İkinci Abdülhamit üzerinden Bediüzzaman’la hesaplaşma

Son günlerde Bediüzzaman hatta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ekseninde dikkat çekici iki makale yayınlandı. Bunlardan birisi Türkiye gazetesinden Fuat Bol’un sataşma ürünü ve yüklü yazısıydı. Makaleden ziyade karalama dense sezadır. İkinci yazı da Serdar Demirel beye ait. Burada Fethullah Gülen meselesi üzerinden şuur altı bir hesaplaşmanın yapıldığı da farz edilebilir. Fethullah Gülen’den çıkılarak meselenin ucu Bediüzzaman’a dayandırılıyor. Bu elbette haksızlık. ‘Bir günahkara başka bir günah yüklenemez’ anlayışına da aykırı. ‘Bir kavmin aşırılığı sizi adaletsizliğe götürmesin’ kuralını da açıkça ihlal ediyor. Ne tarafından bakarsanız bakın haksızlık kokuyor. 

Meşrep takıntısı veya tutkusu İkinci Abdülhamit muhabbeti ile ambalajlanmış. Bütün tali unsurlar yok sayılarak İkinci Abdulhamit Han tarihin doğru tarafına Bediüzzaman ve benzerleri ise tarihin yanlış tarafına oturtuluyor. Hatta özelde İkinci Abdulhamit Han’ın genelde Osmanlı’nın yıkılması bu faktöre ya da ulemanın muhalefetine bağlanmış. Elbette zamanla, zamanın akışı ve şartların değişmesiyle Osmanlı öz ve kabuk değiştirdi. Bu değişimden bir kısmı hayırlı bir kısmı da zararlı olmuştur. Elbette çöküş dönemlerinde Osmanlı kaht-ı rical denilen bir ortam ve vasatla karşılaşmıştır. Atak yapısını ve ruhunu kaybetmiştir.  İnsiyatif Osmanlı’dan Batı’ya geçmiştir. Bu arada Batı da değişmiştir. Batı medeniyeti Hıristiyan karakterli olmaktan çıkmış zamanla laik bir karaktere bürünmüş bu da Osmanlı’yı etkilemiştir. Abbasilerde Bermekilere benzeyen Köprülü gibi aileler kısmen de olsa sarkan Osmanlı’nın devlet yapısını onarmaya ve tamir etmeye muvaffak olsalar da bu tamirat kalıcı olamamıştır. 

Osmanlı’nın çökmesini ve yıkılmasını erteleyen önemli amillerden birisi de dirayetli padişahlardan Sultan Abdulaziz ve ardından gelen Sultan İkinci Abdulhamit Han’ın tahta cülusu olmuştur. Bu, ‘hasta adam’ olarak tabir edilen Osmanlı’nın ölüm iyiliği, son parlaması olmuştur. Sultan Aziz ve Sultan Hamit dönemlerinde çapraz bir durumla karşılaşılmıştır. Fransız Devrimi bütün kıtada ve Osmanlı topraklarında cumhuriyet sedalarına neden olmuştur. Bunun bayraktarlığını ve sözcülüğünü Jön Türkler ve bilhassa Namık Kemal gibi edipler yapmıştır. Elbette dönemin aydınları bu akımdan veya rüzgardan bigane kalamamış ve etkilenmişlerdir. Bunlardan birisi de Bediüzzaman’dır. 

Bediüzzaman ve benzeri ilmiye sınıfını temsil eden isimler ile İkinci Abdulhamit bu dönemde ters akım arasında kalmıştır. İkinci Abdulhamit Han şartları ve realiteyi temsil etmiştir. Lakin bu temsiliyet şahsidir ve kırılgandır. Öbür tarafta ise alimler ve edipler idealizmi temsil etmektedir. Birisi şartların diğeri ise zamanın baskısıyla yüzleşmektedir. Bediüzzaman gibiler zamanın şartlarını esas alan bir tedavi uygulanmasını taraftardırlar. Bunların başında anayasa, çok partili yapı ve ötesinde kimilerinin zihinlerinde ise cumhuriyet düzeni vardır. En azından padişahlığın meşruiyet-i meşrua sınırına çekilmesini istemektedirler. Günümüzde Abdulvehhab Hallaf gibiler de sınırsız ve sorumsuz bir rejimi (mutlakyet) doğru bulmazlar ve yetkilerin anayasal olması gerektiğini vurgularlar. Ebul Kelam Azad gibi Bediüzzaman da raşid halifeleri hanedan değil cumhurreisi makamında görmüştür. Buna binaen sınırlı sorumlu bir yetki alanına haiz olacaklardır. Zaten hanedanlık kuralları da değişmektedir. Kardeş katli gitmiş yerine veliahtların sıralaması gelmiştir.  Entrika nedeniyle kardeş katlini savunmak mümkündür. Veya padişahların ülke içinden evlenmemelerini anlamak mümkündür. Bununla birlikte bunlar bazen entrika iklimini azaltabilirler ama yok edemezler. Bu defa da entrika haremde veya devşirmelerden müteşekkil Yeniçeri ordusu arasında patlak verebilir. Nitekim de öyle olmuştur. Zamanla uygulamanın geçersizliği en azından yetersizliği anlaşılmıştır.  

*

Bu itibarla Sultan Hamit’in başarısını sadece otoriterliğine veya istibdadına bağlamak doğru olmaz. Kısmen böyle olsa da götürdükleri de vardır. İki ucu keskin bir bıçak gibidir. Bıçak sırtı bir durumdur. Hatta bu nedenle İnönü ile Sultan Abdulhamit karakterini karşılaştıran solcular olmuştur. Her ikisi de ülkeyi savaşa veya savaşlara sokmamak için gayret etmiştir. Bununla birlikte genel tereddiden Sultan Hamit sorumlu tutulamaz. Yenilik çağın icapları arasında idi ve kaçınılmazdı lakin bunun bayraktarlığını yapan zümre Jön Türkler olarak anılan Batılılaşmış tiplerdi. Batıcılıkları taklit dolayısıyla çocuksu bir düzeyde seyretmekte idi. Mithat Paşa iyi bir vali olsa bile kötü bir sadr-ı azam olmuştur. Bu nedenle Osmanlı içinde CHP zihniyetinin model şahsiyeti olması tesadüf değildir. Ortada çapraz bir durum ve tezat vardır. Yapı ve konjonktür yenilenmeyi gerektirmektedir. Şartlar, devletin bekası sistemden ziyade kişilerin dirayetine bağlıdır. Bu dirayetli kişiler de sınırlıdır. Vaat edilen sistem ise azınlıklara dayalı çoğulculuk sistemidir. Bu ise onarma davasında yıkıcılıktır. Sultan Hamit’den sonra yerine gelenler hem yaşlı hem de dirayetsizdir. Bu nedenle de ipleri İttihatçılara kaptırmışlardır. Bu şatlarda devlet tutarsız, kuralsız yenilikçilerin elinde paramparça olmuştur. Sultan Hamit döneminde Bediüzzaman ve ulema sistemi, Sultan Abdulhamit ise otoriteyi ve şahsiyeti temsil ediyordu. Bununla birlikte fikirde değil de icraatta sistemi temsil eden ve bu zeminde Sultan Aziz ve Sultan Hamit’i sorgulayan zümre bir avuç maceraperest adamdan ve batılılaşmış Mithat Paşa tarzı bir zümreden oluşuyordu. Bunları dış gündem ile ilişkilendirmek de mümkündür.  Azınlıkların bol, zihinlerin dağınık olması da sağlıklı bir muhalefet inşasına izin vermemiştir.

Sultan Hamit hafiye teşkilatı ve sansürcülükle tanınmıştır. Fakat buna rağmen kan dökmekten ve harbe girmekten özenle kaçınmış ve muhalifleri ayartmayı esas alan bir politika izlemiştir. Tabir caizse müşfik istibdadı, ihtiyatı ise devletin ömrünün uzamasına vesile olmuştur. Geçmişte ‘adil müstebit’ formu ve deyimi bir çözüm formülü olarak ortaya atılmıştır. İstibdatla adaleti bir arada mütalaa etmeyenler haliyle bu terkibe karşı çıkabilirler. Lakin bazen şartlar istibdat olmasa da kararlılığı gerektirir. Şartların üzerinden müstebiddi adil kalktığında ortalığı kaos kaplar ya da en koyu istibdat gelir. Sultan Abdulhamit’in ardından çoğulculuk ve meşrutiyet adına yola çıkanlar en koyu istibdadı getirmişlerdir. Bu nedenle Bediüzzaman gibiler bilahare asıl istibdadın atide tecelli ettiğini söylemişlerdir.

İçeriden tamir ve sistemleştirme şart ama kurcalarsak ‘iğreti bina üzerimize yıkılabilir’ kaygısıyla muhalefet etmeme adına söz söyleyemiyoruz. Bu durumda yine muhalefeti seslendirme ve bayraktarlığını yapmak Mithat Paşa’nın torunlarına ve çıraklarına kalıyor. Evet! Yanlışları gördükçe ‘kol kırılır yen içinde kalır’ diye yutkunuyor ve susuyoruz. Aynı tarihi çıkmazın ve cenderenin içindeyiz. Lakin yapı bizim üzerimize yıkılıyor. Burada nasihat veya emri bi’l maruf nehyi ani’l münker görevi ihmal edilmektedir. Nasihat hadiste belirtildiği gibi hem büyüğe hem küçüğe yapılır. Muhalefetten kaçınma, suskunluk iktidar canibinde rehavete ve kolaycılığa yol açar. Bununla birlikte iktidarın iflası kendisiyle sınırlı kalmaz. Gemideki herkes zarar görür.  

Sultan Abdulhamit Han’ın büyüklüğü şüphe götürmez bir gerçektir. Lakin teknik düzeyde modernizasyon yapsa da bunu idareye yansıtamamıştır. Umumi bir sinerji ve toparlanma meydana getirememiştir. Bunda devrin şartları etkili olduğu gibi kuşkusuz kendi tutukluğunun payı da vardır.  Bunun üzerinden kavgayı günümüze taşımak ve güncellemek yersiz olsa da sonuç itibarıyla ders verici. Fuat Bol, Sultan Hamit’in devrilmesindeki çığırda Bediüzzaman ve Akif’i de sorumlu tutmuştur. Halbuki, her ikisi de her devrin muzdaripleri arasındadır. İdeal taşımak suçsa onların suçu da idealist olmaktır. Realist olmak meziyet ise Sultan Abdulhamit Han’ın meziyeti de realist olmasıdır. Hakikat iki uçlu bir bileşkedir. Hem Fuat Bol hem de ardından benzeri bir makale yazan Serdar Demirel ‘Erdoğan’la tekerrür eden tarih’ yazısında, Sultan Abdulhamit döneminde yaşanan durumun günümüzde Erdoğan’a karşı tekerrür ettiğini ifade etmişlerdir. Halbuki, Bediüzzaman veya Akif ile Fethullah Gülen’in organize yapısını hatta seciyelerini karşılaştırmak yanlış ve yanıltıcı olur. Burada sapla saman birbirine karıştırılıyor. Adeta yargısız infaz yapılıyor. Fuat Bol yazısında talihsiz ifadeler kullanmıştır. Bunun nedeni İkinci Abdulhamit Han muhabbetinden ziyade meşrep takıntısı olsa gerek. Halbuki gerçek onun görmek istediği kadar yalın ve çıplak değildir. Akif ve Bediüzzaman gibiler muhalefet etmeseydi Osmanlı yıkılmaz ve İkinci Abdulhamit ebedi olarak devletin tepesinde kalırdı anlayışı her şeyden evvel gülünçtür. 

Fuat Bol şunları yazmış: "Cihan Devleti’mizin en büyük padişahlarından olan Sultan 2. Abdülhamid Han da, yaşadığı devirde kıymeti bilinmeyen ve tıpkı günümüzde olduğu gibi; ‘diktatör’ ilan edilmiş idi. Ona, ‘Kızıl Sultan’ iftirasını, devlet ve milletimizin ebedi düşmanları atmış; içimizdeki beyinsizler de, bu aşağılık yaftaya koro halinde iştirak etmişlerdi.
Bu meş’um (uğursuz) koroya, en gür sedaları ile iştirak eden ve Halife-i Müslimin’e düşmanlıkları ile övünen; yalnızca şu iki ismin bilinmesi bile, fitnenin büyüklüğünü anlatmaya kafidir: Said-i Nursi ve Mehmet Akif Ersoy!.. Halkın, dinî ve millî öncülüğüne soyunan bu iki şahsiyetin tavrından sonra; varın, gerisinin halini siz tasavvur edin!
Tayyip Erdoğan’ı da; içimizden birileri anlayamayacak veya bilerek-bilmeyerek yanlış anlayacak ve aynı yafta ile (diktatör) suçlayacaktı. Bunların başında da; yine, Said-i Nursi’nin devamı olduğunu iddia eden bir cemaatin lideri ve avaneleri bulunmaktaydı!"

Yeri gelmişken bir iki kelam da Erdoğan-Camia kavgası hakkında edelim. Erdoğan’ın başarılarına veya kırılganlıklarına sadece Camia zaviyesinden bakarsak olayı indirgemiş ve vulgarize etmiş oluruz. Olay manipülatif bir zemine kayar. İyi niyet, yöntem ve yeterlilik, çevre faktörleri gibi hususlar iktidarların seyrini tayin eder. Sadece dış faktörlere dayalı olarak bir değerlendirme yapmak özneyi yok farz etmek olur. İkinci Abdulhamit’i ulema muhalefetinin yıktığını söylemek gereksiz ve yetersizdir. Sansürcülüğünde haklı noktaları olsa da Er Risaletü’l Hamidiyye yazarının bile bu sansürden şikayet etmesi manidardır. Reşit Rıza’nın muhalefetini onaylamam ve savruk bir adamdır. Lakin Hüseyin Cisr Efendi gibilerin şikayetini de yersiz saymam. Sultan Hamit’te devletin bekası hakkındaki korku, tutku, muhafazakarlık tutukluluğu beraberinde getirmiş bu da  bazı atılımların önüne geçmiştir.

Günümüzde Türkiye’de sağlıklı muhalif duruş eksikliği var. Bu hem siyaset açısından hem de fikriyat açısından geçerlidir. Burada Camia’nın muhalefet anlayışı yazılı veya sözlü alanla sınırlı kalmamış operasyonel alana geçmiştir, taşmıştır. Sıkıntı burada tezahür etmiştir. Burada haklılığı veya haksızlığı galiplerin üzerinden yazmak hem kolaycılığa hem de haksızlığa kapı aralar. Bununla birlikte her ikisi içinde geçerli olan bir tespit vardır. Kendilerini merkeze koymak. Meşruiyetin o merkez ve halesi etrafında şekillenmesini kastediyoruz. Merkeziyet ancak Kur’an ve Sünnet için geçerlidir. Kimse kendisini pratikte de olsa edile-i şer’iyyenin beşincisi makamına koymasın, ikame etmesin. Sultan Hamit için geçerli hata burada da geçerli olabilir. Kişisel yönetim ne kadar başarılı olursa olsun kolektif başarının genişliğine ulaşamaz. Otoriterlik bazen veya büyük ölçüde organize olmaya engeldir. Totaliterlik bunu başarır lakin etrafı kurutarak. Bu hususta Sultan Hamit ve Erdoğan muhaliflerine çamur atanlar bir de meseleye bu zaviyeden baksınlar. 

Lakin meseleyi evliyalık üzerinden bakanlar varsa onlarla tartışabilecek kudretten mahrum ve yoksunuz. Sultan Hamit şahsi başarısından dolayı belki iktidarda kalsa da sistemsizlikten dolayı da yıkıldı. Dönemin Demirel’i olan Küçük Said Paşa gibiler de zor zamanda velinimetlerine sırt döndüler. Sultan Hamit’i muhalifleri değil bendeleri yıktı. Bu arada, dindarların sıkıntısı da şu: Harici muhalefet yüzünden dahili muhalefet yapamamak. Bu iktidara nefes aldırdığı varsayılsa bile belki de ömründen çalıyor ve ömrünü tüketiyor. Yanlışlarının üzerini örtüyor. Hakkaniyete değil asabiyete yol açıyor. Bir de bu zaviyeden bakmaya ne dersiniz? Muhalefet veya muvafakat kişisel içtihatlardır. Sorumluluk yükler ama sonuç yüklemez. Taraflar tarihin dar ve sarp yokuşunda karşı karşıya gelseler de tarihin geniş zemininde buluşurlar. Onları anlamaya çalışmamız gerekli ama onlar üzerinden kavga etmemizin birbirimizi hırpalamamızın bir yararı yok. Sadece hastalığımızı dışa vurur.

Bediüzzaman, Sultan Hamit döneminde padişah sarayların daha işlevsel amaçlar adına kullanılmasını istemiştir. Bu Ömer Bin Abdulaziz’in yaptığı şey değil midir? Şimdi İslami kesimler yeni cumhurbaşkanlığı sarayını sorgulasalar Bediüzzaman’ı mı taklit etmiş olurlar? Ya da onun da ötesinde Ömer Bin Abdulaziz’in yaklaşımını mı benimsemiş olurlar? İktidarların ömrü bir terkibe, farklı amillere bağlıdır. Lakin sonuç değişmez. Vakti merhunu gelen bütün yapılar yere serilir.

‘Her topluluğun (ümmetin) mukadder bir sonu vardır. Ecelleri geldiğinde ne bir an gecikebilir ne de öne geçebilirler (7/34).’

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum