Kainatta en büyük hakikat iman, sonra namaz
Namazsız adamın iman bahçesindeki çiçekleri solmuştur. İman bahçemiz sulanmadığında çölleşmeye mahkumdur
Mehmet Abidin Kartal’ın yazısı:
Kainatta en büyük hakikat imandır… İmandan sonra Namaz…
“Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, sonsuz derecede bir düzen içinde bulunan şu memleket sahipsiz, idarecisiz olur?”
Siz hiç muhtarsız köy, kaymakamsız ilçe, valisiz il gördünüz mü, duydunuz mu?
Görmemişsiniz, duymamışsınızdır.
Neden görmediniz, duymadınız?
Olmaması mümkün değil de ondan. Çünkü böyle bir yerde düzenden, güvenden ve huzurdan söz edilemez.
Bir yerleşim bölgesinde düzenli bir hayat, güvenli bir ortam varsa, orada mutlaka bir idareci vardır.
En basitinden bir iğne, mutlaka bir usta elinden çıkmış, rast gele, kendi kendine olmamıştır.
Neden?
Çünkü o iğne bir işlemden geçmiştir. Ucu sivriltilmiş, delik açılmış, kolayca kullanılır hale getirilmiştir. İsterseniz iğne paketinin üzerine bakınız, mutlaka bir marka bulacaksınız.
Sabahleyin sınıfa girdiniz, yazı tahtasının üzerinde boydan boya kocaman bir “A” harfi gördünüz, hemen aklınıza ne gelir?
Sınıftan bir arkadaşınızın yazdığı gelir, değil mi? Yoksa siz de içinde olmak üzere, hiçbir arkadaşınız “Bu harf kendi kendini yazdı” veya “Tahtanın önündeki tebeşir sabaha karşı hareketlendi, gitti o harfi yazdı” diyemez.
Dese, alacağı cevap bellidir: “Sen aklını mı kaybettin?”
Demek ki, bir harf bile kendi kendine yazılamıyor.
Bir de dönüp şu dünyaya, kâinata bakalım.
O engin denizleri, o güzelim kuşları, o canım kelebeği, renk renk bahçeleri, çiçekleri, böcek-leri kim yaptı dersiniz?
Koskoca dağları, bulutları, Ayı, Güneşi, sayıya gelmez yıldızları kim yarattı, dersiniz?
Milyonlarca yıldır güneş doğuyor, batıyor. Dünyamız uzay boşluğunda belli bir yörünge et-rafında dönüyor. Gece gündüz, yaz kış gelip geçiyor. İnsan doğuyor, büyüyor, ölüyor.
Binlerce kuş gökyüzünde birbirine çarpmadan uçuyor. Milyarlarca yıldız yörüngesini şaşırmadan, çarpışmadan göz kırpıp duruyor.
Elimize bir şişe mürekkep alsak ve boş bir kâğıdın üzerine döksek, asla manalı bir sayfa vücuda gelmez. O hâlde diyebiliriz ki: Sayfadaki mana, mürekkebi kâtiplik ve faillik makamından tart eder ve kovar. Çünkü sayfadaki mana, kâtibinin ve failinin irade sahibi, kudret sahibi ve ilim sahibi olduğunu gösterir. Bu sıfatlar ise mürekkepte yoktur, öyleyse sayfaya kâtip olamaz. Bütün dünya toplansa, sayfadaki mana ifade eden kelime ve cümlelerin mürekkebin tesadüfen dökülmesi sonucunda oluştuğuna bizi ikna edemez.
Kâinat dahi böyle manalı bir kitap değil midir? Bu manalı kitabın mürekkep hükmündeki iradesiz, kudretsiz ve ilimsiz sebeplerden tesadüfen meydana geldiğine tabiatın yaptığına nasıl itikat edilebilir?
Bir eczane düşünelim ki içinde 108 tane kavanoz ve kavanozların her birinde farklı birer madde bulunuyor. Ayrıca görüyoruz ki bu eczanede çeşitli ilaçlar var. Bu ilaçları tetkik ediyor ve anlıyoruz ki hepsi çok hassas ölçülerle yapılmış ve bahsi geçen 108 maddeden miligramlık ölçülerle alınarak ve çeşitli işlemlere tabi tutularak meydana gelmişler. Bunlar öyle hassas ölçüler ki bir ilaçta bir madde bir mg fazla veya eksik olsa formül bozulur ve o ilaç özelliğini kaybeder. Şimdi, hiç mümkün müdür ki ve hiç ihtimal var mı ki aniden bir fırtına çıkması ve rüzgarın çarpmasıyla o kavanozlar devrilsin, her birisinden ince hesap ve ölçüleri gerektiren yalnız o gerekli miktarlar kadar aksın, beraber gitsinler toplanıp o ilaçlardan birini meydana getirsinler.
İşte aynen bu misaldeki gibi her canlı hayat sahibi bir ilaç gibidir. Periyodik cetveldeki bilinen 108 elementten çok hassas ölçülerle meydana gelmiştir. Bu canlılar o eczanedeki ilaçlardan ne kadar daha mükemmel ve kompleksse, bir canlının sebepler tarafından meydana getirilmesi de eczanedeki o ilacın kavanozların devrilmesiyle meydana gelmesinden o kadar daha zor ve imkansızdır.
Risale-i Nur’un değişik yerlerinde kat’î burhanlarla ispat edilmiş ki, tabiat bir san’at-ı İlâhiyedir, sâni olmaz. Bir kitab-ı Rabbânîdir, kâtip olmaz. Bir nakıştır, nakkaş olamaz. Bir defterdir, defterdar olmaz. Bir kanundur, kudret olmaz.Bir mistardır, masdar olmaz.Bir kabildir, münfail olur, fâil olmaz. Bir nizamdır, nâzım olamaz.Bir şeriat-ı fıtriyedir, şâri’ (kanun koyucu ) olamaz.(Otuzuncu Lema)
Bunlar bir iki örnek. Siz de aklınıza gelen örnekleri bunlara ekleyebilirsiniz.
Acaba gördüğümüz bu olaylar kendi kendine mi oluyor? Bunların bir sahibi, bir idarecisi, bir yapanı yok mu?
Vardır.
Olmaması mümkün mü?
Mutlaka vardır, değil mi?
Aksini iddia etmek ne kadar doğru?
Tabiî ki doğru değil.
Öyleyse:
Bir köyün muhtarı varsa, bu kâinatın da bir İdarecisi vardır.
Bir iğnenin ustası varsa, balarısına iğneyi takan bir Yaratıcı da vardır.
Bir harfi yazan varsa, bir kitap gibi okuduğumuz bu kâinatı da bir yazan, bir yaratan, bir yapan vardır.
O da bir, tek, ortağı ve benzeri olmayan Yüce Allah tır.
“Göklerin ve yerin hâkimiyeti Allah’ındır ve Allah her şeye kadirdir.
Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde düşünen insanlar için elbette birçok dersler vardır.”
[Al-i İmran Suresi 3,189,190]
Hz. Peygamberimiz (sav) bu ayet hakkında şöyle buyurmuştur: “Yazıklar olsun bunu çeneleri arasında çiğneyip de bunun hakkında düşünmeyenlere!”
Şöyle gözümüzü bir dakika kapatalım, bakalım ne göreceğiz? Hiçbir şey, değil mi? Evet, gözümüzü açtığımızda ise, kâinatı görebildiğiniz bu, ruhun harika penceresini bizlere kim vermiştir? Allah değil mi? Birçok fabrika tarafından yapılabilen gözlüklere bir fiyat verip alıyoruz. Ki, onları yapan birçok kimse var. Ama gözümüzü yapan bir tek usta var! O da, kâinatı yoktan var eden Rabbimizdir. Peki gözlüğü yapana bir fiyat veriyoruz, gözü yapana bir fiyat vermeden olur mu? Evet, gözü insana veren Basir-i Hakikî, insandan mühim bir fiyat istiyor. Bizler, yapımız icabı, bize bir şey hediye edildiğinde, ihsan edildiğinde ona bir karşılık vermeğe çalışırız. İşte burada da Rabbimizin bizden istediği tek şey var. O da, göz dâhil, verdiği birçok nimete karşı, sadece kendisine ibadet etmemizi istiyor Rabbimiz. İbadetin en kapsamlısı, en genişi, bütün ibadetleri de içine alabileni ise namazdır.
İman, bir insanın dünyada mazhar olabileceği en büyük nimettir. Hayatı, gayesine uygun yaşamanın en birinci ve olmazsa olmaz vesilesidir.
İman insanın yaratılış amacı ve ibadetin kapısıdır. İman olmazsa Allah bilinmez, Allah bilinmeyince Allah’a itaat ve ibadet olmaz. Bediüzzaman “Kâinatta en yüksek hakikat imandır; imandan sonra namazdır” buyurur. Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “Ey iman edenler! Allah’a ve Resulüne iman ediniz…” (Nisa, 4:136) ferman eder. Yüce Allah’ın iman edenlere “İman edin” ferman etmesi, imanın bir defa “İnandım” demekle tamam olan bir ibadet olmadığını, devamlı olarak imanı yenileme ve imanı takviye etme ve imanı artırma gereğine işarettir.
“Ben cinleri ve insanları beni tanısınlar, bana iman ve ibadet etsinler diye yarattım” (Zariyat, 51:56) buyuran yüce Allah ibadetin öncelikli olarak imanla başlayacağını ifade etmiştir. Bediüzzaman Said Nursi hazretleri “Ayetü’l-Kübra” isimli risalenin başında bu ayeti izah ederken “İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi kâinatın yaratıcısını tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve fariza-i zimmeti, marifetullah ve iman-ı billahtır. Ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir” demektedir.
Salih amel deyince insanın gerek şahsi gerekse toplumsal hayatında hayır adına yaptığı bütün işleri anlamak mümkün. Salih amel kavramının içini en yoğun olarak dolduran olgu ise ibadetler. Bu ibadetlerin içinde en değerlisi ve "direkt" konumunda olan namazdır. Kur'an ve hadis-i şeriflerde ibadetlerden bahsedilen hemen her yerde namaza ayrı bir vurgu yapıldığı görülür.
Bediüzzaman Hazretleri'nin "Hayatta en büyük hakikat imandır, imandan sonra namaz gelir..." sözü namazın hayatımızdaki yerini ne güzel hatırlatıyor.
Vicdani kabul imanın ilk şartıdır. Ancak o kabulün tezahürü, insan hayatında kendini gösteren salih amellerdir. O salih amellerin merkezinde namaz vardır. Namaz bütün ibadetlerin özü ve dinin direğidir.
Rabbimiz de kâinatı bu kadar sonsuz güzellikle donatmış, gayesi kendini bize sevdirmek. Sevginin karşılığını alabilmek.Bizde kâinat sofrasını ve içindeki tüm güzellikleri ile kendini tanıttırmak ve sevdirmek isteyen Rabbimize namaz ile cevap veririz..Rabbimiz ile aramızdaki sevgi köprüsünü kuran en büyük yardımcı namaz’dır. Rabbim senin varlığına inandım, Peygamberine inandım. Şimdi sevgimi eyleme dökmek istiyorum. Rabbimize olan sevginin eyleme dökülmüş hali namazdır. Bir dostumuzu sevdiğimizi iddia etsek, fakat eyleme geçme noktasında belirgin bir duruşumuz tavrımız olmasa, dostumuz için hiç bir fedakârlıkta bulunmasak onu sevmiş olurmuyuz? Hayır. Seven sevdiğini belli eder. İnsanın Rabbini sevmesini belli eden ilk adımı namazdır. Namaz ile ruhi kirlerden arınıyoruz. Kalp yaratanı ile buluştuğu zaman gerçek mutluluğu tadıyor. Nefis insana sınav amaçlı verilmiş bir duygudur. Onu yenmek ile insan insan-ı kamil sıfatına erebilir. Nefsimiz hazır lezzetçi, peşin ücretlere taliptir. Terbiyeden geçmek istemez. Disipline olmak istemez. Disiplin, inanmanın sözden öze indiğinde, eyleme döküldüğünde anlam kazanır. Namaz inancı pekiştiren, eyleme dönüştüren en büyük unsurdur. İman bahçemizdeki çiçek gibidir. Çiçeklerin solmaması için bakımının devamlı olması gerekir. Rabbimiz ile aramızdaki sevgi köprüsü namazı devamlı eda etmemiz gerekir. Namazsız adamın iman bahçesindeki çiçekleri solmuştur. İman bahçemiz sulanmadığında çölleşmeye mahkumdur. Namaz insanları tanımada, olaylara anlam vermede üç boyutlu bir gözlük takar gözümüze. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu gösteren şaşmaz, şaşırmaz bir pusuladır. Hayatımızı pusulasız geçirmeyelim… Bu pusula bizi, fânilere tenezzül ve minnet zilletinden kurtarıp Bâki’ye müteveccih olmamızı sağlayacaktır.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.