Mustafa ÖZCAN
İslamoğlu’nun şatahatları
Malum olduğu gibi Mustafa İslamoğlu, Mevlana ve Bediüzzaman’ın Allah’ın isimlerini kullandıklarını ve kendilerine mal ettiklerini söylemişti. Halbuki, tersinden Mustafa İslamoğlu konuşmalarında hatta kitaplarında kulların sıfatlarını Allah’a yüklediğini görüyoruz. Böylece Allah’a karşı su-i edepte bulunmuş oluyor. Veya Allah'a beşer seviyesinde ve zaviyesinden hitap ediyor. Allahın imhalı kendisini mağrur etmiş olmalı. Tasavvufta kontrol dışı hallere ve Şer-i şerifin ölçüleri dışına taşan söz ve hallere şatahat denmektedir. Şatahat genelde tasavvuf erbabı için kullanılsa da alanını mutasavvıflarla sınırlandırmak doğru olmaz. Mustafa İslamoğlu’nun mutasavvıflara da uzak ve muhalif olduğu söylenebilir. Bununla birlikte konuşmaları tabir caizse gulat-ı sufiye diyebileceğimiz kesimlerin üslup ve yöntemini yansıtmaktadır. Birçok konuşması şatahat kokan ifade ve hallerine örnektir. Burada bir iki örnek vermekle iktifa edeceğiz. İslamoğlu Allah’ın hukukunu koruyor gibi yaparak birçok alime yüklenmekte ve lakin kendisi ‘teeddüp maalllah’ denilen edep dairesini aşmaktadır. Burada da İslamoğlu’nun büyük çelişkisi ortaya çıkmaktadır. Güya Allah’ın hukukunu gözetirken aslında kendisi edep hudutlarının dışına taşmaktadır.
İslamoğlu’nun kendi kendisiyle veya yaptıklarıyla çelişen davranışı Ebu Esved ed Düeli’nin sözlerini çağrıştırdı:
La tenha an hülükin ve te’ti mislehu / Arun aleyke iza faaelte azimu.
Bir ahlakı sakındırıp sonra da aynısını yapma! Eğer bunu yaparsan ayıp eder, büyük kabahat işlersin!
Dolayısıyla Mustafa İslamoğlu’nun içinde bulunduğu durum ilmi olmayıp, ahlaki bir durumdur. Mesele bu zaviyeden ele alınmalıdır.
Yumurtayı neresinden kırmalı veya İslamoğlu’na neresinden bakmalı, neresinden ele almalı? İler tutar tarafı olmamakla birlikte avamın cazibesinden kurtulması için ayna tutulması ve karanlık noktalarının aydınlatılması gerekiyor. Mesele ‘mururu’l kiram’ bir biçimde geçiştirilmemeli. Tehlike daha büyümeden söndürülmeli ve avam bu gibi zevatın elinden ve şerrinden (varsa) kurtarılmalıdır. Bu işin mücameleye gelir tarafı yok. Bediüzzaman’a kadar sataşmadığı isim ve kesim kalmadı. Bunu itiyad edinmiş olmalı. Tarih ve tarihi şahsiyetler sanki onun karalama defteri. Bediüzzaman’a gelinceye kadar başta zat-ı akdes olmakla birlikte en tepedekilerle de sataşmaktadır. Dolayısıyla sorunu ilmi değil, psikolojik. Sadece ilimden nefsi hesabına kuvvet alıyor. Mesele şahsiyetinde düğümleniyor. Allame olarak görünmeye çalışması da ilmi bir değer olmayıp, psikolojik bir haldir. Allah ile, Resuli ile, onlara ilaveten bilcümle müçtehidi izam ve muhaddislerle alıp veremediği çok.
‘Esma şarihi’ olarak temayüz eden Mustafa İslamoğlu’nun Allah algısına neşter vurmakta fayda var. Kendinden menkul ‘esma şarihi’ olarak temayüz etse de Mustafa İslamoğlu her şeyden önce Allah Zülcelal karşısında özensiz bir dil kullanmaktadır. Sözleri su-i edepten hali değildir. Allah anlayışıyla ilgili sıkıntılı tutumu Peygamber anlayışına da yansıyor. Hiyerarşik bir şekilde kademe kademe asgari düzeye kadar uzanıyor, iniyor. Karşımızda Zat-ı Bariye saygısız ve laubali bir esma şarihi var! Verdiği örnekler kendini ele veriyor. 'Üslub-u beyan ayniyle insan' denmiştir. Bir konuşmasında laik kesimleri kastederek; “Allah'ı Eline Geçirseler Meydan Dayağı Atacaklar” diyor (http://www.youtube.com/watch?v=_DISY5i2lW8 )Anlaşılan bugüne kadar karşısına bir Molla Kasım dikilmemiş, çıkmamış. Meydanı boş bulmuş, esip gürlüyor. Temcit pilavı gibi durup durup aynı nakaratı tekrarlıyor: Paralel Kur’an’lar üretiyorlar. Ona göre Risale-i Nur, Mesnevi paralel Kur’an. İndirilen din değil, uydurulan din. Hadisler de ona göre böyle. Birçoğunu muhaddisler kafalarından uydurmuşlar.
Kendini ele veren bir ifadesinde şöyle bir ibare kullanıyor: ”İkbal'in dediği gibi, bugünkü "din" anlayışıyla, Allah'ın Cebrail (a) aracılığıyla indirip Rasulullah'ın tebliğ ettiği "ed-Din" birbirinden o kadar farklıydı ki, bu farkın büyüklüğü Allah'ı, Cebrail'i ve Rasulullah'ı hayrette bırakıyordu. İnsanlar "kuru et yiyen bir kadının oğlu" olan bir Peygamber yerine, elmas taçlı, altın tahtlı, sırma kaftanlı bir "peygamber" tasavvur ediyorlardı. Yalnız tasavvur etmekle kalmıyor, ömrü boyunca bunlardan uzak duran Nebi'den geriye kalan hatırayı bu tasavvura uygun aksesuarlarla süslüyorlardı. İnsanlar "bir kul gibi yiyip bir kul gibi yaşayan" bir peygambere inanmak yerine, tasavvurlarında kayser ve kisra'ya benzettikleri bir peygambere inanmayı yeğliyorlardı. (İmamllar Sultanlar, s: 10 ).” ”Allah’ı hayret makamına sokmak nasıl bir şey? Bu nasıl tevhit anlayışı veya edep? Allah’ı hayret makamına sokan kendisi şaşkınlık makamında olmalı!
Neden Bediüzzaman gibilerine sataşırken Cemaleddin Afgani gibiler için tenzih makamında bulunuyor? Hatta bu gibi zevata sataşanlara karşı ‘onun taharet bezi kadar bile olamıyorlar’ diyor? Hiçbir hocadan doğru dürüst okumamış, hiçbir ilmi geleneğe tabi ve bağlı değil. Elbette haddini bilmek kaydıyla kendini yetiştirebilir. İsamilik veya otodidakt diye bir kavram var. Tasavvufta Üveysilik de buna tekabül eder. Bununla birlikte ilmi bir gelenekten gelmemek başka bütün disiplinlerin dışına çıkmak daha başkadır. Merhum Ekrem Doğanay gibileri kısmen hocalardan meşk etse de sonuçta ve büyük oranda kendi kendini yetiştirmiştir. Elbette hocasız veya usulsüz yetişmek bazen kusurdur lakin bazı kişilerde meziyet hükmüne geçer. Hatta Bediüzzaman da bu isami şahsiyetlerden birisidir. Kendi kendini yetiştirmiştir. Bu bir nakısa değil, belki dad-ı haktır.
Bununla birlikte, bir ilmi geleneğe tabi olmamak özensiz ve düzensiz teflikçilik yapmak eklektik anlayışa girer. Ameli konularda bazıları kısmen de olsa teflikçiliğe cevaz verse de kimse akait alanında teflikçiliğe kapı aralamamıştır. Kadim selefiler veya ehl-i hadis, zat ve sıfatlar konusunda tevile veya içtihada izin vermez, sahih olmak kaydıyla naslara ittibayı esas alır. Lakin Muhammed Abduh’tan itibaren yeni Selefilik akımı denilen akım (gelenekle mukayyet olmayanlar, yenilikçiler demek daha doğru olur) bu alanı da tevile veya içtihada açmıştır. Muhammed Abduh ve ekolü kimilerinin görmek istediği gibi selefi falan değildir. Elbette Eş’ari ve Mütüridi anlayışı tevile ve bu alanda içtihada cevaz vermiştir. Selefiliğin temel anlayışı furuda kesintisiz içtihat, usul-i dinde ise taklit mesleğidir. Bu alanda içtihat veya tevili bidat olarak saymaktadırlar. Mustafa İslamoğlu ise ne Selefi ne Eş'ari ne de ötekilerdir. Nevi şahsına münhasır karma/eklektik bir adamdır. Mustafa İslamoğlu’nun kusuru kendisini yetiştirmesi değil aksine hiçbir kurala veya ilmi disipline tabi ve bağlı kalmamasıdır. Onun ötesinde yeni bir ekol kuracak tutarlılıktan da yoksundur. Tutarsızlıklar bir meşrep veya mezhep olursa bu 'İslamoğlu mezhebi veya meşrebi' olabilir.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.