İnkar ile istismar arasında kader

Soma olayları veya faciası bir biçimde hep alışa geldiğimiz gibi Kader üzerinde çekişmeye dönüştü. Burada bütün tarafların kabahati olduğunu söyleyebiliriz. Taraflardan birisi kaderi istismar ederken veya olaylara kendi sorumluluğu açısından değil de takdiri ilahi açısından bakarken, diğer taraf da  istismar var diyerekten veya istismarı istismar ederekten kaderi ret ve inkar cihetine gidiyor. Burada kaderi anlamak için bir çaba yok aksine kader üzerinden yürütülen bir kavga ve çekişme var. Elbette iktidar partisi seçim kampanyalarındaki gibi dakik ve işinde sağlam olsaydı Soma’da kaza olmayabilirdi. Veya olsaydı da bu çapta olmayabilirdi! Veya yine olabilirdi ama sorumluluğu şimdiki kadar olmayabilirdi. Bu nedenle insanın kendi kusurunu başkalarının üzerine atması doğru değil.  
 
Emevilerin istibdadı meşrulaştırmak için kaderi cebriye olarak yorumladığı ileri sürülür. Özellikle de Ahmet Emin Emevilere cebriye anlayışını mal eder. Böylece kendi kusurlarını Allah’a havale etmiş olurlar. Zaman zaman kader, cebriye zaviyesinden takdim edilmiştir. Kader anlayışının haddi vasatı irade-i cüziyeye havi olandır. Onun ötesinde kulu rablik makamına yükselten de (Kaderiye-Mutezile) yaprak seviyesine indiren anlayış da (Cebriye)  yanlışın iki tarafını; ifrat ve tefrit basamağını temsil eder. Mutezile kaderin geçmişi kapsamadığını ve ezeli takdir diye bir şey olmadığını söyler. Cebriye ise kulun fiilini inkar eder. Bu son örneklerde takdir-i ilahi kulun sorumluluğunu unutturacak şekilde yorumlanmıştır. 
 
Halbuki, kader interaktiftir yani müfaale şeklindedir. Burada kulun bir sorumluluk alanı vardır. Bu cüz-i iradeye tekabül eder. Mutezile kulun fiillerine istiklaliyet verir ve bu alana halku’l efal der. Ehl-i Sünnet Mutezile’nin dualist anlayışına karşı çıkar. Ehl-i Sünnetin kader anlayışı düalist değil hiyerarşiktir. Tek bir halık vardır o da Allah’tır. Mutezile’den sonra kulun etki alanını artırmada İkinci makamda gelen İbni Rüşd ve İbni Teymiye’dir. İkisi kulun sorumluluk alanını failiyet veya faillik düzeyinde ispat ederler. Yani kul fail-i muhtardır. Halbuki, ayetler Allah için ‘faalün lima yürid’ terkibini ve ifadesini kullanmaktadır. Eş’ari ve Maturidiler ise cüz-i iradenin alanını kesb nazariyesiyle ifade ve izah ederler. 
 
Kur’an’da kulun fiilleri kesb olarak ifade edilir. Fakat muhalifleri Eş’ari’nin kesb nazariyesini ifade etmekte zorlandığını ve neredeyse izahında kesbi cebriye anlayışı zaviyesinden izah ettiğini söylerler. Maturidiler ise kesb konusunda daha esnek ve temkinli bir yol tuttururlar.  Bunların hepsi teorik tartışmalardır. Cebriyenin dışında hiçbir ekol kulu sorumluluktan azat etmez. Şöyle söylemek mümkündür: Tedbir cüz-i iradenin alanına taallük eder.  Dolayısıyla tedbir almak bir görevdir ve bu görevini yerine getirmeyen Allah katında sorumludur.  Sorumluluk külli irade ile alakalı değildir. Bu anlamda, alınacak tedbirler cüz-i irade kapsamında olacaktır ve kulu sorumluluktan kurtaracaktır. Belki bu alınan tedbirler külli iradeyi değiştirmeyecektir ama görevin ikmalini sağlamış olacaktır. ABD’deki kömür ocaklarında hiç kaza olmaması veya hiçbir işçinin ölmemesi kader olduğu gibi Soma’daki ocaklarda bu denli kaza ve can kaybı olması da takdiri ilahidir. Bununla birlikte, fark külli iradede değil, cüz-i iradenin aktif olarak kullanılıp kullanılmamasındadır.
 
Kaza ve kader dinamiktir ve kuldan da dinamik olması beklenilir. Şam’da bir taun felaketinin doğması üzerine Hazreti Ömer bir karantina emri ve buyruğu yayınlar. Kimse Şam’a girmeyecek ve kimse de dışarıya çıkmayacaktır. Bunun kadere aykırı olup olmadığı sorulduğunda Hazreti Ömer ‘Allah’ın kazasından kaderine kaçıyoruz’ der. Demek ki tedbir almakla yani kendi cüz-i irademizi işletmekle mükellefiz. Burada Allah’ın işine de karışmayız. O'nun işlerinin künhünü de tam olarak kavrayamayız. Zaman zaman sufiler tedbir almaktan kaçınmıştır. Bu ise bazı mevkilerde atalete ve tembelliğe götürmüştür. Bu bağlamda, İbni Ataullah İskenderi ‘Et Tenvir fi İskat ed Tedbir’ adlı eserini kaleme almıştır.  Burada takdim edilen hayat tarzı belki de istisnai bir zümre için geçerli olabilir. Bununla birlikte,  umum bir tarik veya yol olamaz. Sünnetullahın ve sünneti Resulullahın hilafınadır. Bu nedenle Fas’ın çağdaş alimlerinden olan usul-i fıkıh uzmanlarından Ahmet Raysuni bu kitapta dile getirilen anlayışa karşı çıkmıştır. 
 
Kader dinamik bir meseledir. Cebriye ise statik bir anlayışı savunur. Ona göre kulun irapta mahalli yoktur. Halbuki, kulun tedbiri ve sorumluluğu vardır. Gayret bizden Tevfik Allah’tan denildiği gibi deveyi bağlayıp sonra tevekkül etmek gerekir. Tedbiri elden bırakmamak evladır. ABD’de maden kazaları olmaması bir kaderdir. Türkiye’de maden kazalarında ölümler de bir kaderdir. Aradaki açık insanın sorumluluk payıdır. Veya irade-i cüz’iyyenin ihmal edilmesidir denebilir. Kaderden kadere veya kazadan kadere kaçıyoruz. Cebriye geçerli olsaydı bütün kanunlar işlevsiz ve atıl hale gelirdi. Cinayetten dolayı insanların kınanmaması ve kısasın uygulanmaması icap ve iktiza ederdi. İslam hukukunda unutmak, kaza ve baygınlık nedenleri hafifletici neden sayılmaktadır. Onun dışında hukukun yaptırımları çalışmaktadır.  
 
Can Dündar kaderin istismarı babından Sakarya’da yaşanan bir hadiseye temas ediyor.  Hadisenin ‘kahramanı’ sarhoş bir vatandaş. Kurbanı ise genç bir kız.  Ümit Yıldırım adlı bir maganda gece yarısı Sakarya Korucuk Mahallesi İdealkent Sitesi yakınlarında rastgele ateş ediyor. Siteye girmek istiyor ve site güvenliği sarhoş olduğu için buna engel oluyor ve kaba kuvvete başvurarak arbede çıkartıyor. Kurşunlardan birisi sekerek 26 yaşındaki Berna Kurtuldu’nun ölümüne neden oluyor. Burada tartışmaya hangi tarafından girerseniz girin;  maktülün ister eceliyle öldüğünü ve isterse de eceli gelmeden öldüğünü söyleyin. Bu teoride kalacaktır. Bu bizim kader sırrına vakıf olup olmamamızla alakalı bir durumdur. Cevabınız ne olursa olsun faili muaf tutmanız mümkün değildir. Aksi takdirde, adalet ve zulüm gibi kavramlar anlamını kaybedecektir. Ve bütün kainat anlamsızlaşacaktır. Bütün bunların anlamının kalması için kader sorusuna doğru cevap bulunması gerekir. Veya cüz’i iradenin ispatı gerekir. Berna’nın yerinde asla olmayı temenni etmeyecek olan Ümit Yıldırım olaydan sonra gazetecilere gayet pişkin bir vaziyette, ‘Kazayla olan bir şey. Takdir-i ilahi' demiş. Farz edelim ki öyle demiş ama bu onu ceza-i ehliyetten kurtarır mı? Ehliyet kaderin üzerine yıkılabilir mi veya kalabilir mi? O zaman herkesin cezai ehliyetten muaf olması gerekir. Bu durumda ceza hukuku anlamını yitirecektir. Demek ki hukuk da anlamını kaderden alıyor.  Zincirleme hepsi birbirine bağlı.  Bütün makamları ve seviyeleri birbirine karıştırıyoruz. Zira kendi vazifemizi anlamak yerine Allah’ın işine karışıyoruz. İstismar da inkar da buradan doğuyor. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum