İşte İsrail'in meşruluğu!!!

İşte İsrail'in meşruluğu!!!

İsrail devletin nasıl kuruldu? Kuruluştan bu yana İsrail tarafından hukuk ve ahlak kuralları nasıl çiğnendi?

Hayrettin Karaman'ın yazısı:

İsrail devleti meşru mu?

İsrail devletinin nasıl kurulduğu, kuruluştan bu yana İsrail tarafından hukuk ve ahlak kurallarının nasıl çiğnendiğini hiç göz önüne almadan, ülkesi işgal edilmiş, hayat damarları kesilmiş, uzun vadede ölüme mahkum edilmiş bir halkın haklı direnişini mahkum edenlere, sağlam kaynaklara dayanan alıntılarla biraz tarihi bilgi vermek gerekiyor.

İngiliz Dışişleri Bakanı Balfour'un 2 Kasım 1917'de Filistin'de yurt edinmek isteyen Siyonist Dernekleri Federasyonu adına Lord Rotschild'a yazdığı mektupta "Majestelerinin Hükümeti(nin) Yahudi halkı için bir milli yurdun Filistin'de kurulmasını olumlu karşılamakta… ve Filistin'de mevcut Yahudi olmayan toplulukların medeni ve dini haklarına... bir zarar getirmeyeceği açıkça anlaşılacak şekilde, bu hedefin tahakkukunu kolaylaştırmak için elinden gelen gayreti esirgemeyecek olduğu" belirtilmektedir (Stein, s. 548). Bir yazarın çarpıcı tanımlamasıyla "bir ulusun ikinci bir ulusa bir üçüncünün ülkesini ciddi ciddi vaat etmesi" demek olan (Koestler, s.4) bu belgeyle İngiltere, o tarihlerde, "kendisine Filistin'de Yahudiler lehine hak tanıyabilme yetkisini verecek ne egemenlik veya sömürgecilik ve ne de herhangi diğer tasarruf hakkına sahip" bulunmayıp (Cattan, s.12-3), "Filistin, nüfusunun yüzde doksanı Arap ve toprağının ancak yüzde ikisi Yahudi mülkünde olan bir ülkeydi." (Zureik, s.47)

29 Kasım 1947'de Filistin'in taksimi kararı, oylanmak üzere B.M.Genel Kurulu önüne geldiğinde, "gerekli üçte iki oyçokluğunu sağlamak için, Kurul üyesi küçük devletlerde mevcut plana karşı yaygın direnç, Amerikan şantaj ve rüşvet gücünün altında" kalıyor (Anderson, s.10) ve Kurul tarihî "Taksim Kararı"nı veriyordu. Buna göre ise Filistin, Kudüs ve çevresi için öngörülen bir milletlerarası statü ile o bölge hariç tutularak, yedi kısma ayırılıyor; üçer bölge Araplara ve Yahudilere, yedincisi olan Yafa ise Yahudi bölgeleri içinde kalmış ayrı bir parça olarak gene Araplara taksim ediliyordu. 1882'den itibaren Yahudi sömürgecileri Filistin'e düzenli bir şekilde geldikleri halde, İsrail devletinin 1948 yılı baharında –bir avuç siyonistin ilanıyla- sözde kurulmasından hemen iki hafta sonrasına kadar, orada büyük bir Arap çoğunluğundan başka bir şey yoktur.

Bu ilan bildirisinde devletin "Yahudi halkının tabii ve tarihi haklarına dayanarak" kurulduğu iddiası söz konusudur. İşte bu "tarihi haklar" kavramı Siyonist propagandada önemli olup çoklukla "vaat edilmiş topraklar" kavramıyla birlikte yer almaktadır.

Duyuruluş anından sadece 11 dakika sonra ABD'nin hemen tanıdığı bu devletin ilanı, fiili olarak Siyonizmin hedefine ulaştığı ilk noktayı işaret etmekteydi. Ancak bu nokta son nokta olmayacaktı. Zira hemen ardından başlayan ilk Arap-İsrail Savaşı sonunda, 1949 Temmuzunda ulaşılan diğer bir tarihi nokta, İsrail'in Kudüs'ün batısı da dahil olmak üzere Taksim Kararı'nın ayırdığı sınırları epeyce aşan topraklara sahip olması, Filistin'den geriye kalan Gazze ve Batı Şeria'nın ise Mısır ve Ürdün'ün eline geçmesiydi. Arap-İsrail güçleri 5-10 Haziran'da 3. kez savaştı. Araplar, Eski Kudüs, Sina, Gazze Şeridi'ni, Ürdün ırmağının batısında kalan ve Batı Şeria adı verilen Ürdün topraklarını, İsrail-Suriye sınırındaki Golan Tepeleri'ni kaybettiler.

Dahası, tarihi açıdan Filistin'in yaklaşık yüzde 78'inin İsrail'in eline geçmesi demek olan bu yeni fiili durum anılan tarihte tamamlanan ateşkes anlaşmaları ile o günden bu yana artık geri dönüşsüz surette bir bakıma hukukileşmekle kalmayacak; aynı yıl (1949) Siyonizm açısından bir ileri başarıya daha işaret etmek üzere, bu yeni sınırlarıyla İsrail BM'ye üye kabul edilerek uluslararası düzenin resmi bir parçası olmuştur.

Bu tarih bilgisi ışığında herkesi şöyle bir tasavvura ve cevaba davet ediyorum:

Bir yabancı gurup gelip ülkenizde, toprağınızın yarısını işgal ederek hiçbir hakka dayanmadan devlet kuruyor, sonra bu sınırı daha da genişletiyor, siz buna razı olmayıp haklarınızı savunmak üzere savaşıyorsunuz, işgalciler dünyanın en güçlü ülkelerini arkalarına alarak sizi mağlup ediyorlar, size bırakılan bir avuç yeri de –güvenlik gerekçesiyle- denetim altına alıyor, hayat damarlarınızı kesiyorlar. Oturup ölmeyi mi beklediniz yoksa su borularından yaptığınız sözde füzeleri atarak da olsa bir şeyler mi yapardınız?

Öyle öleceğime böyle öleyim diye kendinizi ateşe atar mıydınız?