Muhsin MERİÇ
İslâm dünyasının sınırları…
Ahmet Davutoğlu Hocanın eserlerinde geliştirdiği İslâm dünyası tarifi, mesele ile ilgili fikir yürüten herkesin cebinden düşürmemesi gereken, gerçekçi bir çerçeve çizer. 11 Eylül’den sonra bir projeye dönüşen Samuel Huntington’un “İslâm’ın kanlı sınırları” safsatasına antitez geliştirmek ve kendini müdafaa etmek durumunda olan Müslüman dünyanın sınırlarının farkına varması gerek; sınırlarının ve dolayısıyla gerçek gücünün ve zaaflarının…
20. yüzyılda, İslâm dünyası, hem çok ciddi gerilimler yaşadı hem de çok büyük değişim ve dönüşümlere sahne oldu.
Yüzyılın ilk dönemlerinde Osmanlı İmparatorluğu ve sömürge ülkelerinden ibaret olan İslâm dünyası, Birinci Dünya Savaşı’ndan İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar tarihinin en bunalımlı dönemini yaşamıştır.
Osmanlı Devleti’nin yıkılışı ile birlikte ipi kopan tespih taneleri gibi paramparça olmuş, neredeyse tamamı Batılı ülkeler tarafından sömürgeleştirilmiş, Türkiye, İran ve Afganistan dışında bağımsız ülke kalmamıştır.
1947’de Pakistan’ın bağımsızlığı ile İslâm dünyası için yeni bir dönem başladı denilebilir. İslâmi referansla kurulan Pakistan’la başlayan süreç muhtelif sistemlerle yönetilen pek çok ve birbirinden kopuk İslâm ülkeleriyle hızlandı ve 1970’lere kadar durum bu minval üzere devam etti.
Yüzyılın son çeyreğinde ise İslâm dünyası Batılı güçlerin müdahalelerine maruz kaldı ve mevcut uluslararası sistem ilk defa gür bir sesle sorgulanmaya başlandı.
Filistin, Afganistan, Keşmir, Doğu Timor, Kafkaslar ve daha pek çok problem bu dönemde su yüzüne çıktı yahut şiddetlendi.
İşte böyle bir atmosferde İslâm ülkeleri bir araya gelmeye karar verdiler ve Mescid-i Aksa’ya yönelik bir kundaklama teşebbüsü sonunda, 1969’da Fas’ın Rabat şehrinde düzenlenen bir konferans sonrasında, İslâm Konferansı Örgütü’nün kurulmasına karar verildi.
Yirmi yıl sonra, Soğuk Savaş’ın bitişiyle “İslâm dünyası” kavramı çok daha farklı ve yeni anlamlar kazandı.
Bosna Hersek, Makedonya, Orta Asya ve nihayet bu senenin başında Kosova’nın katılımıyla, Avrupa’nın içlerine doğru coğrafi genişlik kazanan İslâm dünyası, nüfus hareketleriyle de Batı ülkelerinde etkin bir varlık olarak ortaya çıktı.
Artık İslâm dünyası, sınırlarla ifade edilen bir coğrafyadan öte bir anlam içeriyordu ve İslâm dünyası denilince Bağdat’la birlikte Paris, Şam’la beraber Londra, İstanbul’la aynı zamanda New York düşünebilir hale geldi ve böylelikle kavram demografik ve kültürel bir ‘derinlik’ kazandı.
Müslümanlar, tarihte ilk defa Batılı toplumlar içinde ciddi kitlelerle yaşamak zorunda kaldılar.
Bu durum yeni zorluklarla birlikte yeni fırsatları da beraberinde getirdi.
Şimdilerde İslâm dünyası, kendini yeniden keşfetmeye çalışıyor ve şu soruların cevaplarını arıyor:
- İslâm dünyası nasıl ve hangi mekanizmalara sahip olmalı ki birlikte hareket edebilsin?
- Özellikle Batı’da yaşayan Müslümanların hakları nasıl savunulabilir?
- İnsanlığın İslâm’a daveti için nasıl bir temsil ve tebliğ sistemi kurulmalıdır?
- Doğru İslâmiyet ve İslâmiyete lâyık doğruluk insanlığa nasıl sunulabilir?
- Müslümanlar, karşı karşıya oldukları meydan okumalara nasıl mukabele edebilirler?
- İslâm dünyası, maddeten ve manen, sosyal, kültürel ve siyasi olarak nasıl terakki edebilir?
- İslâm dünyasının gençliği ve aile yapısı küreselleşmenin meydan okumaları ile nasıl mücadele edebilir?
Bu soruların cevaplarını buldukça ve uyguladıkça zamanın sınırlarımızı kanla çizmeye hevesli odakların uykuları kaçacak!
Vakit
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.