Afife ARTIK
İki namaz arasında bir ziyaret (Şanlıurfa-4)
Öğlen namazını kıldıktan sonra buluşup Abdülkadir Badıllı Ağabey’in evine gitmek için Cüneyd Gökçe Hocam ile sözleştik.
Er-ruha’da -yani Şanlıurfa’da- hiçbir işime geç kalmamakla beraber kesin kaçıracağım sandığım şeylere de hep yetiştim Allah’ın emri ile.
Öğlen namazımı Dergâhta kılıp sonra buluşma yerine gitmek üzere 63 numaralı güzel otobüse (şehrin en güzel mübarek yerlerine giden bir otobüstür) binecek idim. Sabah namazına Halil-ür Rahman dergahına gidip namazdan sonra da anneciğimin Yasinlerini (çok hoş geliyor bana anneciğimin Yasinleri tabiri) İbrahim Alehhisselam’ın mağarasında okudum.
Sabah namazı için camiye girmeden evvel Abdülkadir Badıllı Ağabey’e uğradım. Kendilerini yaşar zanneden pek çok insandan daha hayatlıdır Abdülkadir Badıllı Ağabey. Kabrine gittim demek istemiyorum bu nedenle. Ben kendisini ziyarete gittim. İnsanın ruhu katiyyen bâkidir. Vefatı ile beraber o insan ile çok daha güzel ve sağlıklı bir irtibat kurulabilir. Çünkü sağların nefisleri vardır ve zaman ahirzamandır. Sağ olan biri size bir kaşığın ucu ile bal tattırsa sapı ile gözünüzü almak isteyebilir. Halbuki vefat etmiş olanlar size hep verirler ve karşılığında sizden bir şey istemezler. Kendi irade ve arzunuz ile Fatiha ve Yasin verirseniz alırlar ve mukabilinde size pek çok şey verirler. Abdülkadir-i Geylânî hazretlerinin Bediüzzaman Said Nursî hazretlerine daha Üstadım çocuk iken bir Fatiha karşılığında kaybolan cevizlerini vermesi misillü.
Bu zikrettiğim hakikatin biraz ucundan bana görünmesi iledir ki dün gece ciddi ve samimi olarak muvacehesinde bulunduğum Abdülkadir Badıllı Ağabey’e hitaben dedim “Ağabey ne olur beni bu sağların elinde bırakma”.
Muvacehesinde bulunmaktan kastım mekan olarak kabrinin karşısında bulunmamdır. Yoksa maatteessüf öyle karşılıklı konuşurcasına muhatap olamıyorum ama arzu ediyorum. Dua buyurun inşallah Rabbim berzahtaki dostlarımız ile ve anneciğim ile karşılıklı konuşmak nasib eyler inşallah. İlmen biliyorum ki bu mümkün ve kalben arzu ediyorum. Hususen anneciğimin vefatından sonra daha şiddetlendi bu arzum.
Dün gece Abdülkadir Badıllı Ağabey’e bir Fatiha okuduktan sonra Ankara’ya teşrif ettiği vakitte Risale Akademi’de kendisine sorduğum özel sualin detaylarına dair sual ettim. Bana demişti “sabret.” Ben de sonra kendi kendime dedim “neden ben sormadım izahını isteseydim ki bu durumun sabrının sureti nedir.” Abdulkadir Badıllı Ağabey’den bunu sual ettim ve bir süre sonra uyudum.
Sabah namazına Halil-ür-Rahman dergahına gittim. Namazdan evvel –yazmış olduğum gibi- Abdülkadir Badıllı Ağabey’e gittim. Namazı kılıp tesbihatımın bir kısmını tamam ettikten sonra (size de öyle geldi mi bilmem ama Abdülkadir Badıllı Ağabey’in üslubu gelmiş sanki cümlelerime ben öyle hissettim. Ne de olsa çalıştığı mekanda az da olsa vakit geçirdim hamd olsun) İbrahim Aleyhisselam’ın mağarasında Yasinlerimi okudum ve Abdülkadir Badıllı Ağabey’in yanına gittim. (Böyle yazıyorum ki dua olsun daha net ve hayattakilerle görüşmelerden daha sahih görüşmelerimiz olsun inşallah. Siz de bu konuda dua ederseniz çok bahtiyar olurum.)
Badıllı Ağabey’e üç ihlas bir Fatiha verdikten sonra (şimdi hatırladım ki Yasinleri duamda hediye etmeyi unuttum ama okurken niyetimde idi) bir müddet kabre bakarak öyle durdum. Bekliyordum ki sualime cevap gelsin. Aman ha sakın benim aklıma uyup da siz de böyle denemeler yapmayasınız. Eğer işin erbabı değilseniz kalb ve ruhun derece-i hayatında değilseniz en azından keşf-el-kubur evliyası değilseniz şeytan sizinle mübarek zâtlar gibi kendini tanıttırarak konuşur da evc-i alâya uçayım derken esfel-i safilinde kendinizi bulursunuz. Hastahanelerin psikiyatri servisleri çokça şahittir bu gibi vakıalara.
Ben Abdülkadir Badıllı Ağabey’den sualime cevap bekledim ama hâl-i hazırda verdiği bir cavap zaten var idi ben o cevabın detayını sual ettim sadece. Yoksa hiç ondan cevabını almamış olduğum yeni bir sual sormadım. Bu nedenle elimde mihenk taşım vardı. Gelen cevap eğer Abdülkadir Badıllı Ağabeyimin verdiği cevap ile çelişir ise zaten nazara almayacak idim. Lâkin o an içimi kaplayan huzuru inanın saraylarda yaşayanlar bulmamış. Ve o huzur ve sekinet hâli ile beraber hamd-ü senalar olsun cevabım da geldi. Tam mutmain oldum.
Elbette şimdi bir kısım ekabir “bu ne böyle yok yolumuzda bunlar” diye içinden geçirir. Ben de onları Risale-i Nur’a havale ediyorum. Delil getirsinler ki yoktur. Benim var olduğuna dair delillerim var hamd olsun. Hem pek çok var.
Elbette bunlar keşif, keramet ve saire değildir. Benim Abdülkadir Ağabey’e verdiğim kıymet ve derin ilmine olan hayranlığım sebebi iledir. Yoksa kendisi ile hayatında iken irtibatta olmadığım zâtların kabirlerinde öyle sual edip cevap alamıyorum. İnşallah ileride olur isterim elbette. Allah muhafaza bunu bir enaniyet vesilesi etmek büyük edepsizlik olur tabii. Bir de hayalime geldi ki böyle bir hal olsa bana herkes sualini tevdi eder de “bir soruver” der. Peki sizce kaç kişi “imanla ölecek miyim, imanla ölmem için ne yapmam gerekir” diye sorar ve kaç kişi “zengin olacak mıyım evlenecek miyim" diye sual ettirir…
Sadede dönelim. Yani ayrılıp da geri dönmek mecburiyetinde kalmasak daha iyidir belki ama ne yapalım zuhurât böyle oldu. Biz ise her daim zuhurâta tabi değiliz zira nefis ve şeytan hatları karıştırıp parazit veriyor.
Evet öğlen namazımı dergahta eda edip öyle gitmek istemiş idim. Sabah namazdan sonra uyumadığımdan biraz kaylule uykusundan sonra gideyim dedim. Lâkin uyumaya muvaffak olamadım. Şu an hatırıma geldi ki ben Abdülkadir Ağabey’e Üstadımızı ziyaret etmeye gitmeden bir gece evvel neler yaşadığını sual etmiş idim Risale Akademi’de iken. Kendisi de o an gözleri dolup ağlamış idi. O hal bana öyle tesir etmiş ki bin dersten daha tesirli bir ders idi ve Üstadı görenle görmeyenin hâlindeki farklılıkları fark etmem için de bir vesile olmuş idi. Benim uyuyamamam da öyle bir halden demek için yazmadım bunu. Bununla beraber Abdülkadir Badıllı Ağabey’in kabrine ilk gidişimdeki hallere benzer haller yaşadım.
Uykuya dalamayınca öğlen namazına 38 dakika kala kalktım. Abdest aldım giyindim. Epey vakit var diye düşündüğümden biraz ağırdan almış olmalıyım ki daha ben çıkmadan ezan okunmaya başladı. Hemen çıktım ve dergah camiine cemaate yetişemeyeceğimi düşünerek Hasan Paşa camiine girdim. Oradaki cemaati de muhtemelen kaçıracağımı düşünürken bir de ne işiteyim ben camiden içeri girerken kamet okunmaya başladı. Burada er-ruha’da bana her hal, her şey ve herkes “senin vatanın burası” dercesine bütün işlerim fevkalade güzel gidiyor hamd olsun. Ufak bazı arızalar da elimle işlediklerimdendir. Buradaki güzelliklerin ve Medine havasının yanında hiç kalırlar.
Er-ruha’da âdeta gönlümden geçen anında önüme geliyor. İlk zamanlar bu beni çok duygulandırıyor idi zaman zaman bu sebeble ağladığımı biliyorum. Allah ülfet belasından muhafaza eyler inşallah. Aman kadir kıymet bilelim ki elimizden kaçmasın.
Evet bahsettiğim gibi camiye girerken kamet okunuyor idi. Namazımı cemaatle eda ettikten ve tesbihâtımın dua kısmına kadarını yerimden kalkmadan yaptıktan sonra kalktım otobüs durağına gittim. Fakat bir yandan da düşünüyorum ki böyle büyük bir nimet (hem Abdülkadir Ağabeyin mekanını ziyaret hem de Cüneyt Gökçe gibi Abdülkadir Ağabeyin hizmetinde bulunan biri ile gitmek) elbette bedel ister. Bunu düşünmesem acaba o gecikme sebebi olan hatalarımı yapmayacak mıydım bilemem. Aynen kader bahsinde “tüfek atmasa ne olurdu” sualindeki gibi.
Hasan Paşa Camiinden çıkıp otobüs durağına yürüdüm ve 63 numaralı güzel otobüse bindim (güzel otobüs diyorum ki içimdeki araba sevdası da hafiflesin bak otobüsler ne güzel…) Evvelden Kızılay meydanında olan buluşmamız Emirgan toplama merkezi olarak değiştiği halde ben ihmal edip telefonumdaki mesaja bakmadığım için bundan haberdâr olmadım. Kızılay meydanında indim. Cüneyd Hocamı orada göremedim. Yine kendi içimdeki hakikatle ilgisi sorgulanası kurguya göre telefon ile aramayıp edeble beklemem gerekirdi. Büyüklere arayıp “neredesin” demek olmazdı. Bir süre bekledim lâkin Cüneyd Beyefendi Hocamın bekletme âdeti olmadığından ve kendisi de beni durakta bekleyeceğini ifade ettiğinden şüpheye düştüm ve telefonuma bakınca da mesajı gördüm.
Bir sonraki 63 numaralı güzel otobüsü beklemeye koyuldum. Bu arada bir veya iki otobüs daha gitmiş oldu. Gelen otobüs o kadar dolu geldi ki kartlarımızı basıp arka kapılardan binmeyi tercih ettik. Ben de kartımı bastım ve daha ferah olduğu için en arka kapıya doğru yürümeye başladım. Bilin bakalım ne oldu. Ben otobüse binmeden kapı kapandı otobüs hareket etti. Biraz gürültü çıkartsam sürücüyü uyarmalarını istesem belki binebilirdim ama dedim ya bedel ödemem gerek eh tabii ki de otobüs beni almayacaktı. Öyle rahatça gitmek var mıydı büyüklerin huzurlarına ve mekanlarına?
Ben böylece bir sonraki otobüsü beklemeye koyuldum. Bu arada bastığım kartlar aktarma yapmaması dikkatimi çekti meğer aynı yöne devam ettiğim için aktarma olmuyor imiş. Her ne ise…
Bu arada Cüneyd Hocama mesaj yazarak 10 dakika kadar tehirli varacağımı bildirdim. Gerçekten de randevuya vaktinde gitmemek ömründen çalmaktır muhatabın ve telafisi yoktur. Bir mendil alsanız geri verir ödersiniz de aldığınız bir dakikasını nasıl vereceksiniz!!!
Biraz gecikmeli olarak Emirgan toplama merkezine vardım. Elbette er-ruha’da isimler çok ilgimi çekiyor. Emirgan, yıldız, kızılay, Rabia… Değil Türkiye’nin dünyanın bütün numuneleri var burada maşallah.
Ben otobüsten daha inmeden Cüneyd Hocamı bir bey ile sohbet ederken gördüm. Yalnız otobüsteki halim görmeye değerdi doğrusu. Farkındayım uzun uzun hikaye ediyorum ama neyseki bu yazıdır usanan okumayı bırakır. Yoksa konuşuyor olsak yorulurdunuz şimdiye. Ben de dakika başı “ayy çok mu konuştum sıkıldı mı yoruldu mu dinlemekten” diyerek dikkatim dağılır da kelimeleri toparlayamazdım. Hamd olsun yazının ve kalemin Rabbi olan Allah’a. Ne büyük nimet yazmak, kalem, beyan…
Bu satırları yazarken bile dikkatim dağıldı babam kısa yazmam hususunda uyarıyor ya babam okursa yine uzun yazmışsın diyecek diye düşündüm ama bilgisayarı yanında olmadığı için okumaz büyük ihtimalle. O manada bir yakınım da yok ki "bak kızın ne yazmış" diye ona okusa. Her ne ise… Hamd olsun küfür ve dalalet haricindeki her hâle. Böyle güzel ki böyle olmuş. Veyahut yeterince gayret etmemişiz ki işler bu halde kalmış…
Cüneyd Hocamın sohbet ettiği zât meğerse Abdülkadir Badıllı (neden her seferinde soy ismini zikrettiğimi anlamadım sanki aşiretin ağırlığıdır bunun sebebi. Kimden bahsettiğim yazının başında zaten mâlum oldu. Bundan böyle soy ismini zikretmeyeceğim. Zaten Risale-i Nur talebeliği üzerindendir bizim bağımız ben Ankara’da doğup büyümüş biri olarak aşiret nedir, nasıl işler, kanunları nelerdir bilmiyorum. Fakat azıcık gözlemimle bunu anladım ki menfaatten çok zarara ve yardımlaşmadan çok zulme sebebiyet vermiştir aşiretçilik. Bir nevi menfi milliyetçiliktir. Başkasını yutmakla beslenmek ve kendi adamını kifayetsiz dahi olsa ve haksız dahi olsa kayırmak savunulacak şey mi? Mesele sadece kendinden olanlara diğerlerine olan hayrından biraz az daha fazla hayrı dokunmak olsa bu makuldür güzeldir. Vakıa ise öyle görünmüyor. Her ne ise… Parantez içi uzun oldu yine kapatıyım izninizle.) Ağabeyin uzun seneler camide beraber olduğu bir zât imiş. Ben kasıtlı buluştular sandım tam da Abdülkadir Ağabeyin mekanına gideceğimiz vakitte olunca halbuki tevafuk olmuş karşılaşmışlar.
Birkaç sebeb bir araya geldiler ve bana manen devamını diğer yazıda hikaye et dediler. İnşallah devam etmek niyeti ile…
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.