İnsanlığa Peygamberimizi tanıtmalıyız
İnsanlığa Peygamberimizi doğru tanıtmak istiyorsak bilim ve teknolojide hamle yapmak zorundayız. O zaman sözümüz dinlenir, kelimelerimiz hedefini bulur
Nihat Hatipoğlu'nun yazısı
Kutlu nebinin dünyaya gelişini yeniden hatırladığımız günlerdeyiz. Konferans verdiğim salonlarda on binlerce insan Peygamberini yeniden keşfedercesine dinliyor. Sadece dinlemiyor, anlıyor, özlüyor ve arıyor.
Son yıllarda dikkatimi çeken önemli bir tespiti yapmak istiyorum. Her din mensubu peygamberine iman eder ve sever. Museviler Hz. Musa’ya, Hıristiyanlar Hz. İsa’ya bağlılardır. Severler. Biz de bu tertemiz peygamberlerin peygamberlik sıfatlarına iman ederiz. Amentümüzdür bu bizim.
Peygamber ayırmayız. Ama söz konusu Hz. Peygamber (s.a.v.) olunca, elbette sevgi ve bağlılık tansiyonu yükselir. Bu hassasiyet bunun da ötesine geçer. Bence milletimiz Peygamberimize (s.a.v.) aşk derecesinde vurgun. Biz O’na âşığız. O’nun Mekke’de kuru ekmek yiyen bir kadının oğlu olduğunu unutmadan, O’nun kul Peygamber olduğunu unutmadan, O’nun Yüce Yaratıcıdan herhangi birimizden daha çok tövbe ve bağışlanma dilediğini unutmadan, O’na işte öylece bağlanmışız. Sözüm elbette böyle inanana ve iman edenedir. Nasipsiz olana diyecek sözüm elbette olmaz.
Bu yazımın bundan sonraki bölümünü, O’ndan yansıyan ölümsüz hatıralara terk ediyorum ve oradan sessizce çekiliyorum.
Hz. Ömer anlatıyor: “Bir gün Resulullah’a (s.a.v.) gittim. Öğle sonrasıydı. Odasında uzanmış dinleniyordu. Ben içeri girince doğruldu. Dikkat ettim. Üzerinde uzandığı hasır, böğründe derin iz yapmıştı. Uzanacağı kalın bir döşeği yoktu. Bu hali görünce ağladım. Benim ağladığımı görünce ‘Neden ağlıyorsun Ömer’ dedi. Dedim ki ‘Ey Allah’ın Resulü! Kisralar -İran kralları-, Kayserler -Roma imparatorları- kuştüyü yataklarda uzanırken sizin bu mütevazı haliniz beni hüzünlendirdi. Zoruma gitti.’ O, gülümsedi ve şöyle buyurdu: ‘Ömer! Allah’a yemin ederim ki, isteseydim Allah benim için şu Uhud Dağı’nı altına çevirirdi. Ama ben, bir gölgede dinlenip yoluma devam eden bir yolcu gibiyim. Ötesine ihtiyacım yoktur’.”
Bir çarpışma sonrasıdır. Çarpışma sahasından geçince atların altında kalmış bir çocuk cesedi görür. Muhtemelen annesi tarafından getirilmiş bir çocuk. Kimin çocuğu olduğu belli değil. Nasıl geldiği, nasıl öldüğü de. Ama bu manzarayı görünce, birdenbire irkilir. Yüzünün tümüne derin bir hüzün yansır. Herkesin duyacağı bir sesle haykırır. “İnsanlara ne oluyor ki, kadın ve çocuk öldürüyorlar. Ya Rabbi! Bil ki Muhammed bundan haberdar değildir. Ya Rabbi Muhammed bundan razı değildir.” Bütün bir gün boyu bu hali devam eder. Nihayet arkadaşları O’nun kızgınlık ve hüznünü dindirmek için araştırırlar ve bu çocuğun annesi tarafından savaşa getirilmiş ve mücadele arasında serseri bir darbeyle hatayla öldürülen bir müşrik aileye ait olduğunu öğrenirler. Gelirler ve Hz. Peygamber’e bunu söylerler. “Efendimiz” derler, “bu müşrik bir ailenin çocuğuymuş. Üzülmeyiniz!” Sakinleşeceği umulurken hiddeti daha da artar. Ve şöyle buyurur: “Öyle mi! Demek ki müşrik bir ailenin çocuğu! Ya siz neydiniz. Sizler de müşrik birer ailenin çocukları değil miydiniz?” Hatayla öldürülen bir çocuk karşısında bunca rahatsız oluyordu. Hem de çocuğun ve ailesinin dinini, ırkını hiç merak etmeden, sorgulamadan. Ya bugün: Medeni dünyanın yağdırdığı tonlarca bomba altında, ateşli silahların cehenneme çevirdiği coğrafyada, hayatını kaybeden binlerce masum çocuk! Ya onların adına kim haykıracak. Ya onların adına: Ya Rabbi bunlardan ben sorumlu değilim diye kim söylenecek. Kendilerinden medeniyet, insanlık, adalet, tarafsızlık ve rahmet beklenenler onca kahır sunarken kim, kimi, kime şikâyet edecek?
O’na en büyük düşmanlığı yapan Ebu Cehil ölmüş. İslam’a karşı şiddetli muhalefeti yapanlardan birisi de bu zatın oğlu olan İkrime’dir. Ve İkrime babasının yolundan devam eder. İkrime daha sonraki yıllarda Müslüman olur. Hatta Hz. Peygamber’i ziyarete gideceğini haber verir.
Peygamberimiz azılı düşmanının oğlunu ayakta karşılar. Karşı karşıya gelince de kucağını açar ve “Hoş geldin ey yolcu” der. Sevgiyle kucaklar. Hz. İkrime’nin mahcubiyetten dudakları titrer. Ama sonraları iyi bir mümin olur. İşte tam o günlerdir. Hz. Peygamber bir ara sahabesinin Ebu Cehil hakkında ileri geri konuştuklarını duyar. Konuşmaların yapıldığı topluluğa süratle girer. Ve hemen müdahale eder. “Neden Ebu Cehil’in aleyhinde konuşuyorsunuz. Ölüyü çekiştiriyorsunuz. Bu kelimelerin ne faydası var. Siz bu sözlerle sadece sağ olanları -Hz. İkrime’yi kastediyor- üzmekten ileriye gidemezsiniz.” Dengeleri öyle hassas bir çizgiye oturtuyordu ki, en küçük bir ibre kaymasına müsaade etmiyordu.
Bir ağaca bağlanmış, güneşin altında susuz ve aç bırakılmış devenin yanından ayrılmaz. Su ve yem getirtir. Deveyi doyurur, sıcağa karşı da başına su döker. Ve sahibini buluncaya kadar oradan ayrılmaz. Sahibi gelince de: “Sen bu can taşıyandan dolayı Allah’tan korkmazsın. O’nun da senin üzerinde hakkı vardır bilmez misin” buyurur. Deve rahata kavuşunca odasına çekilir.
Çağımızda insanlar ahlaka, felsefeye ve erdemli tavırlara pek kulak kabartmıyorlar. Teknolojide ileride olanların inancı derme çatma da olsa revaçta oluyor.
İnsanlığa Peygamberimizi doğru tanıtmak istiyorsak bilim ve teknolojide hamle yapmak zorundayız. O zaman sözümüz dinlenir, kelimelerimiz hedefini bulur. Kimse, mağlupların,kendi problemlerini aşamayanların din’leriyle, din’lemek istemez. Bu din yeryüzünün en erdemli ve şerefli dini olsa da.
Hürriyet