarih zevkini almıştı. Tarih zevkini onlara İhsan veriyordu. Sınıfta amcasının oğlunu görünce “Ben tanıdığım insandan nasıl birşeyler öğrenirim?” Diye düşünmüştü. Fakat ders başlayınca bunun tanıdığı insandan büsbütün başka biri olduğunu anlamıştı. Daha ilk günden bütün sınıf ona hayran olmuştu. İhsan onlar için Ganimed’in kartalı gibi bir şey olmuştu. Daha ilk günde yakalamış vakıa her hangi bir olimpos çıkarmamış fakat hiç olmazsa kendi kendilerine yürüyecekleri bir yolun başına getirmişti.

Seneler geçtikten sonra bile o ve arkadaşları bu ilk saatten hafızalarında kalan cümleleri hatırlarlardı. Mümtaz için bu ders evde de devam ediyordu. Bir gün farkına varmadan İhsan’ın adeta bir küçük yol arkadaşı olduğunu, bir çok şeyleri kendisine anlattığını, kendisiyle münakaşa ettiğini ona ufak tefek yardımlar ettiğini görünce şaşırmıştı. “Hammer de şunu arayıver, bak bakalım Şaklaban Şanizade ne diyor? Hocaefendi Teacüttevarihten şu meseleyi öğren” gibi siparişler birbirini takib ediyordu.

O zaman Mümtaz kocaman bir cildi yakalıyor odanın bir köşesinde kendisi için konulan masanın başına geçiyor, işine göre saatlerce Halet Efendinin hayatını Hasburg hanedanının filan sefirle İstanbul’a gönderdiği hediyeleri, yahut Mısır seferinin mukaddimelerini ihsan için hazırlıyordu. İhsan büyük bir Türk tarihi yazmak istiyordu. Bu onun içtimai doktirinini toplayacaktı. Yavaş yavaş fikirlerini Mümtaz’a açmıştı.

Mümtaz onu dinlerken aydınlıktan aydınlığa koştuğunu sanıyordu. Bir gün kitabın planını birlikte münakaşa ettiler. İhsan kronolojik bir tarih olmasını istiyordu. Osmanlı imparatorluğuna Bizans’tan devredilmiş iktisadı şartlardan başlayacak sene sene bugüne kadar getirecekti. Bir de mesele mesele yazmak vardı; bu toplu bir şekilde İhsan’ın istediği gibi umumi tablolarla gösterilmeyecekti. Fakat müesseseler ve meseleler daha vazıh görünecekti.

Mümtaz, yavaş yavaş Fransızları keşfetmişti, de Regnier, Heredia arkasından Verlaine ve Baudelaire‘i ayrı ufuklar gibi buldu... Baudelaire’de kendisini buldu. Bunu da az çok İhsan’a borçluydu, İhsan sanatkar değildi yaratıcı tarafı tarihe ve iktisada doğru gitmişti. Fakat sanattan bilhassa şiir ve resimlerden iyi anlıyordu. Gençliğinde Frenkleri çok iyi okumuştu. Yedi sene en parlak devrinde Quartier Latin‘de her milletten bütün yaşıtları ile beraber yaşamıştı. Birçok modayı istiyordu, İhsan çetin bir münakaşadan sonra bunu kabul etti.

Mümtaz esere yardım edecek hatta sanat fikir kısmını hazırlayacaktı. Bir taraftan İhsan’ın kendisine açtığı yoldan yürürken öbür taraftan da kendi istidadı onu şiire ve sanata sürüklüyordu. Bir şairin en büyük keşfi kendi muharririni iç alemine doğru kendisini götürecek olanları bulmaktır, eskitmiş nazariyelerin doğduğunu görmüş sanat münakaşalarının harman yangını parlayışına katılmıştı.

Sonra memlekete dönünce birdenbire hepsini en sevdiği şairleri bile bırakmıştı. Garip bir şekilde yalnız kendimize ait şeylerle uğraşıyor, yalnız onları sevmeğe çalışıyordu. Fakat ölçü hissini garptan aldığı için kendi zevkimize ait tercihleri öbürlerinden pek ayırmıyordu.

Baki’yi, Nefi’yi, Naili’yi, Nedim’i, Galip’i, Dede ve Itri ile beraber Mümtaz’a o aşılamıştı Baudelaire’i de onun eline o vermişti. “Madem ki okuyorsun” dedi “bari en iyisini oku.” Ve sonra ona ezberinden birkaç şiiri okudu. İstanbul’un her tarafı kar içindeydi, İhsan yengesinin yatağının ucunda elinde onun için yeni satın aldığı meşin kaplı Şer Çiçekleri, gözleri belki de kendi gençliğinde kızıl saçlı Matmazel Romantique’e bütün bir kafile aşık oldukları onu bekledikleri, onunla gece sabahlara kadar kahve kahve dolaştıkları zamanda Mümtaz’la İ’nvitation’u, Tabiat sonesini, I‘rremediable’i boğuk sesiyle okudu.

O günden biri Mümtaz Baudeliaire’i elinden bırakmadı. Neden sonra sevdiği şairin yanına Mallarme ve Nerval geldi. Fakat genç adam onları tanıdığı zaman yolunu tayin edebilecek, seveceği şeyleri sevebilecek yaştaydı.” (Huzur 43-45)

Huzur, Mümtaz’la Nuran’ın aşkı değil, onlar bir korku, tedirginlik bir aşkı sürükleyecek canlılığı olmayan bir sinema sahnesi. Asıl Huzur yukarda romanın opening açılış kısmında olan bu satırlar. Doğu ve batı sanatının pencereleri ve şahısları, romanın protogonistası Mümtaz ve İhsan’ın entelektüel duruşları.

Mümtaz’ın romandaki seyeranı bir kültür ve sanat seyahati gibi ancak bir romanda sorun doğurmak için değil rastlantıların seyridir bunlar.

“Tanıdığı dükkancılardan biri kendisine dostça bir işaret etti. Mümtaz ne var ne yok diyen bir çehreyle yaklaştı. Birkaç eski mecmua var görmek isterseniz. Mümtaz ateşte ağır ağır kavrulmuşa benzeyen ciltleri elinde evirip çevirirken geçen mayıs başında buraya uğramış ihtiyar kitapçı ile konuşmuş güzel ve temiz ciltli bir Şakayık-ı Numaniye ile zeylini satın alarak gitmişti.

Mecmualardan biri baştan aşağı çok kötü bir yazı ile kopya edilmiş bir Yunus Divan’ıydı; fakat haşiyelerinde Baki’den, Nefi’den, Nabi ve Galip’ten alınmış gazeller vardı. (Huzur 53)

İki meşhur kültür kitabı hakkında yorum yok, sadece Mümtaz’ın biçimsel gördükleri. Romancı heyecan vermiyor ve yorum yapmıyor.

Mahur Beste Tanpınar’ın romanı ayrıca Huzur’da Mahur Beste zaman zaman gündeme gelen roman kahramanları ile alakalı bir musiki parçası hem de uğursuzluğuna inanılan bir eser. Kahramanlardan biri eserin hayatlarındaki tesirini anlatır. “Debussy’yi, Wagner’i sevmek ve Mahur Beste’yi yaşamak bu bizim talihimizdi.” (149) Eserin hüzün atmosferinde bir yeri var. Sevmekten öteye yaşamakla tavsif edilir. Alaturka musikiyi çok severler. “Ferahfeza’yı, acemaşiranı, beyatiyi, sultaniyegahı, nühüftü, mahuru tercih ederlerdi. Bunlar asıl ruh iklimleriydi... Fakat bunlarda da her eseri olduğu gibi kabul etmezlerdi. Çünkü Mümtaz’a göre alaturka musiki eski şiirimize benzerdi. Orada da asıl sanat addedilen ve öyle yapılandan şüphe etmek gerekirdi. Daha ziyade bugünün muayyen seviyede zevkiyle garplı terbiyenin zevkiyle seçilen eserler güzel olabilirdi. Bunların dışında Hüseyni’yi ancak Tabî Mustafa Efendi’nin bestesi cinsinden bir kaç eserinde ve Dede’nin bazı eserlerinde beğenirler. Hicaz’dan Hacı Halil Efendi’nin meşhur semaisini bilirler, Uşşakî Hacı Arif Bey’in meşhur iki şarkısıyla, suzidilarayı, Selim-i Salis’in kaderiyle birleşmiş hussusi bir zaman addederlerdi. Dede’nin acemaşiran Yörük Semaisi Nühüft’ten çok başka türlü zengindi.” (Huzur, S 158) Eserin huzur iklimi bu yerli ve Avrupayi sanat adaları musikişinaslarıdır.

Esere hakim olan bir duygu İstanbul aşkıydı. İstanbul’u hayranlıkla dolaşırlar. “Birgün beraberce Üsküdar’ı gezdiler. Mihrimah Camii’ni dolaştılar sonra Üçüncü Ahmed’in annesinin camiine girdiler. Türbeyi küçük bir meyve içi gibi döşeli camii Nuran pek beğendi. Araba ile Atik Valide’ye ondan Orta Valide’ye gittiler. Garip bir tesadüfle Üsküdar’ın bu dört büyük Camii aşka, güzelliğe yahut hiç olmazsa annelik duygusuna ithaf edilmişti. Mümtaz, Üsküdar’da hakiki kadın saltanatı var. İstanbul, İstanbul, diyordu İstanbul’u tanımadıkça kendimizi bulamayız.” (Huzur s 179)

Huzur dini, milli, Avrupai bir huzur atmosferidir. Asıl roman bunların etrafında dokunmuştur. Romanın klasik ve geleneksel roman gibi değil kendine has bir imajı vardır.

İki kahraman hem bir seyir ve mülahaza yığınıyla dolaşırlar ayrıca da yazardırlar. İhsan tarih yazmaktadır, Mümtaz da Şeyh Galip üzerinde çalışır.

Eski musikimiz üzerinde yorumlar yer yer yapılır. Romanın hedefi de bu iyimser kültürel atmosferi tanıtmaktır. “Eski musikimiz insanı yok eden yahut bir hayranlık duygusunda tüketen sanatlardan değildir. Bütün o evliya ruhlu ve tevazulu uktalar sanatlarının zirvesi ne kadar yüksek olursa olsun insanın hayatının içinde kalıyorlar ve onu bizimle beraber yaşamaktan hoşlanıyorlardı.

Mümtaz Nuran’ın aşkıyla bir kültürün mirasını yaşadığını nevakarın nakış ve çizgisi daima değişen arabekinde, Hafız Post’un rast semai ve bestelerinde, Dede’nin uğultusu ömründen hiç eksilmeyecek büyük rüzgarında onun ayrı ayrı çehrelerini, aynı Tanrı düşüncesinin büründüğü değişiklikler gibi gördüğünlü söylediği zaman hakikaten bu toprağın ve kültürün asıl yapıcılarına bir bakımdan yaklaşıyor ve Nur’an’ın fani varlığı gerçekten bir yeniden doğuşun mucizesi oluyordu. (S 221)

Musiki yorumları devam eder. “İşte buyuz, bu Nevakarız, biz Mahur Beste’yiz bunlara benzeyen nice şeyleriz. Yahya Kemal bizim romanlarımız şarkılarımız diyordu hakkı da var. (Huzur s 260)

Tarih felsefesi de yapılır. “Birisi eski bir medeniyetin enkazı, öbürü yeni bir medeniyetin henüz taşınmış kiracısı olmasınlar. İkisinin arasında bir kaynaşma lazım . Sonra mazi ile alakamızı yeni baştan kurmamız lazım. Bugün Türkiye’de nesillerin beraberce okuduğu beş kitap bulamayız . Dar muhitlerin dışında eskilerden zevk alan gittikçe azalıyor.” (Huzur s 267)

Dede Efendi hakkında ayrıntılı konuşur anlatıcı. “Dede’nin Ferahfeza ayinli bir dua, inanan ruhun Allah’ı aradığı bir çırpınış değildi. Mistik ilhamın vasfı olan geniş hamleyi sırrı, doğrudan doğruya zorlayan büyük ve dinmez hasreti, hiç kaybetmeden eski musikinin belki en oyunlu eserlerinden biriydi. Dede alaturka musikinin makamlar arasında küçük gösterişler değişmeler ve kararlarla dolaşmaktan ibaret olan gelişmesini o şekilde idare etmişti ki ayin kendiliğinden bir sembol oluyordu.

Ayinin başladığı Mesnevi’nin ilk iki beytinde ferahfeza makamının bütün hususiyetlerini aynı sarayın birbirinin aynı iki murassa cephesi gibi verdikten sonra çok çeşitli uzun bir seyahatı andıran kavislerle bu makamı birkaç defa tekrarlıyor, sonra birden bire hep aynı mimari motiflerinli kullanmak şartıyla elde edilen ayrı ayrı terkiplere benzeyen bir yapışta onu yavaş yavaş kendi benzerlerinde kaybetmiş görünüyordu. Böylece bütün ayin ilk cümlelerde yahut beyitlerde dinlenilen o berrak ve muhteşem ferah fezanın hasreti içinde bir çeşit kozmik seyahat oluyor kulak tattığı hazzı veya ruh bir lahza kendini kamaştıran mavera şevkini daima hatırlıyor her cümlede ona yaklaştığını sanıyor seviniyor fakat bu sevinci duyar duymaz ebedi hasret ve yolculuk Neva’lın veya rastın veya acemin daha hafif veya sadece değişik bir perdesinde yeniden başlıyordu. Sanki Dede su acayip eserde mistik tecrübenin bütün mukadder seyrini gözle görünür şekilde vermek istemişti. Bir an için Hak ile Hak olan ruh kendini ve gayesini geniş zaman ve mekanda arıyor , eşyanın uykusunu sarsıyor her şeyin özün eğiliyor , büyük uzletlerde kapanıyor kehkeşanlar atlıyor her yerde kendi hasretine benzer kendi susuzluğuna benzer susuzluklar buluyordu.

Ferahfeza makamını adeta bir nevi irşad gibi kendisine sunan acem perdesinden dügaha, kürdiye rasta çargaha, gerdaniyeye, sabaya, neaya geçiyor herşey birbirinde kayboluyor, birbirinde arıyor birbirinde buluyordu. Fakat Ferahfeza bütün bu hasret sıtması yolculukta kah umulmadık dönemeçlerde mücevher kadehini -o tek cümleden tek savruluştan kadehini- birden bire uzatıyor. Kah çok değiştirici desenlerde seyredilen bir hayal gibi kendi kendinin hatırası veya rüyası gibi görünüyordu, Bu arayış bu kaybolma kendini idrak bazan son derecede beşeri oluyor . Dedenin ilhamı “Görünmezsen ne çıkar, ben seni kendimde taşıyorum” diyor bazen de madde kadar sert bir ümitsizliğe kapanıyordu.

Fakat Mevlana’nın hakkı vardı. Neyin biricik sırrı hasrettir... Niçin ruhi hayatımızın büyük bir kısmını bu hasret yapar? Bir katresi olarak yaratıldığımız ummanı mı arıyoruz? Maddenin sükununun peşinde miyiz? Yoksa zamanın çocuğu onun potasında pişmiş bir terkip ve onun mazlumu olduğumuz için geçen ve kaybolan ve kaybolan tarafımıza mı ağlıyoruz? Hakikaten bir kemalin arkasından mı gidiyoruz? Yoksa zalim zamanın nizamından mı şikayet ediyoruz. (Huzur 283)

Belki Dede bu hasreti kendi ruhunda duyduğu için ayinini Mesnevi’nin ondan bahseden beyitleriyle başlatmıştı. Devr-i kebirin dört basamaklı eşiği insanı bu alemin ancak kapısına kadar götürüyordu. Çünkü burada musiki peşrevde olduğu gibi insanın üstünde birtakım ameliyeler yapmakla kalmıyordu; onu yakalıyor yerinden koparmıyor, değiştiriyor ruh ve bedeni çok başka bir türlü ölümü hayatın ötesinde fakat onun ürperiş halinde hatıralarıyla dolu bir ölümü kabul edecek bir nevi kap haline getiriyordu. Hayır bu artık ne Büyük deredeki mehtap gecelerinin erimiş zümrüt ve akiki üzerinde kırılan ışık kadehlerinin ne de yaprak yaprak dağılan sarı güllerinin alemiydi. Buradaki hasret bin ölümün ötesinden yaşayan herşeye duyulan hasretti. Onun için hiçbir sivri insana batan tarafı yoktu. Sanki Nuran bilinmeyen bir yerde her an yeni baştan uyanıyor alevden bir raksın ritminde bir yığın şeye birden –fakat neler? Değişiyor sonra makamların dönüş yerinde tekrar ağır ve çok yaldızlı bulutlardan birini üstüne çekiyor, orada çok sihirli bir uykunun içine gömülüyor sonra tekrar bu ağır örtünün bir kenarından sanki bir akşamın bulutları arasından sızan o mercan rengi safran rengi ışık damarlarından biriymiş gibi süzülüyor farkında olmadan başka bir yerde tekrar toplanıyor, tekrar acaip raksında sade cevher bir dünya oluyor genişliyor büyüyor parçalanıyor eşyada hiç kendisi olmadan ve yine kendisi olarak gülüyor, çoğalıyor imkansızın kapılarına kadar gidiyor ve orada dal dal yaprak yaprak henüz sararmış bir sonbahar gibi savruluyordu. Kudümün ağır ve çok derinden adeta toprağın altından yüz binlerce ölümün küllerini silerek gelen ahengin olmasa belki büsbütün uçacak bütün maddesiyle kaybolacaktı Fakat o derin ahenk artık hiç kendisi olmayan benliğine her an değiştiği şeylerin arasından artık bizim olmayan bir zaman an davetiyle yol gösteriyor mucizeli işaretleriyle derinliklerde bir takım perdeler açılıyor ve Nuran onun peşinde ikiz bir ruhun parçasıymış gibi bu sade özlerden dünyanın değişikliğinde kendisini öbür yarımını kim bilir belki de bütününü arıyordu. (Huzur 284)

Neyin altın uçurumuna Tevfik Bey’in sesi tanımadığı kelimelerin mücevherlerini yavaş yavaş bütün kenarların parıltısını belirterek bırakıyor şurada bir yar , yâri men‘in ilk yâr feryadı deniz ortasında tutuşmuş bir gemi direği haliyle qanyıyor, bestenin üzerine iyice bastığı “men” hecesi birden bire gümüş ve mercan çerçeveli bir eski zaman aynası gibi derinleşiyor, Nuran orada dağlar başında büyük rüzgarların didiklediği kendi hayalini iyice seçmeden ebediyen kapanmış kapıların arkasından kah Mümtaz’ın süzülmüş yüzünü görüyor kah Fatma’nın anne diye yalvaran sesini işitiyordu. Çünkü bu acaip musikide herşey hareketsiz derinden adeta gölge halinde bir trajediye değişiyordu,

Sofa duanın denizinde çalkalanan büyük bir gemi olmuştu. Herkes tanıdığı sahillere kendi ömrünün sahillerine son ışıklarını dağıtan bir güneşi selamlar gibiydi. Mümtaz hiç duymadığı cinsten bir kendinden geçişte bu güneşe ve etrafa bakıyordu. İki adım ötesinde oturan Nuran’ı ebediyen kaybedecekmiş gibi korkuyordu; neyin rüzgarı o kadar kendilerini i geniş mekana dağıtmak üzereydi . Bu bir nevi rüya idi. Ve her rüyayı hazırlayan ilk uykularda olduğu gibi tesirini şuurun kendisi üzerinde yapmış, benliği dağıtmıştı. Fakat bir dağılış da tam değildi eserin kumaşı dalga dalga açıldıkça Mümtaz bu inkıraz dehasının ne olduğunu anladı. Ne Abdülkadir-i Meraği’nin segahkarında ne Itri’nin naatinde ne de bir akşam Ahmet Beyin evinde bir tesadüfle kendi ağzından dinlediği Isfahan bestede- yine Itri’nin – bu ayini içten yakalayan ürpermesi yoktu. Onlar kendi üstlerine toplanmış büyük ruh kudretiyle ve sağlam mimarileri içinde hiç şaşırmadan Allah’ı veya ideali arayan veya ruh macerasını nakleden eserlerdi. Adeta dikine uçuyorlardı, burada ise ameliye iki türlü iri. Ruh ayrılmağa çabaladığı alemini bir türlü bırakmıyordu . Bu şüphe değildi, aşkın eksikliği de değildi. Sadece iki ayrı rüzgarda birden çırpınmaktı. (Huzur s 285)

Mümtaz böyle bir ayin esnasında Yenikapı Mevlevihanesi’nin sultan hanımlara ayrılmış bir tarafında kafesler arkasında Beyhan Sultan‘ın tıpkı Nuran gibi ve beş asırlık bir kudretin ikrarını sadece omuzlarında taşıyarak Şeyh Galip’i süzmüş olması ihtimalini düşündü. Sema eden Mevleviler tennurelerin boşlukta dönüşleri bir önden yürüyenin bir arkadakine kollarını kavuşturarak o kadar asrın terbiyesi arasından niyazı hayalinde bir an parladı.

Üçüncü Selim’i – hiç dinlemediği fakat son yıllarında- bahçesinle en nefis bir gül fidanını gelecek zamanlar için olduğunu bile bile diken bir bahçıvan gibi imkanlarını hazırladığı bu muhteşem nağmelerin arasında parmağında büyük yüzüğü o Horaran erenleri çehresiyle mahfilde altın ve sırmadan bir kanem gibi diz çökmüş gördü,

Fakat Dede kendisi nasıldı? Bu ruh macerasını bu kadar intizamla hazırlayan adam kimdi ve nasıldı? Ferahfeza ayininin ilk okunduğu gün İkinci Mahmut hasta döşeğinden kalkarak Yenikapı Mevlevihanesi’ne gelmişti . Bütün İstanbul en süzme tarafıyla , kibar ecnebi davetlileri saray adamları ile ikbalin eşiğine ilk adımını koymak ümidiyle çıldıranlarıyla hep oradaydı. Hepsi bu yeni ayini ser müezzin-i hazret-i şehriyari Hamamizade İsmail Dede Efendi’nin hazırladığı ayini dinlemeye gelmişti.

Mümtaz bu acayip kasırganın arasında ikinci Mahmut’un veremle eski bir muşamba gibi sarararmış yüzünü ağır püsküllü fesinin altında ve kendi icad ettiği Avrupa biçimi lacivert sırmalı elbisenin yakası üstünde aradı. Bu nağmeleri İkinci Mahmut’la beraber iyi beslenmiş Arap atları üzerinde geçtikleri yolun iki tarafını saran halkın alkışları arasında ve henüz kaybolmamış eski şart teşrifatı içinde gelenlerin hepsi dinlemişti. Hepsi musikinin ocağında bir an için Anadolu’yu ve bütün imparatorluğu saran vakaları başlarının üzerinde bir kılıç gibi asılan yarının tehdidini unutmuşlar Allah’ın küçük yalnız ruhun selametini düşünen bir kulu olmuşlar kısa fasılalarla fasılalarla ömürlerinin hesabına dalmışlar.”

“Bu cinsten eserler yapılırken bu batmaz daha baharımızdayız” demişlerdi.

Üçüncü Selim Mümtaz’ı büsbütün başka ufuklara taşıdı . Burada yörüğe giriliyordu burada gittikce artan bir süratle masivadan sıyrılmak lazımdı. (Huzur 288)

Mevlevi ayini vecde yaklaştıkca mahzun ve yüklü aristokrat edasını bırakıyor; bir halk neşesi kazanıyordu . Ritm hiç dinlemediği cinsten bir pastoral halk bayramı olmuştu. Mümtaz nağmenin kıvrak raksında adeta halkımızın neşesini Anadolu’ya bu kadar uzun ıstıraplara tahammül veren o büyük kaynağı buluyordu.Bir tarafta çok ince bir duvar çatladı. Yeşil bir filiz bir sabah müjdesi gibi canlandı. Ruh binası birdenbire büyüyen güller altında çöktü... Mor acayip güller ...Nuran uçmak kendi hızı içinde tavanı delmek göklere yükselmek istiyordu. Beraberinde bütün dünyası beraberindeydi . Uçmak ve kaybolmak.” (Huzur s 288)

Mümtaz silkindi dördüncü selamda idiler . Şeyh Galip şimdi neredeyse abasının göğsüne yakın bir yerini tutarak ayine katılacaktı. Onun da Şems-i Tebrizinin güneşinde ebedi aşk ocağında bir an için kül olması lazımdı. Son çığlıklarda Nuran Mümtaz’ı omuzlarından yakalayarak “Beraber ölelim diye yalvardı.” (Huzur 289)

Huzur romanı Mevlevi ayinleri , musiki makamları ve icraları Şeyh Galip ve zaman zamanda batı musikisi içinde, iki protogonista Mümtaz ve Nuran’ın ilahi aşk nağmelerinin okyanusunda kendilerinden geçmekti. Özet , vaka örgüsü , bakış açısı gibi matematik bir akışın içinde değillerdi. Onlar ve roman buydu bu hissedilenlerdi.

Mümtaz Ferahfeza Ayini boyunca etrafında içinde ve zihni çalışmaları arasında bir yığın hayale bu musikiyi beraberinde taşımak şartıyla kaçmıştı . Hakikatte Nuran’ın biraz ötede seyrettiği yüzü etrafında toplanan ve oradan Üçüncü Selim devrine Şeyh Galip ‘e , ikinci Mahmut zamanına kendi yaz hatıralarına . Kanlıca’daki akşam saatlerine . Kandilli yokuşuna Boğaz sabahlarının o acayip ışık oyunlarına dağılan bu hayaller İsmail Dede’nin nağmelerinin kendiliğinden büründükleri renkli , narin ve devamsız şekiller ve çehrelerdi...... Tıpkı sabadan nevadan , rasttan , çargahtan , acemden gelen nağmelerin asıl ferahfezada karar kılmaları ile. (Huzur 292) Sanki Nuran Sultaniyegahın , mahurun segahın iklimlerinde mahbustu. (Huzur 293)

Okuduğu ve beğendiği şairler başta Poe ve Baudelaire olmak üzere hepsi “ asla “nın prensi değil miydiler? Onların beşikleri hep olamaz burçlarında sallanmış ömürleri imkansızın ülkesinde geçmişti. (Huzur 293)

Huzur bu insanların ve onların dünyasının romanıydı. Onlara kısmen de aşina olmayan bu romanı hissedemezdi. Çok yüksek bir zihni hazırlık ve irtifada ancak bu roman duyulur ve yaşanabilir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.