Ramazan BALCI
İmam Nursî’nin Risale-i Nurları Hz.Hasan’a nispet etmesinin sırrı nedir?
İmam Nursî’nin Risale-i Nurları Hz. Hasan’a nispet etmesinin sırrı nedir?
“Gerçi manen ben Hazret-i Ali’nin (R.A.) bir veled-i manevisi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed (A.S.M.) bir ma’nada hakiki Nûr şakirtlerine şamil olmasından, ben de Âl-i Beyt’ten sayılabilirim; fakat bu zaman şahs-ı manevî zamanı olmasından ve Nûr’un mesleğinde hiçbir cihette benlik ve şahsiyet ve şahsî makâmları arzu etmek ve şanu şerefi kazanmak sırr-ı ihlâsa tam muhalif olmasından, Cenâb-ı Hakk’a hadsiz şükür ediyorum ki, beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle şahsî ve haddimden hadsiz derece fazla makâmâta gözümü dikmem ve Nûr’daki ihlâsı bozmamak için, uhrevî makâmât dahi bana verilse, bırakmağa kendimi mecbur biliyorum.” (1)
İmam Nursî, Ehl-i Beyt manasını Sünnet-i Seniyye’nin adabına ve ahkamına sahip çıkma olarak anlamış ve “-Rasulullah’ın Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı: Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyyeye ittibaı terkeden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz” buyurmuştur. (2)
Bu mektup ta manidardır; “Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh'ın altı aylık hilafeti ile beraber Risale-i Nur'a Cevşen-ül Kebir'den ve Celcelutiye'den aldığı bir kuvvet ve feyizle vazife-i hilafetin en ehemmiyetlisi olan iman hakikatlarını neşretme noktasında Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh'ın kısacık müddetini uzun bir zamana çevirecek tam beşinci halife nazarıyla bakabiliriz. Çünkü adalet-i hakikiye ile bu asırda insanları mes'ud edebilir bir istidatta bulunan, Risale-i Nur'dur ve onun şahs-ı manevîsi, Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh'ın bir muavini, bir tamamlayıcısı, bir manevî veledi hükmündedir diye senin mektubunu tadil ettim.” (3)
İmam Nursî’nin Risale-i Nurları Hz. Hasan’a nispet etmesinin sırrı nedir? Bunun özel bir anlamı var mıdır? Bu konuda iddia sahibi olmamakla birlikte Hz. Hasan’ın burada aktaracağım sözlerini okuduktan sonra cevabın biraz daha netleşeceğini düşünmekteyim.
İbni A’sem-i Kufî’nin tarihinde şöyle kayıtlıdır: İmam Hasan huzurunda olanlara “Ey insanlar siz savaşta ve barışta bana tabi olmak üzere biat ettiniz. Kudreti sonsuz olan Allah için bu alemde benim hiç kimseye karşı kin ve düşmanlığım yoktur. Alemin ne şarkında ne de garbında, gönlümün kırık olduğu bir tek ferdi bulmak mümkün değildir. Benim yanımda emniyet, huzur, topluluk ve muhabbet, kin ve düşmanlıktan daha sevimlidir” buyurdu. Bu sözleri işitenler onun Muaviye ile sulh edip hilafeti terk edeceğini anlamakta gecikmediler.
Hilafeti devretmek için yaptığı konuşmada şunları söylemişti. “Ey Mü’miler Allah teâlâ bizim evvelimizi hidayet ettiği gibi ahirimizi de kan dökmekten alıkoydu. Doğrusu halifeliği ona layık olmayan birine verdiğim için beni kınıyorsunuz. Amma ben bu işi Ümmet-i Muhammed’in işlerini düzeltmek maksadıyla yaptım!”
Ali b. Bişr Hemedani’den nakledildi: Sulhtan sonra Süfyan b. Leylî ile birlikte Medine’de İmam Hasan’ı ziyaret ettik. Etrafında bir cemaat vardı. “Ben selam sana ey mü’minleri zelil eden adam” dedim. Selamımı aldıktan sonra bana “Ali! Ben mü’minleri aşağılatıcı ve zelil edici değilim. Aksine onları aziz ve saygın ediciyim. Sizin kanlarınız dökülmesin diye ben Muaviye ile sulh yaptım. İnsanları harbe karşı isteksiz gördüm. Anladım ki sulh etmesem bütün sevenlerim katledilecekler. Allah için açıkça gördüm ki Medine’nin dağları ve ağaçlarıyla bile Muaviye’nin harbine gitsem yine de hilafeti ona teslim ederdim” dedi. (4)
Hafız Ebru (5) tarihindeki kayda göre İmam Hasan hastalığı günlerinde “iki kere zehirlenmiştim, bu üçüncüsüdür” buyurmuştu.
Yukarıdaki satırlar sade bir tasnife tabi tutulursa Hz. Hasan ile İmam Nursî arasındaki benzerlikler kolayca görülebilir.
Mü’minlere şefkat etmek, sevenlerini korumak için müspet hareket düsturunu kabul etmek, dünyevî makamların peşinde koşmamak, Allah için bütün mü’minlere karşı sevgi beslemek, siyaseti terk ederek imana hizmeti esas tutmak, mü’minlerin selameti için ihtilafları sulh yoluyla halletmek ve nihayet hayatına kastedenlerin çok defa zehirli imha planlarına hedef olmak.
Nesebî bağlılık ile beraber, Risale-i Nur’un genel prensiplerinin, nübüvvet ahlakını temsil eden düsturlara derinden bağlı olduğu görülmektedir. Hz. Hasan’ın mesleğini tam olarak sürdüren Risale-i Nurlar elbette onun hilafetinin devamı sayılabilir.
Ahir zamanda İslamiyet’e büyük hizmetler yapacağı müjdelenen ehl-i beytten bir şahıs ile ilgili beklentiler İmam Nursî tarafından Risale-i Nur olarak benimsenmektedir.
BEDİÜZZAMAN’A İMAM DENİLİR Mİ?
Son yazlarımla ilgili okuyucu yorumları bu kelimeye takıldı! İstemeyerekte olsa bu haftaki yazının bir bölümü bu konuya ayrıldı.
Kelimelere sadece sözlükler anlam kazandırmazlar. Tarih içerisinde çok sayıda olay kelimelere lügatlerdeki tarifin dışında anlam yüklerler. Söz gelimi cihad kelimesi 14 asırlık bir İslam tarihini özetler. Aşk kelimesine bugünkü manasını binlerce Leyla ve Mecnun’un göz yaşı vermiştir.! Örnekleri çoğaltmak mümkün; şehid gibi, cennet gibi!
İmam kelimesi yaygın olarak sahabenin alimlerine, hadis tasnif eden muhaddislere, mezhep imamlarına, büyük müfessirlere bir saygı ifadesi olarak kullanılagelmiştir.
Ancak bu kelimenin özel bir anlamı daha vardır.
Üç imamın kısaca daha belirgin sıfatlarına göz atmakta fayda vardır.
İMAM-I GAZALÎ
“Asıl adı Ebû Hâmid Muhammed olan İmam-ı Gazali Hazretleri Horasan bölgesinde Tus şehrinin Gazale köyünde 1058 yılında dünyaya geldi. 1111 yılında ise dünyaya veda eyledi.
Muhammed Ebû Hâmid el-Gazâlî. İslâm'ın ve Müslümanların delilidir. Din imamlarının önderidir. Lisan, anlatım, konuşma, akıl, zekâ ve karakter bakımından gözler onun benzerini görmemiştir. Nihayet kısa zamanda büyük bir maharet kazandı. Arkadaşlarını geçti. Kur'anı ezberledi. Zamanındaki âlimlerin en üstünü ve yaşıtları içinde en birincisi oldu. Talebeler kendisinden istifade ediyor, o da onlara ders okutuyor ve doğru yolu gösteriyordu. Diğer taraftan kendi çalışmalarına ciddiyetle devam ediyordu. Nihayet olgunlaştı ve eser yazmaya başladı.
Gazali Hocasının vefatından sonra, Nişabûr'dan çıkıp Asker şehrine gitti. Nizamül-Mülk onu güzel karşıladı. İlmî derecesi yüksek, şöhreti yaygın, münazaraları güzel ve ifadesi akıcı olduğu için vazîr-i âzam Ona çok iltifat etti,
Bağdat'taki şöhreti ve derecesi o kadar yükseldi ki, ileri gelenlerin, prenslerin ve Hilâfet Sarayı'nın haşmetini gölgede bırakır oldu. Ancak bu durum bir başka yönden tersine döndü: Derin ilimleri inceledikten ve o ilimlere dair yazılan eserleri okuduktan sonra kendisinde bir başka hal belirdi. Zühd ve ibâdet yoluna girdi. Gösterişli yaşayışı terketti. Takvaya ve âhiret azığına götüren işlerle uğraşmak için, elde ettiği dünyevî dereceleri kaldırıp attı. Ve içinde bulunduğu gösterişli yaşayıştan uzaklaştı. "Beytullah’a yöneldi. Hacca gitti. Sonra "Şam" bölgesine geldi. On seneye yakın bir zaman gezerek ve mübarek makam ve türbeleri ziyaret ederek bu diyarlarda kaldı.
Gazâlî artık nefis mücâhadesine, ahlâkını değiştirmeye ve yaşayışını düzene koymaya başladı. Bu defa, kibir ve mevki isteği gibi kötü huylar, ruhun huzur bulmasına, iyi huylara ve gösterişlerden uzaklaşmaya dönüştü. Salih kişilerin kıyafetine büründü. Dünyevî emellerini kısalttı. Artık vakitlerini, insanları doğru yola iletmeye, âhiret işlerine çağırmaya, dünyanın hoş olmayan yanlarını anlatmaya, sâliklerle, dervişlerle meşgul olmaya, devamlı kalınacak diyara göç için hazırlanmaya vakfetti.
Sonra vatanına döndü. Evine çekildi. Tefekkürle meşgul oldu. Vakitlerini saat be saat değerlendirdi. Gönüllerin gıdalandığı takva ehli bir alim oldu. Dünyâya ait işler için kimseye el açmazdı. Dînini koruyacak ve kendisini başkasından istemeye maruz bırakmayacak olan miktar ile yetindi.
Kaderin garip cilvesi bazı aklı ve gönlü dar softaların kitaplarını yaktığına şahit oldu.
Ona karşı yapılan itirazlardan biri de sözlerinde nahiv (gramer) yönünden bazı hataların bulunmasıydı.
Onun aleyhinde söylenen sözlerden biri de "Kimyây-ı Saadet" ve "el-Ulûm" kitaplarında, bazı husus ve meselelerin açıklamasında Şerîat'ın emirleri ve İslâm esaslarının zahirî (ilk anlaşılan manaları) ile uyuşmayacak şekilde garib karşılanabilecek bahislerin bulunmasıydı”. (6)
İMAM SÜYÛTÎ
Celâleddin-i Süyûtî 1445 yılında Mısır'ın Esyut şehrinde doğdu. Genç yaşta tefsir, hadis, fıkıh, nahiv, meani, beyan, bedi, lügat ve daha bir çok dalda ihtisas sahibi oldu. İlk eserini on yedi yaşında yazdı. Ömrünün sonuna kadar eser yazmaya devam etti. Eserlerine kaydedeceği Hadis-i Şerifleri mana aleminde Peygamber Efendimizin (asm) tasdikine sunduktan sonra yazardı. 1505 yılında Mısır'da vefat etti.
“Celaleddin Suyutî, kıskanç alimlerin diline düşmüş. Baybarsiyye medresesindeki görevine son verilmişti. Bunun üzerine Revze adasında inzivaya çekildi. Ve orada vefat etti. Allah rahmet eylesin, sultan veya emir olsalar dahi insanlardan hep uzak kaldı ve onların dünya işlerine dair tekliflerini gururla geri çevirdi. Onlara ihtiram etmedi, dalkavukluk hiç etmedi. Kimseyi ziyaret etmedi. Sultan ona büyük ihsanlar mansıplar vermek istedi. O bunların hiçbirini, 'hiçbir hal ü kârda bunları istemem' diyerek kabul etmedi. Sultan ve emirler onu ziyarete gittiklerinde, sessizce oturup beklediler. Onun ulema arasında eşinin ve benzerinin olmadığını söylediler. 'Bir isteğiniz, bir ricanız var mı efendim?' diyerek nezakette bulunduklarında, onlara 'Ben bir şey istediğimde onu Allah'tan isterim' diyerek, onların zenginliğini ve rütbelerini dikkate bile almadan yanıt verirdi.
Paraya ihtiyacı olduğunda kütüphanesindeki kitapları satıyordu. O bu satışlardan gelen parayla geçiniyordu. Hiç kimseden bir şey istemedi. Kimseye dert yanmadı. Az yemek yiyordu. Tabiplerin sağlığa, zekaya ve hafızaya yararlıdır dediği yemeklerden yiyordu. Kendisi de tıp ilmini bilirdi ve o alan üzerine de kitaplar ve risaleler yazmıştı. Sultan'ın, 'Medreseyi, Şeyh Celâleddin orayı ilmi ve dirayetiyle onurlandırsın diye kurdum' dediği de nakledilirdi. (7)
İMAM RABBANÎ
İmam Rabbani, 1563 yılında Hindistan'ın Serhend (Serhind) şehrinde dünyaya gelmiştir. Ömer ibn Hattab'ın soyundan geldiği için El-Faruk lakabını almıştır. 1624 yılında, 63 yaşındayken vefat etti.
İmam Rabbani, Ekber Şah'ın dini tahrif etme ve yeni bir din oluşturma çabalarına karşı mücadele vermiştir. Hayatını hiçe sayarak Ekber Şah'ı eleştirmiştir. Din-i İlahi adlı bu yeni bidatin çok yaygınlaşmaması, İmam Rabbani'nin başarısı kabul edilir. Ekber Şahın oğlu Cihangir Şah, zamanında müritlerinin ordu içinde tehdit oluşturduğu iddiasıyla hapse atılan İmam Rabbani (k.s.) bir yıl hapis yatmıştır.
Yukarda yorumsuz olarak aktardığım satırlarda hemen dikkat çeken husus bu büyük insanların hayatlarındaki benzerliktir. İslam tarihinde bunların örneklerini çoğaltmak elbette mümkündür. Ancak katre denize delildir.
İmam Suyutî, hadislere yöneltilen şüphenin önüne geçmiş, ehl-i ilhada karşı sünnetin ana kaynağını müdafaa etmiştir. İmam Gazali kendi zamanında ortaya çıkan 70 kadar batıl itikat mezhebini çürütmüş, sahih İslam itikadını delilleri ile ortaya koymuş. Batıl mezhepler Gazalî’den sonra yayılma imkanı bulamamıştır.
İmam Rabbanî, dört dini birleştirme sevdasına kapılan bir haddini bilmeze karşı “zalim sultan karşısında susmayan…” müjdesindeki büyük cihada nail olmuştur.
İmam Nursî, ümmetin bin senedir şerrinden Allah’a sığındığı bir fitne döneminde İslamiyet’i toptan imha etmek isteyen inkarcı süfyan komitelerine karşı cihad etmiştir.
Bu işin bir yönüdür.
Esasen Risale-i Nurların Nurculara yüklediği görevler vardır.
-İttihad-ı İslama zemin hazırlamak!
-İslam kardeşliğini ihya etmek.
-Bunun vesileleri olan Kürt açılımı ve Alevî açılımını gerçekleştirmek! Bu meselelerin şifreleri Risale-i Nura emanet edilmiştir
-Risale-i Nurların kainatı ve ilimleri tarif ettiği şekilde bilimde İslam Rönesansını gerçekleştirmek! Bunun için gerekli adımları atmak!
-İslam’ın tealisi Arab’ın intibahı ile olacaktır diyen İmam Nursî’nin işareti doğrultusunda Arap Alemi ile yakınlaşmanın yollarını aramak!
-Manevi terakkiyi maddî terakkiye bağlayan Üstadın bu emrini ahirete bırakmamak!
Bu maddeler belki yüze çıkar!
“İmam” kelimesi bu asra karşı yukarıdaki vazifeleri hatırlatmak için seçilen bir ünvandır.
Arap alemi, Üstadı İmam Nursî olarak tanır. Bizim Bediüzzaman’a yüklediğimiz mananın karşılığı İslam dünyasında İmam olarak bilinir.
Bir fikri bütün yönleri ile ortaya koymuş külliyat sahibi zatlara imam denilir.
İhya ve tecdit sahibi alimler, İslam aleminde İmam olarak bilinir.
Sıfatları insanlar kendileri almaz sevenleri verir!
Bütün bunlar bir gerekçe değilse son tahlilde bu bana ait bir yanlış olur.
Bu rahatsızlıkta söylenmeyen gizli korkuyu da açıklayayım! “Şiilerin 12 İmamı’nı çağrıştırıyor.” İslam’ı tarihin ona yüklediği manalara mahkum etmek bir yanılgıdır. Söz gelimi Avrupa ile 14 asır savaşıldı. Ancak zaman hükmünü icra etti. Şimdi taarruza uğramadıkça onlarla cihad, ilim ve ahlaki güzellik aracılığı ile yapılıyor. Aynı şekilde Osmanlı 6 asır siyasî sebeplerle kafire göstermediği şiddeti Şiilere gösterdi. Yine zaman hükmünü icra etti. Avrupalıya gösterilen tahammül, Şiilere de gösterilecek! İlim ile fazilet ile insanların daha güzele ve daha doğruya yaklaşmalarının yolları aranacak!
Elhasıl 12 imamı da çağrıştırsa bunda (bana göre) beis yok!
Aziz kariler, manaları bırakıp ne diye lafızları problem haline getiririz bilmem ki. Hem tenkid güzeldir. Ama ben bir sırrımı vereyim. Bir yazıyı anlamak için bir defa okurum! Anlatmak için iki defa okurum! Tenkid etmek için üç defa okurum!
Bu konuya bir daha dönmeyeceğim!
Saygılar Sunarım.
DİPNOTLAR:
1-Emirdağ Lâhikası, 1/267
2-Lem’alar, s. 22
3-Emirdağ Lahikası, s.73
4-Sevgilinin Dostları, Ramazan Balcı (Nesil yay)
5-Hafız Ebru Tarihi, Zübdetü’t Tevarih Hicaz bölgesinin tarihini anlatır. Farsça yazılmıştır ( 824)
6-İmam Gazalî, Risale yay, s. 17-22
7-Elisabeth Sartain, Celâleddln Suyûtî'nin Hayatı, Gelenek, s 72
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.