Hüseyin YILMAZ
Ömer Paşa Konağı
Gülfem, boy aynasının karşısında alıcı gözlerle endamını son bir defa süzerken, birden şaşırdı. Çehresi, gecenin karanlığını yırtan bir şimşeğin çiğ ve keskin aydınlığında bir anda görünüp kaybolan eşyanın insanda meydana getirdiği bir duygu ile yine annesini hatırlatmıştı. Merhumeyi tanıyan herkesin annesine çok sık benzetmelerini kendisi de kabullenmişti. Bazen kendisini onun bir tavrını taklid ederken, bazen onun gibi duygulu bir nağmeyi mırıldanırken, bazen de onun gibi gülerken yakalıyor, kendi kendine şaşırıyordu. Bu hatırlayış vakitlerinde çoğu zaman hüzünleniyor, gözlerinin nemlenmesine mânî olamıyordu. Ama vali babasının konağa dönme demiydi ve kızlarını hüzünlü görmeye dayanamıyordu. Gülümsemeye çalıştı, dudaklarını hafiften ısırıp odadan çıktı.
Altı kızın büyüğü olması hasebiyle konakta bir ona, bir de babasına birer oda düşmüştü. Güldem ile Gülden bir odada, üç küçükler Dilşah, Gülşah ve Neslişah da başka bir odada kalıyordu. Kendi odası ön cephenin sağına düşüyordu, kapıları birbirine bakan sol odayı ise babası kullanıyordu. Üç küçüklerin odası kendi odası ile, Güldem ve Gülden'in odası da babalarının odası ile bitişikti. Küçükler, olur olmaz vakitlerde gürültü patırtıları ile vali babayı rahatsız etmesinler diye bu yerleştirmeyi evin ablası olarak yapmış, babası da münasib bulmuştu.
Büyükçe bir salonu andıran sofaya çıktığında Gülşah'tan kaçan Neslişah, koşup bacaklarına sarıldı. Gülşah suçüstü yakalanmış olmanın telaşıyla, bir tehlike ile karşı karşıya kalan yer sincabı gibi odasına geri kaçtı. Çömelip Dilşah'ın biçimli başını ellerini arasına alıp iri gözlerine baktı. Yanakları koşuşturmaktan kızarmış, nefes ritmi yükselmişti, küçük ve biçimli burnunu kanatçıkları konduğu dalda açılıp kapanmakta olan kelebek kanatları gibi açılıp kapanıyordu. O anda kardeşinin kendisine, dolaysıyla da annesine ne çok benzediğini bir daha farketti. Oysa Güldem babasının burnundan düşmüş gibiydi, diğer üçü baba ve anne meleziydiler.
Annesi zorlu bir hamilelik geçirmiş, Neslişah'ı dünyaya getirdikten kısa bir müddet sonra, dünya hayatına veda edip âhirete gitmişti. Henüz on beş yaşında bir çocukken beş kız ve bir babaya bakma mesuliyeti altına gönüllü girmiş, birden olgunlaşmış, bir bakıma evin annesi olmuştu. Çocukluğunu yaşamamış ama kardeşlerine yaşatmaya çalışmış, bir anne şefkati ile kol kanad germiş; babasına da kâh hayat arkadaşı, kâh anne, kâh evin büyük kızı olmaya çalışmıştı. Makamının gerektirdiği ciddiyetten kopmasınlar diye kardeşlerine titiz bir mürebbiye olmuş, babalarına karşı sıcak ama ciddiyet içinde olmaları için çırpınıp durmuştu. Kendi evinde, çocuklarından hürmet görmeyen bir babanın başkasına valilik yapamayacağını düşünüyordu.
Bir vazifesi de ya tek başına, ya da müsaid olan kardeşlerini de yanına alarak, eve giriş çıkışlarında vali babasını karşılamak veya uğurlamaktı. İki eli kanda olsa, annesi vefat ettiğinden beri, asla ihmal etmediği, kendi kendine üstlendiği bir vazife idi bu. Rahmetlik annesinden böyle görmüştü. Zâten babası da kapıyı kendisinden başkasının açmasını istemez, âdeta eşi tarafından karşılanıyormuş gibi bir tavır takınır, çantası ve bastonunu almasını bekler, sonra başını okşayarak eve adımını atardı.
Kapı çaldığında hâlâ Dilşah'ın esaretinde olmasının verdiği telaşla ayağa fırladı. Kardeşinin de elinden tutarak apar topar alt kata indi. Üstünde babasının çok sevdiği gül desenli, ince bedenini büsbütün uzun gösteren bir entari vardı. Siyah ve dalgalı saçları, yirmi yaş gençliğinin bütün ışıltısıyla omuzlarının üstünden beline kadar sarkıyorlardı. Hiç düşünmeden kapıyı açtı. Açmasıyla geri çekilmesi de bir anda oldu. Vali baba, nâdiren yaptığı gibi, haber vermeksizin yanında misafirle gelmişti. İhtiyaten kapının yanında hep asılı tuttuğu yazmalardan birini alelacele alıp başını örttü.
Şimdi göz ucuyla da olsa, şal ve şepik içinde, itina ile giyinmiş, kendi yaşlarındaki delikanlıyı görüyordu. Profili kapıya gelecek şekilde yan durmakla kalmamış vakur bir şekilde önüne bakıyordu. Gülfem, onun muntazam profilini, sert çehresini, siyah kaşlarını, her şeyden çok da süpürge yoğunluğuna sahip uzun ve kıvrık kirpiklerini bir ânda görmüştü. Sonra bakışları kuşağının arasından sapı görünen hançerine kaydı.
Ömer Paşa, kızının şaşkınlığını farkedip,
"Misafirimiz var kızım!" dedi. "Bediüzzaman Molla Said-i Meşhur. Sen yukarı çıkıp kardeşlerini haberdar et, biz salonda soluklanalım."
Sonra ışıl ışıl gözlerle kucaklanmayı bekleyen Neslişah'ı kollarından yakaladığı gibi kucakladı, öpüp kokladı. Küçük kız ise babasının kucağında, sağ omuzunun üzerinden meraklı gözlerle Molla Said'e bakıyordu.
Ömer Paşa kızını yere bırakıp içeri girdikten sonra, misafirini karşılayan ev sahibi tavrıyla,
"Buyur Seyda!" dedi. "Fakirhaneme şeref verdiniz."
(Kutub Yıldızı II)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.