Habibi Nacar YILMAZ
İyilik sadece insanî olunca
Şimdilerde unuttuğumuz fakat tekrarlanmaması bizim elimizde olan eski tarihlerin birinde, askerî erkânın ağırlıkta ve hatta söz sahibi olduğu bir toplantı yapılır. Gerçi o zamanlarda, hemen her toplantıda, milletin değerlerinden kopuk askerî vesayet ya hâkimdir veya gölgesini hissettirirdi. Şu anda bu tip erkânın ve başkanlarının isimlerini bilmiyorum mesela. Fakat o günlerde bu isimleri unutmak ne mümkün. Görevlisinden emeklisine kadar, isimleri hafızamıza kazınmıştı. Hepsi de yemin etmiş gibi, meclise parmak sallayanından tutun internet bildirilerine kadar, her türlü görev dışı işlerle meşguldüler. Bir, asıl işlerini yapmada gayri ciddi hâller oluyordu ki üç beş teröristle baş edemiyorduk mesela.
Bu anlayıştaki birinin birliğine, torununun yemin törenini izlemek için gelen yaşlı bir teyzemiz bile, örtüsünden dolayı dışarı atılmıştı. Yüzbaşı olan bir arkadaşımız, Trabzon'da kanser olan eşini lojmandan örtülü bir şekilde çıkarabiliyor; fakat aynı şekilde içeri alamıyordu. Kapalı mekâna ancak arabanın bagajında girebildi de öyle tedavisini sürdürebilmişti.
Her neyse... Yine böyle bir anlayışın hâkim olduğu bir toplantıda, doktor olan bir arkadaşımız da bulunur. Bir sürü helâli dururken, medenilik ölçüsü sayıldığından, müskirât (haram içecekler) servisi de yapılır. Doktorumuz, müstağni kalır ve bu haram içkilerden istemez. Gözlerin üzerinde olduğu arkadaşımıza, üst düzeydeki görevli takılır: "Doktor, bu istiğnan, sağlıktan dolayı mı yoksa taassuptan mı?" Doktor arkadaş, çarnaçar sağlıktan der ve müşkilatı savuşturur. Taassup dediği de Allah'ın yasak emri. Eğer cevap bundan dolayı olsa, müdahale edecek ve içirmeye çalışacak yani. Anlayışın derdi, sağlık değil. Sağlık bozulsun. Yeter ki Allah'ın emri yerine gelmesin. Adam, o toplantıda haramları midesine doldursun, sonrasında çekip giderken bir kaza yapsın. Bu kaza birkaç kişinin canına mal olsun. Mazur görülecek yani. Yeter ki Allah'ın emri çiğnenmiş olsun. Bağnazlığa, firavuniyete, cehalete, asabiyete, densizliğe, inada, taassuba, tefessühe bakar mısınız?
Bu tip insanlık ve akıl dışı uygulamalar, sadece bir kurumda yapılmadı yıllarca maalesef. Bunları düşününce, sizleri bilmem ama geldiğimiz noktaya şükretmemenin nankörlük derecesini kestiremiyorum. Bu güzel mânanın tahukukunda bir parmaklık payımız varsa, ömür boyu iftihar ederim. Elbette ki Rabbimiz şanlı tarihinin mazharı olmuş bu milleti ve ordusunu, ebedî karanlıkta bırakmadı; bırakmazdı da. Düz çizgi gibi gitmeyen mukadderat, feleğin inadına döndü ve hâyali dahi mümkün olmayan gelişmeler oldu. Yine olur, inşallah. Bu tekerleği tümsekte bırakmayan Rabbimiz, yarınların da daha şanlı hizmetlerini bu vatanın evlatlarına nasip eder. Üstad da zaten istikbal nesillerine seslenmemiş miydi?
Bu iç dökmeler uzayınca, başlığa gelmek de uzadı. Ama anlattıklarım başlıkla da biraz ilgili. Adam, akıl için yolun bir olduğunu görüyor ve ifade ediyor. Aklını her şeyde kâfi görüp onu "anlamak aletinden çıkararak" hükmetme aletine çeviriyor. Yapıp ettiklerini de bazen akıl ve bilim kılığına sokuyor. "Biz sadece aklı, bilimi esas alır; yaptığımız güzel şeyleri de insan olduğumuz için yaparız" diyerek de hayatı; "hayatı verip idame edenden" ayırarak, "dünyada başlayan ve biten" nebatî ve hayvanî bir keyfiyeti indirmek istiyor.
Bir şey, akıl ona iyi dediği, insan olarak yaptığımız için iyi olabilir mi? "Akıl için yol birdir." olduğundan, bu mümkündür ama her zaman vaki midir? Ayrıca aklın çıktığı ve tüm akılların birleştiği yolu, nasıl bulup anlayacağız? Her akıl başka bir yola çıkıyorsa, birilerinin aklı, her yolu mübah görüyor ve akla ziyan işlere çıkıyorsa; akıl tek başına nasıl ölçü olacaktır? Demek o "her akıl için bir olan ve çıkılan yol" her aklın değil; küllî bir aklın gösterdiği yol olabilir. O küllî aklın gösterdiği hangi hedef hatalı, hangi emir yorucu, hangi yasak ruhu ezicidir? Ya da şöyle diyelim. Çürümemiş ve küle dönmemiş hangi akıl, büyüğünün yollarını döşedikleri ve aynı ölçüde çirkin oldukları için, yasaklanan haram içeçeği, fuhşu, kumarı, zinayı, her şekliyle faizi, stokçuluğu, yalanı, gıybeti, su-i zannı ve dedikoduyu, israfı, lüksü, şatafatı hoş görebilir? Tersinden sorarsak, hangi akıl zekata, sadakaya, gülümsemeye, ihtiyaç fazlasını ihtiyaçlılara dağıtmaya, komşuya yardım etmeye, zikre, fikre, şükre ve bunların özeti olan namaza itiraz edebilir? Kendi marazî hâllerinin, cehalet ve sarhoşluklarının karışmadığı hiçbir akıl, yukarıda belirtilen şeyleri hoş göremez ve itiraz edemez.
Kafayı karıştıran ve karşılaştığımız önemli bir itiraz da "Ben bu iyilik dediğin şeyleri, Allah emrettiği için değil; İnsan olduğumuz, aklımız olduğu için yapacağım; yaparım ve yapıyorum" gibi ifadelerle dile getiriliyor. Tamam da kardeşim, o zaman yaptığın veya yapacağın iyilik ve hayırlar, çoğu zaman içinde bazen karşılık bekleyen, sadece dünya hayatıyla sınırlı, ruhsuz ve sevapsız meşgale durumuna düşer. Senin iyilik dediğin bu tür cüzi yardımları ve yaklaşımları, hayvanlar âleminde de çeşitli şekillerde görüyoruz.
Bizim nebatî ve hayvanî yönümüz de vardır ama bizi değerli kılan ve ebede namzed edip bu dünya çöllerinde zayi edilmeyecek derecedeki asıl ve asil yönümüz, insanî yönümüzdür. Biz bu kısa dünya hayatımızda, ebedî hayatımızdaki insanlığımızı örüyor ve hazırlıyoruz. Sadece dünyada kalacak bir iyilik veya bir âmelde, çoğu kez hasbilik olmaz. Bu faaliyetimiz, içinde samimilik, adanmışlık barındırmaz. Çoğu zaman gelip geçici insanlık durumlarının neticesi olan bir şey, bizi her zaman harekete geçirmez. Bu, keyfiliğe, vurdumduymazlığa açık bir hâldir. Bu durumu aile hayatından daha iyi anlarız. Ebeveynin sana bir faydası kalmadığında, rıza-yı İlâhi ve emr-i İlâhiden başka hangi insanlık hâli, seni onların zor hizmetlerine koşturacaktır. Hâl-i âlem bunun en güzel örneğidir.
Rıza-yı İlâhinin hükmetmediği, her şeyin dünyevileştiği bir dünyada belli yaştakilerin hâli ve bazı durumlar, ibretliktir gerçekten. Samimî hürmet, şefkat, hizmet, muhabbet, sadakat gibi haller, ancak bu münasebetler ebedî âlemde de devam edecekse, devamlı ve hakiki insaniyet saadetine vesile olabilir. Ben babama, komşuma, eşime, dostuma Allah rızası ve emri olduğu ve onlarla münasebetin ebed âleminde de devam edeceği için, iyilik yapmam, hürmet etmem hem bunun devamlı yapılmasını sağlar hem de geçici dünyamın ebedileşmesini bana kazandırır. Bundan daha büyük bir kâr olur mu?
Daha da önemli gaflet hâlimiz ise, aslında iyilik kaynağından haberdar veya farkında olmayışımızdır. Bizim iyilik diyerek yaptıklarımız, hangi ve kime ait dünya üzerinde, bize ait bir vücutla mı yapıyoruz ki bu iyiliği biz yapıyoruz diyebilelim. Bir solukluk nefesi temin etmeye mecalimiz mi var arkadaş? Sahibi olduğumuzu zannettiğimiz eşyanın temini ve devamında hissemiz nedir? Bu iddiaları ifade ederken, kendimizden haberimiz var mı?
Evet dostlar, "eli kısa, ömrü kısa, iktidarı kısa, sabrı kısa olan insanın" küçük dokunuşlarla yaptığı zerre iyiliğin ebedileşmesi, yine zerre bir niyetle mümkün. Zerre niyet, zerreleri kürelere, kömürleri elmasa çeviriyor; unutmayalım.
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.