İbrahim Kuyusu
Caner Kutlu'nun hikayesi
Kurumuş ağaç gövdelerinin kesilmiş kolları, yağmur duasına eğilmiş sert elleri, sarı kırmızı yaprakları.. sokakların beyaz betonları üzerine serpilmiş birkaç damla yaş, kuru ayaz, sonbahar...Bir sürü yalnızlık, kot pantolon, tişört, üstüne siyah bir hırka, beraberinde ağır aksak yürüyen bir yaşam, yerden eğilmiş parmakları andıran kuru, sert bir yaprağı tutunca parçalanıyor, kuru yaprak parçaları uçuşuyor, meteoroloji yağış uyarısı yapıyor; çok geç, ömür bitiyor. Sokaklar gibi insanlar.. demirden değil, yapraktan...
...
Babam demiryollarında çalışıyordu, teknisyendi, çocukluğum raylar üzerinde trencilik oynayarak geçti. Boş kola şişelerini biriktirirdim, babam dolusunu almazdı, paramız yoktu çünkü, eti ayda bir kez görürdük. Sonra babam sendikacılığa başladı, genel sekreterliğe kadar yükseldi.Derken yıllar..Ankara bürokrasisi, sendika eylemleri, meclis kulisleri, babamın sendikacılıktan ayrılışı, annemle, elinde avucunda kalan son parayla yaptırdığı evinde yaşamaya başlamasıyla Ankara’da tek başına kalışım, sonbahar yaprakları altında, yalnız adımlarla savruluşum yıllar, yıllar..
...
Üniversiteyi bitirdiğim yıl, yalnızlığımın kuru avuçlarına sürülmüş ıslak bir aşk öyküsüyle geçti. Sendikada yanında çalışmaya başladığım genel başkanın sekreteriydi; yeşil gözlü, siyah saçlı, bembeyaz teninde sakladığı kadınsı hatları, rahat giyinişi, tavırları, zamansız sarılışları, açık esprileri ile erkekliğimi davet eden bakışları, serin kanın damarlarımı işgaliyle elimde olmadan.. yüzlerce pozunu resmini çektiğim kadın... Umursamaz, yeni pozlar verir, kahkahalar atar, dokunmayı severdi; bakımlı dişleri hep görünürdü. Aşktan kaçardı, neşeyi arardı, oysa ben neşeyi değil, aşkı, acıyı kovalardım. Resimlerini yatağımda saatlerce seyrederdim. Poz vermek onun için yeterliydi halbuki.
Bir kuru akşamda babamı aradım, seviyorum, evlenmek istiyorum dedim, annem telefona sarıldı, gelelim, isteyelim dedi, ertesi gün ona söyledim, şaşırdı, bu ne acele dedi, ben böyle bir şeyi istemem ki.. ama seviyorum seni dedim; evlerine gittik, istedik, kabul görmedi, çıkarken yüzüme bir bakışı vardı ki babamın, yerin dibine girmiştim.
Ertesi gün, işyerinde, yine boynuma sarılarak, hiçbir şey olmamış gibi, bu akşam bana gelir misin dedi, nasıl dedim senin evine mi, evet annemler Bodrum’a gittiler, üç gün yalnızım.. biraz çalışırız, biliyorsun kongre yaklaşıyor, düzenlenecek dosyalar var, hem seninle yalnız kalmak istiyorum.. cevap veremedim, akşam olunca kendimi evinin merdivenlerini çıkarken buldum. Sevinçle sarıldı, sana yemek bile yaptım dedi, içecek bir şeyler de aldım, sıcak çikolata da var, en sevdiğinden hem de.. Gece yarısına kadar çalıştık, uyku gözlerimden akıyordu, lavaboya gittim, döndüğümde koltukta uyuyakalmıştı, bembeyaz boynu hafifçe arkaya düşmüştü, dudakları pembemsi bir güzellikle hafif kurumuş, uzun kirpikleri kuru sonbahar yaprakları gibi düşmüş.. üzerine bir battaniye çekip ben de başka bir koltuğa başımı dayadım, hafif mora çalan gözkapaklarını seyrederken derinliklerimden hafif esen bir uğultu ile kendimi bıraktım; uzaklardan kulak zarıma değen hüznü, ulvi bir inleme gibi ruhumu dürten sabah ezanı, gözlerimi düştüğü yerden kaldırdı. Namazımı kılarken, sesini duydum, canım dedi, namazı bitirip yanına koştum, uyumaya devam ediyordu.
Sabah olunca, kahvaltın hazır dedi dinç bir ses, yanaklarıma hafif bir öpücük; gözlerimi açtım, dikkatlice baktım yüzüne, niye dedim, annem ve babama karşı öyle davrandın, bırak şimdi bunları dedi, elimden tuttu, kahvaltımızı yapalım, çok işimiz var daha, hem bugün haftasonu, başbaşayız dedi.
...
İki gün sonra.. işe geç kalmıştım, başkanın odasından çıkarken gördüm, tuhaftı, ne oldu dedim, cevap vermedi, başkanın yanına çıktım, sekreter hanım ayrılmak istiyormuş dedi, niçin diye sordum, başkan oturmamı istedi, yüzüme baktı, ilk kez görüyormuşçasına süzdü, sonra ayağa kalktı; bu kızın bir erkek arkadaşı vardı, hatta bir ara sözlenmişlerdi, sen işe başlamadan önce, ayrıldılar. Evet, dedim, işte dedi başkan, o çocukla tekrar bir araya gelmişler, evleneceklermiş galiba, işleri bu halde bırakıp gidecekmiş, kızdım biraz, bütün işler üzerine kalacak korkarım. Nasıl olur dedim, derhal odadan çıkıp, yanına koştum, duyduklarım doğru mu dedim, evet dedi, nasıl olur dedim, cevap vermedi, çıldırmıştım, tekrar sordum, lütfen dedi sadece, ağlamaklı olarak tekrar sordum, konuşmak istemiyorum dedi ve tekrar başkanın odasına girdi. Elim ayağım titriyordu, kendimi sokağa attım, rüzgar vardı, yapraklar savruluyordu, akşama kadar aldırmadan yürüdüm, kızgınlığım, ağlamaklığım, kuru gözyaşlarım, cebimde biriken yumruklarım, aşkım, bağlılıklarım, rüzgarım, savrulan umutlarım, bir bankta bir sigaraya sarılıp yakıldı, içildi. Sonra, bir tane daha.. bitince tekrar..
Sabah olunca uyumadan işe gittim, akşama kadar durmaksızın çalıştım, kongre yaklaşıyordu, toplantı üstüne toplantı yapılıyordu, başkan her gün daha da sıkıştırıyordu. Tek başıma dosyalar arasında kayboluyordum, iki hafta sonra başkanın odasında gördüm tekrar, hızla çıkıp gitti, sordum, bazı dosyalar vardı, onlar üzerinde konuştuk dedi, bir de dedi başkan, düğünü varmış, davetiye getirdi.
Başkan, bahsettiği dosyaları önüme koydu, bunları imzalaman gerekiyor dedi, inceleyip getiririm dedim, gerek yok, hemen burada imzala dedi. Peki dedim, başımda çınlama sesleri, diğer söylediklerini anlamıyordum, sadece imzaladım ve çıktım. Masama oturdum, bir vardı, bir yoktu, biten masalın ardından söz olmaz, masalın yorumu yapılmazdı.
...
O sene evlendim, kısa süre sonra bir kızım oldu; eşim gösterişsizdi, ama sadıktı. Hizmeti, saygısı kendisine bağlıyordu. Sendikada yetkilerim artmıştı, konumumla birlikte maaşım da yükselmişti. Yurtiçi, yurtdışı toplantılar, kongreler, geziler günleri silip süpürüyordu. Kızım tombul yanaklarıyla baba derken, iş yorgunluğumu da eritirdi, eşim, her akşam yeni bir ziyafet sunardı, yemek aşktan daha doyurucuydu.
Çocuk sesi dışında sessiz gecelerimin beraberinde gittikçe irileşen vücudum, artık benimle bütünleşen gözlüklerim, beyaz gömleklerim, hayatımdaki tek renkliliğim: kravatlarım; her mesai bitimi girip, sabahın sekizinde çıktığım uzun, loş, tek yönlü tünelin her gündüz başını, her gece ucunu kovaladığım kocaman siyah başı: apartman girişi; karyolanın ucundaki kol saatim, sessiz, sadık bekçimiz zamandı.
...
Odama geçtiğim gibi başkanın sekreteri aradı, acele sizi bekliyor dedi. Hayrola dedim, çok önemli bir konu efendim dedi. Odada biri daha vardı, müfettiş, başkan çok büyük bir sorunumuz var dedi, müfettiş söze girdi, hesaplarda usulsüzlük tespit edildi dedi. Nasıl diye sormaya kalmadan, başkan tekrar devreye girdi, hakkımızda soruşturma açılmış, görevden el çektirildik, ben ve yönetim kurulu; ve sen de imzan olduğu için soruşturma kapsamında işten ayrılmak zorundasın. Hangi imzalar, hangi dosyalar, konu ne diye sormaya varmadan, başkan, önceki sekreterin marifetleri dedi, şıllık, bizi mahvetti. Sekreter mi, onunla ne ilgisi var diye sorgulamaya çalıştım, başkan olayı geçiştirdi. Müfettiş, çok fazla konuşmamıza fırsat vermeden, soruşturma süreci hakkında birtakım bilgiler verdi, ayrıntılar kulağımda sadece bir uğultu olarak kaldı, ardından odadan çıktık. Masamda duran kızımın resmini çantama koyuyordum, başkan, yanıma geldi, elini omzuma koydu, üzülme dedi, fazla sürmez, tekrar beraber çalışacağız merak etme; birkaç ay içinde her şey düzelecek. Peki dedim, elini sıktım. Çantamı alıp çıktım.
Babama olanlardan uzun süre bahsetmedim. Aylar, ikişer üçer akıyordu; eve kapanıp kalmıştım. Soruşturma devam ettiğinden başka yerde çalışma imkanım da bulunmuyordu. İddialar ciddiydi, başkan ve yönetim kurulu zimmetine para geçirmekle suçlanıyordu; belgelerde benim de imzam bulunduğu için bu suçlamalar beni de kapsıyordu, soruşturma aylar aldı; ardından hakkımızda dava açıldı. Başkanla birkaç kez görüştüm, suçlamaları kabul etmiyordu, aklanacağız diyordu, sabır istiyordu; bense eşim ve bir çocuğum olduğunu söylüyordum, yapacak bir şey olmadığını duyuyordum. Mahkemede hakkında zimmet davası olan birine kim iş verirdi ki, üniversiteye dönmeyi düşündüm, sınavlara girdim, dilden kaldım. Sonraki sınavlarda dili verdim, bu kez mülakatta geçemedim. Derken birkaç geçici iş, evin ağır yükü, borçlar, ekonomik kriz sonrası pahalılık, artan faizler, geri ödenmeyen krediler, hacizler, açılan yeni alacak davaları, krizler, krizler. Eşyalarımı satıp baba evine taşındım.
...
Eşim sabahın odaya vuran ışığında parlayan kurumuş dudakları titreyerek baş ucuma geldi. Hamileyim galiba dedi, işaret parmağımı dudaklarında gezdirdim, sonra doğruldum, yüzünü ellerimin arasına alarak gülümsedim, ne güzel dedim, belki bu kez bir oğlumuz olur.
...
Bir oğlumuz oldu, beyaz yüzlü, siyah saçlı, mavi gözlü, ablası gibi tombul yanaklı.. Günler çocuklarımla yuvarlanarak geçiyordu, bir yandan da kara, kuru bir beklentiler yumağı..bitmeyen karar aşamaları, yeni deliller, yeni iddialar, yeni müdahiller, yeni dilekçeler, tanıklar, raporlar, yeni raporlar, ara kararlar, bozulan kararlar, temyizler, karar düzeltmeler, ellerinde kahverengi yapay deri çantalarla kel, kara, göbekli şeytanlar, çok önceki bir aşkın bıçak yaraları, akmayan kanlar, kuru bellek, susuz kalmış beyin damarları, kalp sızısı, kan kırmızısıydı.
Elime bir bıçak verildi, işte çocukların, kurban etmen isteniyor dendi. Hayır, yapamam dedim, söz vermiştin, sana verilenleri istendiğinde geri verecektin dendi, hadi sür bıçağı.
Yapamam dedim, başka yolu olmalı, sözünü tutacaksın dendi, oğlum emekleyerek geldi, bıçağa dokunmak istedi, hayır diye bağırdım, bağrıma bastım, evladım dedim.
Kızımı alıp dışarı çıktım, ona balonlar aldım, şeker, çikolata aldım. Elimdeki bıçağı merak ettiğinde suskun kaldım, gözlerine baktım sadece, küçük ellerini kokladım.
Vaktin yok, sözünü yerine getir dendi tekrar, başka yol arıyordum, günler geçiyordu.
Eve girdim, ikisini de kucağıma aldım, beni bekleyin birazdan geleceğim dedim, ikisini de uzun uzun öptüm.
Tekrar dışarı çıktım, tekrar içeri girdim.
Bıçağı çıkardım, kızım babacığım diyerek boynuma sarıldı, ellerinden tuttum, yere yatırdım.
Bıçağı sürdüm, gülüyordu, oyun değil bu dedim, bir daha sürdüm, bir daha, bir daha, olmayınca bu kez oğlum emekleyerek bacaklarıma tutunup ayağa kalktı, bıçağı ona sürdüm, o da gülüyordu, sonra tekrar sürdüm, tekrar, tekrar, ikisini de kucağımdan bıraktım, kahkahayla gülüyorlardı.
Kan, ter içinde kalmıştım, bıçağı tekrar aldım, evin mermerlerine sürdüm paramparça oldu, inanamadım, çocuklar peşimden geliyorlardı.
O an, kapının önünde ayak sesleri, konuşmalar, beni soran bir ses, hızlı hızlı çalan zilin sesi, kızım koşarak kapıyı açtı, postacı, elinde mahkeme kararı, açtım:beraat.
...
Dışarısı... Kurumuş yapraklar rüzgarla beraber geliyor. Bedeni taciz ediyor, acıtmıyor ama yoruyor. Kurumuş, sertleşmiş, yere bakan eller ıslanıyor, tek damla yaş kurtarıyor. Sokaklar, yol alıyor, yol veriyor. İbrahim giriyor.. İbrahim çıkıyor...