Ahmet AKCAN
İçimizdeki Vesayet
Allah ile kerim kulu insan arasına giren manileri bertaraf edip manevi irtibatı tesis etme niyetiyle başlaması gereken iman hizmeti; mabud ile abdi arasına girmeyi (vesayeti), “ene” adına hareket etmeyi reddediyor. Teslim alınmayı değil, teslim olunmayı bekleyen Kur’an hizmeti; davayı nefsi namına sahiplenmeyi istemiyor,“benlik” hesabına tekelleşmeyi kabul etmiyor.
Hüve adına hizmetin etrafında döneceğine, ene namına hizmeti kendi etrafında döndürmeye çalışan yahut dönmesini arzulayan vesayetçi anlayış; hakikatleri çalar çaldığını dahi bilmeden... Kapatır hizmeti ene hangarına... “Benim der bu hizmet, bana ait der bu dava... Diğer ellerin değerli müdahalelerini istemez...
Evet, davayı ve dayanağı olan eserleri ene namına temellük ile başlayan, nurlu hakikatleri kapatan, muhtaç gönülleri mahrum bırakan en kesif bir hicaptır içimizdeki vesayet...
İzin vermez kimsenin hakikatler hakkında konuşmasına, şerh ve izahına. Eserlerin şerh ve izahı icap etmesinin bir noksanlık olmadığını, aksine kemal olduğunu bilmez. Hem hakikatleri mücmel ve muciz bildiği halde, icmal ve icazın hal diliyle “beni aç, tefsir et beni” dediklerini duymaz, duymak istemez...
Kur’an hakkında yazılan tefsirlerin bile zaman içerisinde tefsir edilmek zorunda kaldıklarını görmez, görmek istemez. “Her müfessir aynı zamanda müfesser olmayı da hak eder” kaidesinden habersizdir. İlim ve dirayet ile yaptırmadığı şerh ve izahı, mürur-u zamanla tağyir olmuş maziden hatıraları rivayetle yahut istikbalden mütenevvi müjdelerle kendi yapmaya çalışır.
Tahsis kabul etmeyecek kadar ulvi, dar kavramlara sığışmayacak kadar külli hizmet hakikatini dar mekânlara, bir takım kavramların içine sığıştırmaya çalışır. Hizmetin varlığını yahut yokluğunu “medrese” denilen yerlerin yahut “ehl-i hizmet” denilen ferdlerin varlığına veya yokluğuna bağlar. Tevhid dini İslam ile bunu telif etmekte bir beis görmez, illet ve iktiran bahsindeki esasa ters düştüğünü düşünmez...
Aktarmayı aklanmaya tercih eder. Malumatı ve ilmi artar, marifeti ve makamatı artmaz. “Derman hadden geçse dert getirir öldürür” bildiği halde hastalık getiren dermanı ona muhabbetinden ziyadesiyle istimal eder…
Lafza takılır, manayı gör(e)mez, manayı anlar maksada eremez! Veciz olan elfazı kesretle anar biraz da anlar ama anlamlandırmayı (maksadı bilmediği) için yeri gelince kullanamaz. “İhsan-ı ilahiden fazla ihsan ihsan değildir” gibi veciz ifadeleri anlamlandıramadığı için zayi eder, nakledip akletmediği söze bilmeden muhalefet eder...
Zamanın ve mekânın şartlarından çoğu zaman habersiz yaşar. Değişen ve gelişen şartları görmez, görmek istemez. Esasatı rencide etmediği halde hizmet metotları cihetiyle tebdile ve tecdide kapalı yaşamayı davaya sadakat zannıyla ister…
Kendi fedakârlığını mikyas alır karşıdan da aynısını bekler. Surete ve libasa takılır. Suretini ve zahiri ahvalini beğenmediklerini “hizmetin bekası” için yılanların ısırmasına aldırmadan dışarıya atar...
Cemaat içinden “sadık hadimler” çıkarmak adına düşünen insanları fikren hadım etmekte bir beis görmez. Analarından hür olarak doğan insanları beton yığınlarına, adına medrese denilen müesseslere esir etmenin insan fıtratına savaş açmaya denk geldiğini bilmez, bilmek istemez...
Evet, zamanın bedisi ünvanı eserlerinin kemali ile tasdik edilen zatın manevi mirasına sahip çıkanlar, kendilerini ona nispet edenler üç zümredir.
Birinci zümre; o mirasın hakiki sahibi olduğunu iddia edip üzerine oturanlar. Kendi isimlerini şerefli ve aziz kılmak için onun ismi yerine koyup istismar edenler…
İkinci zümre; o mirasın giriş kapısı önünde oturanlar. Asıl mirasçıların kendileri olduğunu iddia edenler, yaptıkları fedakârlıkları kat kat cemaate ödetenler, eneleriyle hizmeti sahiplenip manen kirletenler…
Üçüncü zümre; tam hulusiyet, hasbi bir uhuvvet, kemal-i sadakat ve mahviyetle hizmet edenler. O kudsi mirasa kendilerini hiçbir şekilde liyakatli gör(e)meyenler. O şerefli yüke ivazsız ve iddiasız omuz verenler…
Evet, kimi hiçbir surette hakkı olmadığı halde Bediüzzaman’ın mirasının üzerine konuyor. Kendini “beklenen zat” olarak görüp gösteriyor. Kimisi enesiyle o kapının önüne oturuyor. İstediklerini içeri alıp istemediklerine kapıyı açmıyor. Davaya hadim olmayı kendinden alınacak izin ve icazete bağlıyor. Kimisi ise, o mirası Kur’an’ın ve umumun malı değerli bir hazine olarak görüyor. Omuzuna aldığı pek kıymetli bu manevi yükü zayi etmeden, taşlayanlara ve alkışlayanlara aldırmadan yürüyor…
Elhasıl; evveli hamiyet ve gayret, ahiri hidayet ve saadet, zahiri uhuvvet ve muavenet, batını muhabbet ve hulusiyet isteyen hizmetin hakikati vesayet anlayışını istemiyor. Davayı özel mülkü olarak görenlerin veya hakikatleri ene rasadıyla sahiplenenlerin bina edilen her türlü hayra mani oldukları hizmet yerine hezimet ettikleri görülüyor...
Ey Bediüzzaman’ın manevi mirasının önünde duran yahut hizmeti sadece kendinin sanan vesayetçi anlayış sahibi. Dine hizmet ediyorum diye gururlanıp kurtuluş bekleme! Facir adamlara da dini teyit ettireceğini bildiren hadisin satır ar(k)asında bildirilen facir adam belki de sensin!
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.