İçimdeki Yangın...
Cemil Karakullukçu'nun hikayesi...
Ne olmuşsa bende o tanıdık simanın uzaklaşmasından sonra oldu.
Kendimi yerden yere vurdum ben ona bir şey söylemedim diye. İçimden bir ateş yükseldi. Önce kulak çevremde zirveye çıktı; saniye geçmedi ki kulaklarımda yangın uğultusuna benzer bir gürültüye dönüştü. Sandım ki, içimde rüzgârın körüklediği sönmesi mümkün olmayan bir yangın var. Sonra kulaklarımdaki ateş yüzümü ve daha sonra bütün bedenimi sardı. O soğuk havada bir anda vücudumun terlediğini hissettim. Kravatımı çözdüm. Düğmeli olan ceketimi de açtım. Rüzgâr soğuk esmesine rağmen ben ondan hiç ama hiç etkilenmiyordum.
Olduğum yerde bir öteye bir beriye gidip geldim. Soluyordum. Burun deliklerimin şişip indiğini hissediyordum. Kısık sesimle, “ben ona tepkimi göstermeliydim, hem anında tepki vermeliydim, o acayip tavrın ne demeye geldiğini ona kendi yönteminin aksiyle belletmeliydim” diyordum. Takındığı tavır düpedüz hakaretti. Beni hiçe saymıştı. Bari yüzüme bir şamar indirseydi. Öyle bir şamar ki sesi gök kubbede çınlasaydı. Şamar da nerden çıktı? Öyle kolay mıydı? Duygularımı allak bulak eden hakareti yetmemiş gibi, bir de yüzüme şamar indirsin ha! İşte o zaman görürdü dünyasını.
Ama onun yaptığı şamardan da beterdi. Beni adam yerine koymadı adam! Çekip giderken bir kez bile olsa yüzüme bakmadı. Ben gözünde o denli silikleştim ki… Fazla uzatmadı da; en ağır hakaret ederek çekip gitti. Şamar indirseydi, evet yüzüme şaklatsaydı da ben ona tepkimi gösterme fırsatını yakalasaydım, daha iyi olurdu. Şamarla aklım başıma gelseydi. O anda yakışık almasa da ne eder eder öfkemi boşatırdım. Rahatlardım. Burnumdan soluklamazdım en azından.
Ne demek bir kelime bile söylemeden çekip gitmek? Karşısında olan bir insan değil miydi? Bir köpeği bile öyle orta yerde bırakıp gitmez insan. Onun da kendine göre bir değeri var. Ben basit bir hayvan kadar da mı olamadım onun yanında. Oysa bir insanım ben. Kişiliğim var. Beni hiç yerine koymamalıydı. Ama koydu; olanca kinini kustu gitti. Benim aklım var, iradem var, az çok toplumda saygınlığım var. Yahu beni insan yerine koyan bir sürü insan var. Görev yerimde beni insan sanıp ayağa kalkarak saygı gösterisinde bulunanlar var. Hadi diyelim benim onun yanında bir değerim yok, bu takındığı tavır bunca insanlara da hakaret değil mi? Hadi benim bir kişiliğimin olmadığını düşünelim, onların bir kişiliği yok mu? Bana karşı saygıları boşuna mı?
Yok yok, bilerek hakarette bulundu bana. İşin içinde bilgisizlik asla yoktu. Açıktan açığa bana hakaret olsun diye bu tavrı takındı ve yüzüme bir kez olsun bakmadan çekip gitti. Gözünde bir hiç olduğumu kanıtlamak için bana bunu yaptı. Bunu böyle algılayacağımı da biliyordu. İçim içimi yiyeceğimi de. Öfkeden kuduracağımı da…
Bile bile zulmedene karşı nasıl davranılır? Bir sadisttir o. Dost eli uzatacak değilim ya. Evet, dön geri demeliydim. Döndürüp ona ne demek istediğini sormalıydım. Vereceği cevap olamazdı, bu kesin. O zaman ben onu baştan aşağı donatmalıydım. O acayip tavrın kaça ona mal olduğunu göstermeliydim. Hatta peşinde koşmalıydım. Elimle durdurup bana hakaret edemezsin diye yüzüne yüzüne haykırmalıydım. Beni bir hiç görmek! Bir hayvan, bir ot yerine bile koymamak!
Bazen çok tez canlısın sen. Küçük dağları sen yaratmış gibi bir pozisyona girersin. Ee şimdi ne yaptın? Sıradan sayılan bir insanın karşısında beş paralık oldun. Çekmen gerek. Öfkeden deliye dönmen gerek. Evet doğru, ben öyle birine pabuç bırakacak biri değildim. Kendime pek hakaret ettirmedim bu yaşıma kadar. Şimdi ne oldu? Bir hiç yerine konuldum.
On-on beş metrekarelik yerde ha bire volta atıyorum. Ayağıma takılan bir çakıl taşına öylesine vurdum ki, en az elli metre ötede park halinde olan arabanın camına “kat” diye vurdu. “Eşeğini dövemeyen palanını döver” buna derler dedim. Ulan çakıl taşının, arabanın ne suçu var? Tekmeyi göz göre göre sana hakaret edenin kıçına vursaydın ya! Vuramazdın ve vuramazsın! Senin gücün ancak çakıl taşına geçer. Sen sana tepkide bulunmayanlara söz geçirirsin. Sen bir korkaksın! Evet, ben korkak olmasaydım, o adama karşı bir tek söz olsun söylerdim. Bir tek sözü söyleme cesaretini gösteremeyen ben, kalkıp bir çakıl taşına olanca hınçla vurmam hangi mertlerin kitabında yazar?
Eşek dururken, palanını dövmek acizlerin işidir. Ben acizim işte. Duygularımın kölesiyim ben. Bir öfkenin ahtapotumsu sarmalına girdim. Yalan mı yani? Bir öfke dalgası beni alabora etti. Bir adam bana hakaret etti diye dünyalar üzerime yıkıldı. Ne yani, öfkelendim diye bütün suç bana mı ait? Sebep olanın hiç mi suçu yok? “Essebebu kel fail/sebep olan yapan gibi sayılır” diye bir deyim yok mu? Deyim yerindeyse, vursun sana şamarı ve sessiz sedasız çekip gitsin, öyle mi? Sonrasında ben suçlu çıkayım. Ne yapmam gerek, kendime mi kızayım? Gidip o adamdan özür mü dileyeyim? Ben arkandan şunları şunları söyledim, ne olur sen benim kusuruma bakma mı diyeyim? Öfkeden ateş ve sonrasında su kesildiğim yetmemiş gibi, bir de gideyim duygularımın bana ettiklerini ona şikâyet edeyim. Bu kadarı da olmaz.
Duygular mı dedim? Ah duygular! Onların baskısından bir kurtulsam! Yoksa içinde bulunduğum psikolojik durum onların bir tuzağı mı? Öfkeliyim değil mi? Öfke yıkıcı duygularımın başı işte.
Adımlarımı kendi kendime konuşmadan atıyorum. Kafam çalışmaya başladı şimdi. Duygularımın gürültüleri içinde pek yol alamıyor ya. Kendimi sorguya çekiyorum. Bir duygu alıp beni uzaklara götürüyor. Kendimi toparlıyorum. Duygularıma yenik düşmemeliyim. Duygularım peşim sıra gelmeli, aklıma uymalı; aklım onların piyonu değil. Ben şimdi öfkeme yenildiğimi mi söylemek istiyorum. Onu bilmem, deminden beri kendimi yiyip bitirmem bunun kanıtı değil mi? Hakaret ederek çekip gidene bir şey yok, açıkta kalan ben miyim şimdi? Öyle tabii. Bir söz var; her uluyan köpeğe taş atılsa ortalıkta taş kalmaz. Biri sana bir fiske vurdu diye, günlerce hatta aylarca etkisinde kalıp onun maskarası olmanın ne alemi var?
Bilinçsiz birkaç adım daha atıyorum. Duygularımda bir durgunluk ya da bir geri kalmışlık… Aklıma saygı galiba. Aklıma mı saygı? Duygular inatçıdır çoğunlukla. Bilirim onları ben. Saygı maygıdan anlamaz onlar, bildiğini okurlar. Bütün iş aklımda, vicdanımda ve sağduyumda şimdi. Kar zarar noktasında değerlendirmeliyim. Şu anda ben karda mıyım yoksa zararda mı? Öfkeliyim ve ben öfkemin tutsağıyım şimdi. Birilerince ya da bir şeylerce tutsak olmak! Bundan kendime nasıl bir pay biçebilirim?
Beni öfkelendirip çekip gidene değil de, kendime bakmam, kendime dönmem, bir iç sorgulama yapmam gerekmez mi? Öfkelendim tamam. Öfkelendiğimi, öfkelenmemle acılar çektiğimi, iç dünyamda savaşlar olduğunu ve bundan daha fazlası özümden uzaklaştığımı kime duyurayım? Tavşan dağa küsmüş. Ona kendimi acındırmaya çalışsam, onu sevindirmiş olurum ancak.
Eğri oturup doğru konuşayım. Öfkelendim; kabul. Şu anda çevremde kimseler yok ki. Ne kadar öfkelenirsem öfkeleneyim, ne yaparsam kendime yapmış olurum. Sirkenin kabına zararı var derler ya, işte öyle. Hem benim öfkelenmem, ikinci bir yenilgim olur. Birinci yenilgim, o adamın beni hiçe sayıp yapacağını yapıp istediği hakarette bulunmasıdır; hem arkasına bakmadan. Ona karşı yenilgimi geri almamın tek yolu var. O da şu anda öfke küpü haline gelmemem. Bir yenilgi yetmedi de ikinci yenilgiye doğru hızla gitmek akıllının işi olamaz. Peş peşe yenilgiler beni perişan eder. Öyle değil mi?
Sonra benim öfkelenmeme bir değil birçok sebepler var. Hepsine birden savaş açmama benim gücüm yeter mi; hadi diyelim gücüm yetsin, zamanım yeter mi; hadi diyelim zamanım yetti, sinek kovalamakla mı günlerim geçsin?
İradesiz, bir anda hareketsiz kaldım. Ayağıma bir çakıl taşı daha takıldı. Sağ ayağımı onu ötelere fırlatmak için kaldırdım. Sonra aniden vazgeçtim. Oysa çakıl taşı masum masum duruyordu yerinde. Sanki “ben ne yaptım ki tekme vuruyorsun bana?” diye fısıldıyordu. Öyle fısıltı mısıltı değildi. İçimde duydum bu sesi. Bir taş konuşuyordu benimle, inanın. Duydum içimde sesini diyorum ve içim de bu sese hak veriyordu. Bir taşa ve bir gökyüzüne baktım. İyi ki, kimsecikler yoktu etrafta. İyi ki, bu konuşmalarımdan insan denen yaratıkların haberi yoktu. İyi ki, habbeyi kubbe yapan ben, iç konuşmalarımla ortalığı yangına çevirmemden kimsenin haberi olmadı. İyi ki, öfkeye yenildiğimin yalnızca ben farkındaydım.
Onlar duysa ve görse ne olurdu? Üçüncü bir yenilgiyi yaşardım; o kadar basit. Beni bu halimle gören başkaları deli derlerdi bana; bunu adım gibi biliyorum Demelerinde hakları da vardı hani. Kimseler yokken sen kendinle boğuş dur, öfkenin tutsağı ol, akıl almaz davranışlarda bulun, sonra sana deli demesinler. Derler, bal gibi derler.
Öfkedir beni bu hallere düşüren, tamam. Öfke de benim duygum, benim bir parçam. Parçama düşman olmak kadar ahmaklık olmaz sanıyorum. Neden mi? Nedeni, onu aklımın kullanabilecek olması. Öfke, deyim yerindeyse bir güçlü enerjidir bende. Onu emrimde kullanabildiğim sürece ben hep bey, efendi olurum. Onun tutsağı olduğumda ise, ateşine yanarım. Biraz önce olduğu gibi... Köpürüyordum. Havayı dövüyordum. Öfkemi başka duygularım da körüklüyordu, alkışlıyordu. Öfkem sayısız duygularımı da taktı peşine, benim isyan etmemi, köpürdükçe köpürmemi, çıldırdıkça çıldırmamı istiyordu. Duygularım beni havalarda uçurtuyordu. Yere basamıyordum.
Kimin haberi oldu? Hiç kimsenin. Yalnızca kendim, derinlerimde acıyı, acıları hissettim. Öfkem benim parçam; ama onun güdümüne giren ben, şimdi onun evirip çevirdiği bir nesne haline geldim bir obje olmam gerekirken. Oysa öfkemi yenmeliyim ya da onunla barışmalıyım. Bana zararı dokunacağı ana kadar görünmeli bende. Başka deyimle ona bir sınır çizmeliyim. Baskı değil bu; sadece barışın varlığını birlikte onaylayarak sınırları birlikte çizmeliyiz.
İçinde bulunduğum gerginlikten, öfkeli halimden, duygularımın baskısından, ha bire kendimle boğuşmaktan, iç konuşmalarımdan, aklımın değil de duygularımın tutsağı olmaktan, içim içimi yemekten, kendimden kopuşumdan, dünyaların üzerime abanmasından nasıl kurtulayım?
Önce bu tedirginliği, bu heyecanı ve bu aceleciliği bırak bakayım. Burada yalnız sen varsın şimdi. Senin elinden kolundan tutan ya da sana acıyan kimseler yok. Kendini düşünmek zorundasın. Teksin bu dünyada ve hayatının mutlu geçmesinden sorumlusun. En azından kendi ellerinle hayatını allak bulak edemezsin. Öfkeymiş, yok duyguların baskısıymış. Bunlar benim zenginliklerim, benim binitlerim. Benim güdümümde olmalılar. Onları ben istediğim yöne çevirmeliyim.
Şu anki durum bir öfkenin beni yönetmesidir. Deminden beri bana acılar çektiriyor. Öfkem bir çözüm yolu da göstermiyor. Ateşe körükle gidiyor. Beni bir uçuruma atıncaya kadar inatla diretiyor. Kendimi onun kollarına bırakırsam, iki ihtimal var; ya kendimi yiyip bitirmem ya da bir yere toslamam. Benden olanın bana ettiğine bakın. Birinin kendine ettiğini başkası edemez. Silkelenmem gerek.
Öfkem, benim. Ona düşman da olamam. Düşman oldukça daha da kökleşir o. Ona boyun da eğemem; çünkü bu takdirde onun tutsağı olurum. Öfke acımasızdır. Dizginleri ele geçirince atı dörtnala, çatlatırcasına koşturur.
Ne yapmalıyım? Onunla barışık olmaktan başka çare yok. Öfke bulutu geldiğinde, yağmadan önce, öfkelenmenin yersiz olup olmadığını birlikte sorgulamamız. Etrafı dağıtmaya ya da kendimi yemeye değer mi? Bu sorgulama bile aslında yoluma konulan tuzağa düşmemem için yeterli. Beni hiçe sayarak çekip giden o sadist, beni öfkelendirerek önüme bir mayın koydu. Öfkeye yenilirsem mutlaka o mayına basarım. Sorgularsam öfkeyi, kontrollü yürümemi sağlar. O halde şu andan tezi yok, bir sorgulama başlatmalıyım.
Sorgulamaya başladım ki, bu iç rahatlığına kavuşma havası belirmeye başladı. Derinden bir nefes alıyorum; bir kez daha derken tam beş kez dolu dolu nefesle şimdi çok daha rahatım. Öfke benim enerjim. Onu kullanacak zamanlarım gelecek elbette. Çekip gidenin arkasından kendi kendime çekişip durmam yersiz. Bir gözlemci olmam önemli. Var bunun da bir gizemli tarafı deyip beklemem ya da hikmet yanını düşünmem en iyisi.
Etraf sessiz. İçim de duruldu.
Gökyüzündeki bulutlar çekildi; güneş göründü. Ben sakinleştim. İçimdeki yangın sönmeye yüz tuttu.