Mustafa AKCA
Kader yazıları - 2
Mâtûrîdî'nin rivâyetinden Peygamber-i Zişan'ın "Kaderiyye (1) bu milletin Mecûsileridir" (2) buyurduğunu öğreniyoruz. Mâbed El-Cühenî'den Ca'd bin Dirhem'e; kendilerine "Eh'lül adl ve'ttevhid" diyen Mûtezile'den cebriyye'ye kadar ekseri insanımızın kaderden bir fasıl serdetmesi "tanrıyı birlemek" konusunda nefislerimizin ne kadar da hasis davrandığını gösteriyor. "Cemel ve Sıffin Vak'aları'nda birbirlerini katleden sahabenin pozisyonları ile büyük günah işleyenlerin durumu, imanın tarifi, insanın yapıp etme hürriyetinin sınırları" gibi meselelerin, Emeviler'in, kendi iktidarlarını korumak uğruna, itikâdî alandan siyâsî alana taşınması kader tartışmalarını alevlendiren en mühim sebeplerdendi. Cebriye Düşüncesi'nin daha ilk asrın sonunda tâliplilerini yitirmesi, Emevî saltanatının yıkılışına denk düşer. Meşrûiyetini biât ve adâlet'e dayandıran iktidarlardan; makbûliyetini hanedânının milliyetine istinâd ettiren Saltanât-ı Emeviye'ye geldiğimizde, çoğunluğu Sahâbe'den oluşan ve fakat genelde ilmî değil kalbî konuşan; kararı ve herşeyi Allah'a (cc) yükleyip insana fiilin kendisini değil kesbî bir sorumluluğu yükleyen Selefî yaklaşımı Cebriyye'ye (3) çevirmiş; böylelikle onların zulümlerine dinî bir muhtevayı sokmayı başarmıştık. Çünkü, her şey kaderden, dolayısıyla Allah'tan (cc) geliyor idiyse, bu durumda iktidarın yaptıklarından yakınamazdık. Kötülüklerin kaynağı "Allah-u Zülkemâl'in iradesi"ydi. Biz ise kayıtsız ve şartsız; mecburen itaat ediyorduk. Hasan el-Basri'nin çığlığı olmasa, belki halâ böyle devam edecektik. O Emeviler'i yaptıkları zulümden sorumlu tutuyordu. Cebriye düşüncesinin ümmette meydana getirdiği ümitsizliğin ve ahlâkî yozlaşmanın önünü kesmeye çabalıyordu. Mûtezîle ya da Kaderiyye denilecek olan fırka O'nun söylediklerinin ilmî ve mantıkî izâhlarını yapmaya giriştiler. Fakat onlar Hazret'in fikirlerini Allah'ın (cc) ilim, irade ve kudretini sınırlayan bir çerçeveye dönüştürdüler. "Allah'ın yaratıcılığından bir parça da insana bahşedilmiştir; kul fiilinin yaratıcısıdır" diyorlardı.
Böyle bir ortamda gribe yakalanır gibi bir mezhepten diğerine geçiyor, tel'in ve zemm maksadıyla birbirimize Cebriyye, Mûtezîle gibi isimler veriyorduk. Kâh arabeskin tonlarına, kâh aristokrasinin renklerine bulanıyorduk. İsyan ve şükür arasında gidip gelen şahsiyetimizde bir karara varıyor; sonrasında da bu kararı Kur'ân-ı Mecid'den ve Sünnet-î Seniyye'den çıkardığımız hamasi delillerle savunmaya başlıyorduk. Böylece birbirimizi küfürle tahkir ve tezyif edişimizi itiraz kabul etmez stratejik bir noktaya getiriyorduk. Kur'an'ın ve hadislerin müteşabihat'ı (4) bunu kolaylaştıran bir unsurdu. Kâh siyasî iktidârın günahlarını haklı göstermek için Cebriye’yi, kâh yönetici tabakanın zulümlerini ifade ve tesbit için Mûtezile'yi destekliyorduk. "Adâlet, vâ'd, vâ’id, meşîet ve istitaât" (5) en fazla tartıştığımız meselelerdendi
"Allah geleceği ve olacağı bilir veya O geleceği ve olacağı bilmez, fakat her an bir iş üzerinde olup isteklerimize ve niyetlerimize göre o an yaratmaktadır" savlarından bizi çıkmaza götüren iki hüküm ortaya çıkmaktadır: Hak Teala her şeyi en başta en ince ayrıntısına kadar planlayıp programlamış ve “ol” emriyle onlara bir hareket vermiş; her şey O'nun bu ezelî planda yazdığı gibi gerçekleşiyor diyorsak imtihan sırrından ve imanın şartlarından doğacak hususları yıkmış, Determinizmi ve Cebriyye'yi haklı görmüş oluyor; eğer ikinci şıkkı savunuyorsak o zaman da Allah Azze ve Celle'nin ilminden hariçte şeylerin varolduğunu, ve O'un herşeyi bilmediğini, mahlûkâtın yaratıcılık hususunda, O'nunkiyle kıyas edilemeyecek kadar küçük de olsa yine de yaratıcılık vasfına sahip olduğunu düşünüyoruz demektir. İşte tarih boyunca çabalanagelinen şey şu iki hususu doğru bir platforma oturtabilmekti: Allah-u Tealâ’nın sıfatlarına zarar getirmeden, yaratılmış olanlara yaratıcının sıfatlarını bahşedip şirke kaçmadan ve fakat sorumluluk ve imtihan sırrını da zedelemeden kader meselesini çözümleyebilmek...
İzmirli İsmail Hakkı Efendi'nin Yeni İlm-i Kelâm'ında anlattığına göre Selefi (6) âlimlerin Kur'ancıl yolu yedi esasa dayanmaktaydı: Tasdik, sükût, aczi itiraf, takdis, imsak, keff ve marifeti ehline teslim etmek". Ayetleri oldukları gibi kabul edip onlara öylece inanmalı, müteşâbihâttan söz etmekten kaçınarak dakik, ince meseleleri Resûlullâh’ın ve O'nun mübarek ashabının bilebileceğine inanmalıydık (7). Selefiye'nin bu tavrı sonucunda kısa bir müddet de olsa Mutezile’nin cedel (8) sahrasında koşuşturuşuna razı oluyor; derinden ve sessiz çalışan Ehl-i Sünnet’in Kur'an ve Sünnet'ten çıkardıkları itikâdî, hukukî ve içtimaî hususları tedvin etmelerini bekliyorduk. Onlar Cebriye ile Mutezile (kaderiye) arasında bir yol tutmaya gayret gösteriyorlar; ne cebri ne de tefvizi kabul etmiyorlardı.
Ebû Hanife için iman Fıkhû'l ekber'di. "Kaza, kader ve meşiet, Allah'ın (cc) keyfiyetsiz (varlığı ve mahiyeti hakkında bir bilgi bulunmayan, nasıl olduğu bilinmeyen) ezeli sıfatlarıdır. Allâh-u Tealâ mâdumu (henüz var olmamış manasında olanı) ademî halinde (yok iken) bilir... O ayakta olanı ayakta olduğu halde ayakta olarak, eğer oturursa oturduğu halde onu oturur olarak bilir. Bütün bunların değişmeleri O’nun ilminde değişme meydana getirmez. Değişme ve başkalaşma yaratılmış olana aittir... O'nun Levh'deki yazısı hüküm olarak değil vasıf olaraktır
Kader konusunda ortaya çıkan kargaşanın nedenlerinden biri de, ilim nev'inden olduğu kabul edilen kaderin nasıl bir ilim olduğu hakkında çeşitli görüşlerin varlığıydı... İlim ve bilgiyi iman ile özdeş tutan Mutezile’den tutun; tecrübe, deney ve gözlemi esas kabul eden Er’râzi gibi sünnî kelamcılara; ilmi, fiili de arkasından sürükleyen bir hakikât olduğuna dair söylemlerden, ilmi irade ve kudretten ayıran açılımlara, ilmin eşyâyı zıdlarıyla tarif etmenin yolu olduğunu söyleyen Nesefi'ye kadar geniş bir yelpâzede seyreden İlm tarifleri, içlerinde bazı hususları kuşatamadıklarından kaderi anlamamızı güçleştiriyorlar; kâh Allah-ı Zül'ilm'i kısıtlıyorlar kâh kula yaratıcılık atfederek tevhid hakikât ini zedeliyorlardı. İşte o müthiş, o kaçınılmaz, o içinden çıkılmaz dehşetli problem, getirdiğimiz bu güdük tariflerin yetersiz yapılarındandı ki semamızdan hiç eksik olmuyordu: "Eğer yaratıcı olan hak teala kulların fiillerini ezelde biliyorduysa, onların fiilleri artık zorunlu hale gelmiştir. Bu ise onların hürriyetlerini, imtihan hakikât ini, günah ve sevap kavramlarını, peygamberlik müessesesini, mahşeri ve Büyük Sual'i... hâsılı inançlarımızın asli esaslarını yok eder".
Hatayı işin en başında yapıyor, bu alemdeki serüvenimizin fiil ve bilgi ile oluştuğunu düşünüyorduk. Hâlbuki ne Allah'ın ilmi ve kaderi aklın karakterindendi ne de cüz'i irademiz bir fiil ortaya çıkarabilecek, yani kainatın herhangi bir noktasında ona şekil ve nizam verebilecek kudrete sahipti. Hak Teâlâ, bahşettiği cüz'i irade ile ruhumuzu, akıl havâs ve sâir parçalarımızın kıyısından tâ kainâtın en uzak noktalarına kadar olan âlemde çalkalandırıyor; bize yakın ya da uzak olsun her bir şeyi bir sualler geçidi şeklinde en sâde biçimde "biz"e sunuyor; biz ise fiil işleyebilecek değil fakat fiil dilenebilecek olan cüz'i irademizle niyet ve nazarımızı oluşturup Cenâb-ı Zülkemâl'e ibraz ediyoruz. O zaman şöyle denebilir: Cüz'i irade bir yaratma ve fiil işleme aleti değil, bir niyet edebilme ve seçebilme aletidir ki onunla seçimini yapıp arzuladığımız şeyler anî, def'î olarak yaratılıyorlar. Ya da cüz'i irade öyle bir şeydir ki biz onunla Cenab-ı Kibriya'nın ânen fe ânen, an be an yaratıp önümüze koyduğu, his ve duygularımıza kuvvet ve ivme verip bizi halden hale soktuğu yaratılış sürecinde kudret ve kuvvetle değil, irade ve arzu suretinde niyetimizi şekillendiriyoruz. Niyet ise ilmî olduğundan herşeyi bilen Âlim-i Mutlak'ın malûmatından bir şıkka karşılık gelecektir. Bütün herşeyden soyutlanıp -sufilerin dediği gibi- şöyle diyebiliriz: "Her şey bir sinema veya bir rüyadır; bizler muayyen, sınırlı bir vücud âlemi içinde kendimizi var zannederken gerçekteyse Allah'ın (cc) karşısında yalın bir şekilde, çırılçıplak bir vaziyette duruyor, O'ndan bir şeyler dileniyoruz. Ne hareket eden parmağımızı oynatmakla, ne de ritmik olarak seyreden âsâb ve damarlarımızı çalıştırmakla bir ilgimiz yok. Eşya ile aramızda cereyân eden şey üzerlerinde okuduğumuz şifreli mesajlardan ibaret. Yürüyen biz değiliz, koşan biz değiliz, acıyan bizim elimiz değil; bunlar her an önümüze getirilen ilmî, hali ve vicdânî bir takım suâllerdir.
İşte bu suallerle ruhumuz, cüz'i iradesiyle şekillendirdiği bir niyetle kendisi için hayat karşısında bir pozisyon belirliyor. Yapamayacağı için yapmıyor, işleyemeyeceği için işlemiyor, tahrike gücü olmadığından hareket etmiyor; fakat yapabildiği tek bir şeyi yapıp; yeniden ve yeniden bir niyet üretiyor. Biz, Allah'ın bizim için takdir ettiği küçük koltuğumuzda seçtiklerimizin ve niyetlerimizin sadece bizi etkilediğini bilmeden, sinema-i rabbâniyeyi seyrediyoruz. Karar verme sürecinin her noktasında alternatifleri birer birer saf dışı ede ede sonunda "evet ya da hayır" sınırına geliyor. İşte o an evet ya da hayır diyoruz. Kalb, nefis, havâs, sır, akıl, hafâ ve duyularımızın bize önerdiği seçeneklerden birisine meylediyor; bu niyetimizin cenab-ı kibriya tarafından bütün şartlarıyla hayata uygun ve yakışır bir tarzda yaratılmasıyla da bir fiil ya da bir iş yaptığımız sanısına kapılıyoruz. Veya Hak Tealâ'nın her an değiştirdiği dünyamız hakkında, demokratik bir tarzda isteklerini bize bildiren bedenî parçalarımızın söylediklerini dikkate alıp bir niyet üretiyoruz. Dramatik bir sürecin bu son noktasında, Allah'ın nasıl olup da bizim seçimimize müdâhele etmeden seçeneğimizi bilmiş olmasını kavrayamıyoruz. O'nun bizim niyetimizi bilişini, bizim evet ya da hayır deyişimizden sonra da eşyanın düzeninde devam mührünü görmemizden; seçimimizi yaparken hür olduğumuzu ise vicdanımızın bize haber verişinden anlıyoruz (9). Kendisini kendi vicdanında hisseden bir basiret bizimkisi. İşte o dakik, o ince nokta kul ile ilah arasında vaki olan bir aşılmazlık sırrıdır ki, biz Cenâb-ı Hakk'a muhtaç oluşumuzu, o belirsizlikle anlıyoruz.
“Arzu, talep, kesb ve meyelân” da denilen cüz'î irade; alt ve üst, sağ ve sol, babalık ve oğulluk, uzaklık ve yakınlık gibi izafî olan ve mahluk olmayan ve varlığı da (vücûdu da) bulunmayan bir emr-i itibârîdir ki mevcûd olan bir şey değil, belki mevcûd olanlar arasında bir nisbetten, bir izâfetten ibarettir. Hayatımızı devam ettirmek için bize verilmiş olan irade-i külliyyemizi -ki mahlûktur ve vücudu vardır- gerek ıztırârî gerek ihtiyarî (10) fiillerimizin gerçekleştirilmesi için kullanırken, bir kısım işlerde o iradenin hissedilmesi, yani karar vermek, arzu etmek, müşahade etmek gibi hallerin oluşması irade-i külliyyenin cüz'i (yani muayyen, belirli) hale gelmesi demektir. Biz herhangi bir ünvanı o işin kendisinden değil belki itibarî bir bilinirliği olan bir mastardan alıyoruz. "Resim yapmak" itibarî bir emir olup hariçte bir vücudu olmadığı halde, biz ressam ünvanını resmin kendisinden değil “resim yapmak”tan alıyoruz. İşte irade-i cüz'i seçen ama yaratamayan, yapamayan; fiil sonucunda oluşan şeylerle direkt bir ilişkisi olmayıp, belki fiilin oluşması için gerekli kılınmış bir meyelândan ibarettir. Birçok fiilden birisine karar verdiğimizde potansiyel (bilkuvve) olarak içimizde bulunan kuvvetimiz cüz'ileşir, aniden o işe yönelir. İnsanın yaptığı şey kendisinde var kılınmış olan külli bir kuvveti (11) cüz'î hâle getirmekten, bir işe meyletmekten, "kudretim olsa da şunu yapabilsem" niyazında bulunmaktan mürekkeptir. Bu teşebbüs ise Cenab-ı Hakk'ın o fiili yaratmasına bir sebep teşkil eder. Bakıllanî'nin izahıyla "İnsanın kudreti fiilin vasfına, Allah’ın kudreti ise fiilin aslına yöneliktir". Söylenen bir sözün çirkin ya da güzel oluşu onun vasfıdır. O sözün hakikât ini, içerdiği bütün manaları, söz söylemenin bütün çeşitleriyle beraber nihayet kelamın kendisini yaratan Allah'tır. Bizim kudretimiz güzellik ya da çirkinliğine "taalluk" eder; yani bu vasıflardan birine karar veren ve sözü o vasıfta söylemek isteyen bizizdir (12).
Mûtezilî kelâmcılarının irâdeyi "birşeyi istemek ve olmasına karar vermek" olarak değil; "birşey hakkında hüküm vermek" olarak tanımlamaları, sonuçta bizi alıp "Allah-u Teâlâ'nın kulların fiillerini ezelden irade ile takdir etmesi" manasına gelen kader akidesini inkar etmeye sürüklüyordu. Allah eşya hakkında irade ettiğinde onları yaratmak istemiş; insanlar hakkında irade ettiğinde ise onlara iyi olan şeyleri yapmalarını emretmiş oluyordu. Yani bundan Hak Teala'nın kaderde yazmış olduğu eşyâyı zaman ve mekânı geldiğinde yaratığı ama cüz'i irade sahibi kıldığı ve bir imtihana soktuğu kulları hakkında sadece onlara iyi ve kötüyü belirtmekle yetindiği; dolayısıyla da kulların fiillerini kendileri yaratıp onların nasıl davranacaklarını Allah'ın bilmediği sonucu ortaya çıkıyordu. Eğer Allah bazı şeyleri irade etmiyor/edemiyorsa o zaman O'na "mecbur, mekrûh ve aciz" olmak gibi olumsuz sıfatları izâfe ediyoruz demekti.
Ehl-i sünnet için ise "Allah irâde edilmesi mümkün olan herşeyi dileyen"di. Mesela Semerkandî "Taâllûku hayır ve şer ne olursa olsun, taat yada masiyet olsun; hayır ve şer ne varsa bütün mevcudât O'nun dilemesi ve iradesi iledir" der. Ehl-i sünnet bu noktada irade'yi hem ontolojik/ fıtrî/ yaratılış olarak hem de etimolojik/ ahlâkî/ psikolojik olarak Allah'a teslim ederken; iradeyi yaratma olarak görüp ahlâkî boyutunu mahlûkata veren Mutezile’den ayrılmaktadır. Ehl-i Sünnet iradeyi "emir ve razı oluş"tan ayrı kabul etmekle; kötü fiilleri insana ve iyi fiilleri de Cenab-ı Hakk'a veren, dolayısıyla insana yaratma atfeden Mûtezîlî görüşten ayrılmıştır. Mutezile irade ve fiilin aynı şeyler olduklarını savunuyordu. Görülüyorki asıl sorun, Allah'ın ilminde içkin bulunan mümkün fiillerin O'nun iradesi ile ortaya çıkacak ve fakat bizi sorumluluk sahibi olmaktan da alıkoymayacak bir İlahî irade-cüz'î irade tanımının yapılabilmesiydi.
Kur'an ayetlerinde insana atfedilen fiiller çok çeşitlidir: Fiilerin kulun kendine ait olduğunu belirten, fiillerin karşılığında gösterilen medh ve zemmi anlatan, Allah'ın fiilerini takdis edip kusurlardan tenzih eden, kulların fiillerini yine kendi arzularına bırakan, Allah'a sığınmayı emir ve tavsiye eden, peygamberlerin işledikleri hataları anlatan, kâfirlerin tekrar dünya hayatına dönüp iyi kimselerden olmayı arzulayacaklarını bildiren ayetler.
Aristoteles'in imkân hali mânâsına gelen "eşyânın yokluktan gerçek hale dönüşmesi" olarak tanımladığı fiil ile; o olmadan bu fiili ifâ edemeyeceğimiz kudret demek olan istitaât kader konusu içerisinde tartışılan önemli köşe noktalarıdır. Mûtezîle imkan ve âdem içerisinde bulunan fiillerin Allah tarafından da insan tarafından da işlendiğini savunmakta; Ehl-i Sünnet ise yoktan yaratmanın Allah'a mahsus olduğuna ve insanın ancak yaratılmış olan fiilleri kesb edebileceğine inanmaktadır. Cebriyye ise bu tür mülâhazalardan beri durup bizi okyanusun çalkalanışına bırakmakta, varlığımızı anlamsız bir tabana oturtmaktadır. İnsanın varlığını belirgin hale getiren istek, arzu ve meyelân gibi hususlardan mürekkep olan "irâde", fiilin (özellikle kulun ihtiyari fiillerinin) gerçekliğe çıkmasının önemli bir şartı olan istitaât ile bu ikisinden sonra zorunlu olarak beliren fiil kelamcılar arasında her zaman keyfiyet ve kemiyet yönünden çokça tartışılmış meselelerdendir. Çünkü bunların açıklığa kavuşturulması kaderin de nisbeten açıklık kazanmasına sebep olacaktır.
Cebriyye'nin tavrını bir yana bırakırsak bütün ulema insanın ihtiyârî (kendi arzuladığı) fiileri gerçekleştirmesi için kullandığı bir kudretinin olduğunu kabul etmişlerdir. Cürcânî bu kudreti (istitaat) "canlıya iradesiyle bir fiili yapma veya ondan içtinab etme gücü veren sıfat" olarak görür (13). Eş'ârî bu kudretin insanın aynı değil ğayrı olduğuna, yani bir âraz biçiminde insana eklendiğine kânidir. Asıl sorun insanın bizzat müstati mi yoksa hayatına eklenmiş bir istitaât ile mi müstatî olduğudur. Eş'arî'nin gözünde insan kesif bir bedene hapsolan lâtif bir cisimden -ruhtan- ibarettir ve bir arıza bulunmadığı sürece ruhun özelliği fiil yapmaktır. Fakat merak konusu olan şey fiille ilgili olan kudretin nereden geldiğidir.
Mûtezîle'ye göre insan fiil daha ortaya çıkmadan o fiili işleyecek kudretle mücehhezdir. O sebeple, fiilin varoluşu anında Allah'tan müstağnidir; fiilini kendi başına vareder. Hatta Allah insana sadece iyiliği işleyebilecek kudret vermiştir; insan kötü fiilini kendisi yaratır. Çünkü Allah'ın kerih bir fiili yaratması düşünülemez. Ehl-i Sünnet insandaki kudretin ârazî, geçici ve sonradan eklemlenmiş olduğunu savunmaktadır. Çünkü insan bazen yapabilen bazen yapamayan, bazen bilgili olabildiği halde bazan da cehle düşebilen bir karakterdedir. Bu, onun kudretinin ârazî olduğunu gösterir.
Oldukça düzeyli ve anlamlı bir istitaât yorumunun Maturîdîlerce, özellikle Hanefî Ekolü'nce geliştirildiğini söyleyebiliriz. Kitabu't-Tevhid'in'de, Mâtûrîdi, kudreti ikiye böler: Fiilin ortaya konulmasında çalıştırılan organların selâmeti ve kudretlerinin bulunmasıdır ki, bu fiilden önce vardır. İkinci bir kuvvet daha vardır; ve sadece fiilin istenmesi ve işlenmesi içindir; varlığı fiil ile eş zamanlıdır. İşte cüz'î irade denilen şey o anda irademizin ve isteğimizin bir kararda yoğunlaşıp cüz'îleşmesi, belirginleşmesi demektir.bu ihtiyarî fiildir ki insanı cezaya ve mükâfaâta müstahâk kılar. Bu ikinci tip kudret fiile has olmadığı ve onun içinde içkin olmadığı için fiilin yaratılması Allah'a aittir ve insan o hengâmda O'na muhtaçtır. Yani fiilin yaratılması ile insan tarafından kesb edilmesi simultane (eş anlı) olmaktadır.
Prigogine'in "Zaman yaratılıştır" tarifinden yola çıkarsak; fiiller de zamanın hiçbir parçasına çevrilemeyecek kadar küçük bir anda, def'î ve âni olarak yaratılmakta; zihnimizde de hâsıl oluyor/devam ediyor hissini bırakmaktadırlar. Ehl-i Sünnet'in umumunun söylediği gibi insanı mes'ul kılan fiilin kendisi değil, belki kişinin o fiile olan kasdıdır. Çünkü "Ameller niyetlere göredir". İnsan, fiillerini gerçekleştirebileceği bir dünyada (selâmet'ül esbâb) ve bu fiili mümkün kılacak özellikte (sıhhat'ül âlât) yaratılmıştır (14). Sorumluluğumuzu anlamlı kılan işte bu hakikâtlardır. İkinci adımda insan bir şeye meyil gösterir ve bu meyil bilgi ve arzudan kaynaklanır. Üçüncü adımda ise meyil ve talep kasda dönüşür. Bu adımda iradesi cüz'îleşmiş, cezâ ve mükâfaâta müstehâk olacak kıvama gelmiş demektir. Âdet'inin gereği, dördüncü adımda Cenab-ı Hak kulda fiili yapacak kudreti ve gerekli dış şartları yaratır (veya yaratmaz). Kudreti yaratırsa fiil de zorunlu hale gelmiştir. Niyetin fiilden farklı ve insan açısından daha önemli olması işte bu dört adımla temellenir. Ehl-i Sünnet ve'l Cemaât, fiil hususunda insana yaratma kuvveti olmayan kasdı izafe etmekle sorumluluğu temellendiriyor; diğer bütün hususiyetleri Allah'a tevdi etmekle ulûhiyeti tenzih ve tâkdis etmiş; böylece Allah-u Tealâ'nın insanın yapıp etmelerini ezelde tâkdir edişini de temellendirmiş oluyor.
Evet, kaderin mizanıyla yürüyen nihayetsiz bir kudret ve kaderin resimlendirmesiyle tezâhür eden bir tanzim vardır; göz önündedir. Bâzıyyet de (bazı şeyleri bundan ayrı tutmak, istisna etmek) yoktur. Öyle ise imanımızı kavî ve taze tutmak yegâne vazifemizdir. Gerek fıtrî gerekse irâdî olan istek ve emellerimizin kudret-i ilahiyenin yüksek makamına yazdığımız birer istidâ, birer dilekçe olduğunu unutmamak; aklın karakterinden olmayan kader meselesini ilmî alandan imanî alana götürmek gerektir. Zat-ı Akdes'i bulan her şeyi bulmuş demektir, Vesselam (15).
DİPNOTLAR:
(1)Kaderiyye: "Kader hakkında çok düşünüp yorum yapanlar" demektir. Hadiste geçen kaderiyye tabiri ise insana yaratıcılık atfında bulunan, dolayısıyla yaratıcılık noktasından Allah-u Teâlâ'ya şirk (ortak) koşan insanlar manasındadır.
(2)Kitabût Tevhid, Ebû Mansur el-Mâtûridî
(3)Cebriye: Cüz'i irâdeyi inkâr eden bir mezhep
(4) Müteşâbihât: Kur'an ve hadiste manası açık olmayıp mecâzî mânâlar taşıyan sözler
(5) İstitaât : insanın gücü ve kuvveti
(6) Selefî Âlimler: Kur'an ve Sünnet'e uygun olarak, tefrîka ve ayrılık yapmadan Sahabe'nin yolundan giden alimlere denir ki mütekaddimûn (önce gelenler) ve müteâhhirûn (sonra gelenler) diye ikiye ayrılırlar. Hicrî 300 yılına kadar gelenlere mütekaddimûn, sonrakilere müteahhirûn denilmektedir. İtikâd yönünden aralarında bir fark olmamasına rağmen, sonra gelenler kur'an'daki yedûllâh/allah'ın eli gibi bir takım müteşâbihâtı tevil yoluna gitmekle önce gelenlerden ayrılmışlardır
(7) “İslam Düşüncesinde Kader ve Kaza” sh.47
(8) Cedel: Söz, münâkaşa, dil kavgası, sert tartışma; mantık yoluyla münakaşa edip karşısındakine üstün gelmek için çaba göstermek
(9)Doğrusu insan kendisi kendine karşı basirettir." Kur'an, Kıyâmet 14
(10) Iztırâri ve İhtiyârî fiiller: Mesela bir şeyi seyretmek istememiz ihtiyâri iken, gözümüzün o şeyi fotoğraflayıp beyine göndermesi ve zihnimize yansıtması elimizde olmadan ve bizden habersiz ani olarak gerçekleştiğinden ıztırârî olarak gerçekleşmiş demektir
(11)İrâde-i külliye: Küllî, her şeyi kuşatan irade. İnsanda, istek ve yönelimlerle bir konu üzerine yoğunlaşan, cüz'i iradenin kayanağı olan toplu irade
(12)Kader Nedir, sh90
(13) Cürcâni, Et-Ta'rifât, kudret konusu
(14) "İslam Düşüncesinde Kader ve Kaza",sh.158
(15) "Ben işimi Allah'a havale ediyorum. Şüphesiz ki Allah kullarını hakkıyla görendir", Kur'an Mü'min 44
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.